Almanya’da meydana gelen ırkçı saldırılar, Pegida eylemleri ve göçmenlerin günlük hayatta karşılaştıkları yapısal ayrımcılık sadece toplumsal barışı değil, bireylerin ruhsal sağlığını da tehdit ediyor. Charite Üniversite Hastanesi Psikiyatri ve Psikoterapi Anabilim Dalı’nın yaptığı bir çalışma, toplumda dâhil etme ve kabul kültürünün başta göçmenler olmak üzere bireyin psikolojisinde derin izler bırakabileceğini ortaya koyuyor.
Sosyal bir varlık olan insan, doğası gereği bulunduğu toplumun ya da bir grubun parçası olma ihtiyacını hissediyor ve bu yönde bir çaba içine giriyor. Söz konusu çaba engellendiğinde ise bireyin ruh sağlığı ciddi yaralar alabiliyor. Bundan hareket eden ‘Kabul, Dâhil Etme ve Ruh Sağlığı’ adlı çalışma günlük hayattaki ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının psikolojide depresyondan başlayarak şizofreniye kadar uzanabilecek sonuçlar doğurabileceğini ortaya koyuyor.
Çalışmaya katılan psikiyatri ve psikoterapi uzman hekimi Doçent Dr. Meryem Schouler-Ocak, toplumda dışlanan bireyin yaşayabileceği ruhsal sorunları şöyle aktarıyor: “İnsanın içinde bir tereddüt oluşuyor. Kendine olan güvenini yitiriyor. Sonrasında ise verimliğiniz, gücünüz düşüyor ve sağlık durumunuz yavaş yavaş kötüye gidebiliyor. Ayrıca yabancılar eğer çok fazla strese maruz kalırsa ve bünyesinde hastalığa eğilimli bazı faktörler taşıyorsa, bu kişilerin şizofreniye yakalanma riski çok daha yüksek.”
‘İkinci kuşak göçmenler daha fazla risk altında’
Çalışmayı yürüten Berlin Charite Hastanesi Psikiyatri ve Psikoterapi Başkanı Profesör Andreas Heinz, bu konudaki en çarpıcı tespitin, ruhsal hastalık riskini birinci kuşaktan ziyade ikinci kuşağın taşıması olduğunu söylüyor. Uzman, birinci kuşak olan yani göç travmasını yaşamış ya da mülteci olarak gelmiş sürgün veya ölüm tehditlerinden geçmiş bir kesimin değil de, onların Almanya’da doğmuş, büyümüş çocuklarının daha fazla risk altında olduklarına dikkat çekiyor. Bunun nedenin, kendini buralı hisseden ikinci kuşağın yaşadığı dışlanmaya bağlı kimlik bunalımı ve kendini değersiz hissetme durumu olduğunu belirten Heinz, birinci kuşağın ise kimliğini tamamlayarak geldiği için ruhsal olarak daha güçlü olduğunu ifade ediyor. Heinz ayrıca, yaşam standartları ne kadar yüksek olursa olsun, bireyin bağ kurabileceği sosyal ortam yoksa ruhsal sağlığının bozulabileceğini de ekliyor.
‘Kimlik bağı ve aidiyet bireyi güçlendiriyor’
DW’nin haberine göre Profesör Heinz bu bağlamda, göçmenlerin çoğunluk toplumuna uyum sağlamasının onun bağ kurduğu toplum ya da gruptan kopması ile ilişkilendirilmesine de atıfta bulunarak, bunun hatalı bir yaklaşım olduğunun altını çiziyor. Heinz, bireyin kendini ait hissettiği bir grubun ya