Lincimiz var, gerçekçi olamayız!

Toplum
Ali Bayramoğlu, Taha Kıvanç, Mustafa Kartoğlu, İsmail Kılıçarslan, Akif Emre, Atilla Yayla, Ali Saydam, Taha Özhan, Taha Kıvanç, Ahmet Taşgetiren, Oral Çalışlar ve Mehmet Barlas gündemd...
EMOJİLE

Ali Bayramoğlu, Taha Kıvanç, Mustafa Kartoğlu, İsmail Kılıçarslan, Akif Emre, Atilla Yayla, Ali Saydam, Taha Özhan, Taha Kıvanç, Ahmet Taşgetiren, Oral Çalışlar ve Mehmet Barlas gündemdeki konuları değerlendirdi.

Ali Bayramoğlu / Araçsallaşan acı ve kutuplaşma zehiri…

Soma’da acıyı yurtdışından takip etmek zorunda kaldım. Ölümler ve büyük acı mutlak. Ama bunun yanında uzak açıdan ilk göze çarpan yine hastalıklı bir kutuplaşma hali oldu.

Kazalar, sorumluluklar, acılar, ölümler bu kutuplaşma etrafından araçlaştı ve araçsallaştırdı.

Bu durumdan ne yazık ki kimse muaf değil.

Baskın bir sülük olma hali var…

Yeni değil…

Türkiye toplum, siyaset ve özgürlükler alanının hâlâ sınırlı olduğu, iktidardan muhalefete ataerkil zihniyetin at koşturduğu bir ülkedir.

‘Masa’da yine aynı mesele duruyor. Aşırı kutuplaşmış, kutuplaşmayı zaman zaman neden kutuplaştığını dahi unuturcasına düşüncenin, siyasi ve sosyal varoluşun merkezi kılan bir fay üzerinde hareket ediyoruz.

Ve bu kırıkta aşırı hareket var.

Bu aşırılığın danışman tekmelerinden, bildirilmiş tepki kıtalarına uzanan tahrip kalıpları var.

Algının merkezini çatışma oluşturunca, tahribatı ciddi oluyor öfke odaklı tahlil, tavır ve beklentiler öne çıkıyor.

Mustafa Kartoğlu / Gerçekçi olalım; lincimiz var, gerçekçi olamayız!

Bu tür durumlarda bir ‘gereklilik’ vardır. Esasen, birazdan geleceğim ‘lince uğrama endişesi’ndendir bu; önce duruma nasıl ciddi, insani ve adil baktığınızı kanıtlamak zorundasınız. Ve bunu her sözünüzün başında belirtmelisiniz de! 

Bundan kaçamayacağım;

Facianın ilk günü, “Kadere de inanıyoruz, kazaya da… Ama sorumluluğa da… Ana-babaları, eşleri ve yetimlerini bize emanet bıraktılar; hesaplarını sormayı da…” demiştim; ertesi gün Soma’ya gittiğimde sorumluluk makamlarını işaret eden yazımı yazmıştım: “Patron, sendika, devlet…”

Burada birden fazla sorumluluk var.

Öncelik işverenin, yöneticilerin, kontrol ve iş güvenliğinden sorumlu olanların elbette.

Sonra, işçiyi patronun ve yöneticilerin insafına bırakmamak amacıyla kurulan ‘sendika’nın…

Ve her iki sorumluyu denetleme yetkisi bulunan resmi kurumların…

Sorular yalın, cevaplar gelmeye başladı bile.

– Savcılık ‘kömür yanması’ diyor, kurtulan işçiler ‘sıcak kömür çıkarıyorduk’… Yani yanma başla

mış ama gaz ölçerler ya hiç yok ya da ölçmesi gereken yerde değil!

– Sürekli gizli yangın olan ocakta acil çıkış planı yok!

– İlk anda kurtarma yapabilecek ekip, tehlike anında sığınılabilecek ‘yaşam odası’ yok!

– Şirkette insan kaynakları müdürü var ama yer altında kaç kişi olduğunu bilmiyor!

– Çalışma Bakanlığı ‘ocak denetlendi’ diyor; ama bunlardan haberi yok!

– Ocakta örgütlü Maden İş Sendikası var; ama 6 gündür ortada yok!

Yazının devamını okumak için tıklayın…

İsmail Kılıçarslan / Asr Suresi’ni okurken

Bizim coğrafyamızda yaşadığı için gurur duyduğum büyük müfessir Muhammed Hamdi Yazır’ın olağanüstü eseri Hak Dini Kuran Dili’ndeki Asr Suresi tefsirinde okumuş idim. Bir Arap şairi şöyle diyordu: ‘Zamanı bir gemi gibi görüyorum / bizimle ölüme doğru akıp gidiyor / fakat onun hareketlerini göremiyorum’

Bu, burada bir dursun.

İslam kelam tarihinin bir türlü halledemediği bir sorundur ‘zaman mevcut mudur yoksa mevhum mudur’ problemi. ‘Biz zamanı apaçık mı biliriz yoksa soyutlayarak mı fark ederiz’ tartışması da bir karara bağlanmış değildir.

Bu tartışmayı çözmeye ne salahiyetim var ne de niyetim. Dolayısıyla tartışmasız olana yönelip ‘asr’ kelimesinin masdar anlamları üzerinden konuşmak arzusundayım. Kelimeyle ilgili dört temel anlam üzerinde duruyor dilbilimciler. Bunlardan ilki hapsetmek, ikincisi yasaklamak, üçüncüsü vergi vermek, dördüncüsü de sıkıp suyunu çıkarmak.

Dikkat edilirse masdar anlamların dördü de ‘icbar’ yani zorunluluk içeriyor. Bu anlamlardan hareketle müfessirler ‘asr’ kelimesinin manasıyla ilgili olarak ‘insanı ele geçiren, insanı tüketen zaman’ demişlerdir.

O halde ‘vav’ ziyadesinin yemin anlamına geldiğini de hesaba katıp şöyle verebiliriz surenin ilk iki ayetini: ‘İnsanı ele geçiren, onu tüketip duran asra yemin olsun ki, insan hüsrandadır!’

Burada durup düşünelim. Vakti merhûn yani zeitgeist yani zamanın ruhu dediğimiz şey, getirdiklerinden tamamen bağımsız olarak her durumda insanlığı tüketen ve hüsrana sürükleyen bir kavram olarak çıkmıyor mu karşımıza Kur’an’da? Bence çıkıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Akif Emre / Libya’da darbecilik oyunları

Tunus ve Mısır’da ayaklanmalar başlayıp başlarındaki diktatörler devrildiğinde Libyalıların bundan cesaretle kendi tarzlarında bir devrim deneyimi yaşaması şaşırtıcı değildi. Nihayetinde halk, 27 yaşında bir subay olarak gerçekleştirdiği bir devrimle devlete, halka el koyan Kaddafi yönetiminden bayağı sıkılmıştı. Aşağıdan yukarıya doğru askeri bir hiyerarşinin şekillendirdiği Kaddafi devrimi, ülkeyi de korsan biçimde farklı hiyerarşik ilişkiler içinde bir arada tuttu.

Bir tür istihbarat devletiydi, ama Libyalılar hiç de yerinde duracak türden insanlar değillerdi. Muhtemelen Kaddafi bu yeteneklerini iyi bildiği için adı ‘kurtuluş’, ‘özgürlük’ gibi kelimelerle başlayan pek çok uluslararası örgütü aktif olarak destekledi. Bu, aynı zamanda muhaliflerinin de ne türden örgütlenme ve muhalefet şekli geliştirdikleri hakkında da ipucu veriyordu.

Nitekim Arap Baharı denilen apolitik devrim Trablus kıyılarına vurduğunda çetin bir mücadele başlayacaktı. Ne muhalifler kolay zafer kazandı ne de Kaddafi hemen pes etti; sonuna kadar direndi…

Yıllar önce Trablus’ta ünlü denizci Turgut Reis’in kabrini ziyarete ederken türbede görevli Arap -muhtemelen başka görevi de vardı!- uzun bir nutuk çekmişti… Bu gayrı resmi nutuğun ana fikri; Libyalıların ne kadar savaşçı bir millet olduğu, Libya’nın Amerika’dan da korkmadığıydı. Libya’nın ambargo ile kapana kısıldığı bir dönemde anlaşılır bir söylem… Hatta işi o kadar abarttı ki, Mustafa Kemal’in savaşmayı Libya’daki görevi sırasında Libyalılardan öğrendiğini bile söyledi.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Atilla Yayla / Soma üzerinden iğrençlik ve hurafe patlaması

Soma faciası Türkiye’de bir iğrençlik ve hurafe patlamasına sebep oldu. Sadece asosyal sanal medyadan değil geleneksel medyadan da coşkun ırmaklar gibi irin ve cehalet aktı. İnsanlıktan nasibini almamış malûm tipler tıynetlerini, gerçek yüzlerini, iğrençliklerini göstermek için bu fırsatı da kaçırmadı.

Kemalistlerin bazılarının insan sevgisinin ne kadar sahte ve ayrımcı olduğu bir kere daha anlaşıldı. Bu kimseler kendileri gibi olmayanları sevmiyor, hatta insan bile saymıyor. Onların siyasî duruşlarını -özellikle T. Erdoğan nefretini- paylaşmayanları satılmış ve cahil olmakla itham ediyor. Kaza ve çatışma ölümleriyle yalnızca Erdoğan’a ve hükümetine zarar verme potansiyelleri varsa ilgileniyor. Türkiye’de 17 bin faili meçhul cinayet işlendiği ortaya çıktı. Kemalistlerden bundan rahatsızlık duyulduğunu ifade eden bir ses geldi mi? Otuz yılda on binlerce Kürt katledildi. Önceki senelerde Dersim tartışmaya açıldı. Kemalistlerden bir samimi üzüntü işareti, bir pişmanlık emaresi zuhur etti mi?

Kemalistler insana insan olduğu için saygı göstermiyor, sadece kendilerinin dünya görüşünü ve hayat tarzını paylaşanlara önem veriyor. Vefat eden Soma işçilerine ve ailelerine de hükümeti köşeye sıkıştırmaya yarar umuduyla sahip çıktılar. Acıları paylaşmadılar, kullanmaya çalıştılar, zira ortalama Soma maden işçisi sevdikleri bir tip değil; dindar, sade ve muhtemelen AKP seçmeni. Arsız Kemalistler bu özellikleri yüzünden işçilerin bu vahim kazanın başlarına gelmesine müstahak olduğuna inanıyorlar. Nitekim, bunu doğrulayacak şekilde (ve muhtemelen ideolojik ortaklıkla), Kemalist medya, işletmenin sahibini ve şirketini bütünüyle arka plana atıp (daha doğrusu koruma altına alıp) sanki madeni Başbakan bizzat işletiyormuş gibi sadece Erdoğan’ı ve hükümetini hedef aldı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Saydam / Bizden bir ‘cacık’ olur mu?..

Dün yayınlanan röportajında ödüllü yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan bey demiş ki :

‘Japonya’da, İngiltere’de yaşanan bir olayda insanlar, direkt olarak suçlanabilecek durumda olmasa da, sorumluluğun kendisine ait paydasını görüp istifa edebiliyor. Ancak bizde zayıflık âdeta bir suç. Özür dilediğin anda da işini bitirirler.’

Sinemasını zaman zaman anlamakta zorluk çeksem de kendisini, hele de Cannes’da ödül alırken verdiği anlamlı ‘Yalnız ülkem!’ mesajını sevdiğimi söylemeliyim… Ancak bu tespitine katılmam mümkün değil. Çünkü katılırsanız, kültür ve değerler boyutuyla tüm kriz iletişimi evrensel ilkelerinin ve bunların adam gibi uygulandığı pek çok örnekte Türkiye’de de algılama boyutunda hasarın azaltıldığı gerçeğini de inkâr etmeniz gerekir.

Ayrıca şu ‘Bizden bir cacık olmaz!’ anlamına gelecek her türlü genelleme, hüküm ve karar cümlesi beni ciddi ‘hasta’ ediyor… Hele de bunu ‘cacık’ olmuş birinin ağzından duyuyorsam. Tabii bir tek özürü kabul edebilirim: Bu tespitin sahibi kendini bizden biri olarak görmüyorsa o zaman durum değişir.

Şu sıra her türlü aşağılanma ve yerlerde süründürülmeyi hak ettiği izlenimini yaratan şirket, ilk gün kalkıp, bizim Cumartesi günü sıraladığımız 10 maddeyi adam gibi uygulasaydı, yine bir bedel ödeyecekti; ancak şu anki içinden artık çıkılamaz hale gelmiş duruma düşmeyecekti… Bu arada ‘şirkete toz kondurmayanlar birden tutum değiştirdiler’ iddiasında bulunanların facianın ilk gününden itibaren yapılan yorumları yeterince iyi takip etmediklerini de belirtmeden geçmeyelim. Şirkete ‘toz konduranları’ (Bkz: 15 Mayıs 2014 tarihli yazımız) görmek istemediler herhalde.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Taha Özhan / Matem ve cinnet

Soma’daki faciayla birlikte bütün ülkenin üzerine derin bir matem havası çöktü’ cümlesini neredeyse imkansız hale getirecek düzeyde bir travma ile karşı karşıyayız. Ortaya çıkan manzara Türkiye’de ‘bir toplumun’ olmadığının, kabaca iki cemaat halinde yaşadığımızın en açık delili aslında. Büyük cemaat, içindeki etnik, mezhebi ve sınıflar farklılıklara rağmen ortak millet vasıfları gösterirken; küçük ama eski düzenin 

elitleri önderliğinde örgütlü ve kendisini ifade eden cemaat, farklı bir milletleşme projesinin sahibi ve ürünü olarak milletten kopmuş durumda. Bu kopuş, son zamanlarda matem ve sevinç anlarında çok daha belirgin hale gelmeye başladı. 

Öyle ki bir toplumun millet refleksleri verebilmesinin asgari şartları ölüm, doğum, düğün gibi ortak olması beklenen kültürel kodlarda ortaya çıkar. Soma faciasının bile vücuda getiremediği ortak duygunun yokluğu üzerinde düşünmeliyiz. Kemalist ve liberal dünyanın bu varoluşsal soruna cevabı oldukça ilkel. Onlar sorunun kaynağında, son yıllarda, bütün modern Türkiye tarihini ve kurucu ideolojiyi perdeleme/ıskalama adına, dillerine pelesenk ettikleri kutuplaşmayı gösteriyorlar. Bu cevabın oldukça konforlu bir entelektüel dünya sağladığı muhakkak. Zira kutuplaşmanın ana aktörü olarak da Erdoğan’ı ya da AK Parti’yi ilan ederek, yaşanan cinnet halinin bütün suçlusunu bulduklarını düşünüyorlar. Oysa eğer ölümler ve acılar üzerinden katil aranacak, muhalif siyasal dil inşa edilecekse Kemalistlerin nereye düşeceğine dair herhalde biraz insafı olan hiç kimsenin bir şüphesi bulunmamaktadır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Taha Kıvanç / En büyük hasar kimde?

Dostum “Sen ara muhasebe yapmayı seversin, Soma’da yaşanan felâketle ilgili de ‘hasar raporu’ çıkaracaksan, kaybedenlerin en başına Aydın Doğan’ın ismini yazmayı unutma” dedi. Şaşırdım. Ülkemizin hâlâ en büyük medya patronunun Soma felâketinden hasarlı çıkmasını aklım almadı. 

Almalıymış…

Hürriyet ile Sabah gazeteleri arasında bir kavga var şu sıralarda. İki gazetenin satış rakamları birbirine yaklaştığında Hürriyet, okur sayısı farkı 100 bine yaklaştığında da Sabah hep kavga başlatmıştır; şimdiki kavga geleneğin sürdüğünü gösteriyor. İki taraf da birbirini en nazik yerlerinden vurma çabasında…

“Orada gazeteci yok mu?” diye soruyordu Hürriyet’in yayın yönetmeni; Sabah’ın yayın yönetmeninin ona cevabı “Orada vicdan yok mu?” oldu.

Vicdan yoksa gazetecilik olsa nedir ki?

Sabah sabah arayan dostumun iki gazete arasındaki kavgayla bir ilişkisi yok; Aydın Bey’e özel bir garazı da bulunmuyor… “Müstahak o” diyenlerden değil yani…

“Gazetesinin yazarlarının halkı rencide eden, gerçekleri çarpıtan, şirket patronunu kollayan yazıları ve yorumları bir yana; der Spigel dergisinin ‘Cehenneme git Erdoğan’ saldırısı bir yana… Doğan Grubu’nda Alman sermayesi olduğu için… Tayyip Bey nezdinde bardağı taşıran damla, Spiegel’in attığı, ardından Türkçe ve Almanca savunduğu o başlık” dedi dostum…

Bazılarının Tayyip Erdoğan ve Ak Parti takıntısı tehlikeli boyutlarda. Sonuca ulaşmamış Gezi ile seçim öncesi kargaşalarını Soma’daki felâketi kullanarak diriltme amaçlı olduğu kendisini hemen belli eden yorumlar Hürriyet’te yer aldı. Hürriyet’in bir yazarı, galiba okurları arasında oyunu Ak Parti’ye vermişlerin azlığından cesaret alarak, “Mitingine katılarak Tayyip Erdoğan’ı alkışlayan, seçimde oylarını Ak Parti’ye oy veren işçiler değil mi bunlar, başlarına gelene müstahaklar” anlamı taşıyan sözler bile sarf etti.

Konda araştırma şirketi Hürriyet okurlarının yüzde 41’inin ‘CHP seçmeni’ olduğunu belirledi. Yüzde 15’i MHP’ye oy vermiş… Ak Partili Hürriyet okuru oranı yüzde 27…

“Ölmeye müstahaklar” yaklaşımına rağmen gazetelerini almaya devam eder mi Ak Parti’ye oy verenler?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Taşgetiren / İnsanca bir düzen için…

Erbakan “Adil düzen” diyordu. Ecevit “İnsanca hakça bir düzen” istiyordu. 

Demirel’in partisinin adı “Adalet” idi.

Erdoğan’ın partisinin adında da “Adalet” var.

Türkiye 2014’te Soma faciası ile karşı karşıya geldi.

Ne bu?

Ev kredisini ödeyebilmek için insanların her türlü şart altında çalışma mecburiyeti hissettiği bir Türkiye. Ve büyük şehirlerde trilyonluk bedeli bulunan rezidansların peynir ekmek gibi satıldığı bir Türkiye.

Adaletsizlik mi bu?

Ekonomi üzerine yazanlar, insanların “Ev sahibi olma”yı düşünebilir hale gelmesini yine de bir gelişme seviyesi olarak görebilirler. “Dün karnını doyurabilmek için her türlü şart altında çalışmayı göze alırdı insanlar” denebilir. Hatta Türkiye’nin bazı yerlerinde hala “Sadece karnını doyurmak için” çalışanlar bulunduğu da bir vakıa. 

İşsizlik Türkiye’nin yakıcı bir sorunu. Amerika’dan Almanya’ya en gelişmiş ülkelerin de sorunu.

İnsanlar işsizliğe tahammül yerine, cehennem gibi ısınan maden ocaklarında karbonmonoksit soluyor olmanın farkında olmadan çalışmayı tercih edebiliyorlar. Sendikanın sendika olmaktan çıkmasını, iş riski ve ücret pazarlığı yapmayı akıllarına bile getirmemeyi tercih edebiliyorlar. 

Sovyet Sosyalizminden geriye ne kaldı? Adalet mi? İşçiler için cennet mi? Yoksa eski politbüro üyeleri içinden çıkmış süper milyarderler mi? Ve “İşçisin sen işçi kal” sloganları mı? 

Güney Kore kalkınma modeli nasıl?

Ya Çin kalkınma modeli?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Oral Çalışlar / CHP, Meclis’i terk mi edecek?

CHP’nin Meclis’ten çekilmesi çağrısı; çok anlamlı bir çağrı değil. Gün, Meclis’in çalışması zamanıdır. Meclis’e rağmen çözüm arama hayalciliğine kapılmanın anlamı yok.

CHP İstanbul milletvekillerinden Sabahat Akkiraz başlattı, Şafak Pavey destek çıktı. Akkiraz ve Pavey, bir protesto biçimi olarak milletvekilliğinden istifa etmek istediklerini, istifa edebileceklerini beyan ediyorlar. Hatta Akkiraz, Kemal Kılıçdaroğlu’na istifa dilekçesini verdiğini de söylüyor. (Tabii ki adres orası değil, Meclis Başkanlığı). 

Daha önce de CHP’nin Meclis’i terk etmesini öneren girişimler olmuştu. Çok ilgi görmemekle birlikte, zaman zaman, bu çıkışlar gündeme geliyor. İyice yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri ortamındayız. Kutuplaşmış Türkiye’de bu seçimin de parçalanmayı derinleştiren bir dinamiğe doğru evrilme ihtimali, oldukça yüksek. Bunun işaretlerini bir süredir görüyoruz. Seçim rekabetinden kaynaklanan bazı taktik hamleler; meşru ve parlamenter bir zeminde kaldığımız sürece, anlayışla karşılanabilir. 

Ancak, eğer CHP Meclis’i terk ederse kutuplaşma ve anormalleşme, daha uç noktalara doğru ilerleyebilir. Daha da düşman kamplar haline dönüşebilir, kendimizi daha da saçma bir boşlukta bulabiliriz. 

Türkiye iki uç arasında sallanıp duruyor. Bu psikolojinin, cumhurbaşkanı seçimi üzerinden kontrolsüz şekilde tırmandırılması; şu an hesap etmediğimiz birçok riski tetikleyebilir. 

Ayrıca; bütün bunlar hangi toplumsal ortamda cereyan ediyor? Tüm Türkiye, Soma maden faciasına ağlarken.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / Zaman ile değişim de bazen yamyamlaşırlar

Vatikan’ın Afrika’daki yamyamlar kabilesine onları Katolik inanca bağlaması için gönderdiği misyoner onlara o kadar çok vaaz verip nasihat etmiş ki, sonunda yamyamlar bıkmışlar… Misyoneri yemişler.

Sırtında yönetimin ve siyasetin riski olmayanların ve özellikle bazı köşe yazarlarının “Bu iş öyle yapılmaz, böyle yapılır” diyerek sürekli vaaz verip nasihat etmelerini izlerken, hep o fıkradaki misyoneri hatırlarım.

Yazılı medyanın kökeninde iki ana ekol vardır. Avrupa kaynaklı basın sınıfsal kökenlidir… Avrupa gazeteleri hâlâ sağ veya sol olarak nitelenirler. Amerikan medyası ise, haberin maddi değer taşıdığı inancına dayalı olarak fonksiyonel bir yapı üzerinde oluşmuştur. Zaten Amerika için “Liberal” görülen, Avrupa’nın “Sol”udur. Amerika’nın Muhafazakârı ise Avrupa’nın bir nevi gericisi ve hatta ırkçısıdır… 

Karmaşık yapı 

Bizde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve sonra da çok partili demokrasiye geçişte ağırlıklı basın için ana tercih, Devlet’e yakın olmak şeklinde belirlendi. Özellikle iktidardaki siyasetçilere yakın olmak medya sermayesi için öncelikli meseleydi. Siyaset ve düşünce yelpazesinin kanatları, önem ve anlam taşımazlardı. Nasyonal Sosyalizme yakın ideolojik konumlar döneme göre bazen Kemalizm, bazen de Sosyal Demokrasi biçiminde algılanırdı… Devletle içli dışlı ilişkiler ise, basın sermayesine maddi güvenceleri ve ayrıcalıkları getirirdi.

Bu düzen, tüm Türkiye ile birlikte değişiyor.

Ama değişimin farkında olmayan kesim hâlâ eski rüzgârların estiği yanılgısı içindeler… İktidarı “Merkez”in veya “Derin Devlet”in belirleyemediği bir yeni dönem bu… “Seçmen” artık siyasetin tek seçicisi! 

Yazının devamını okumak için tıklayın…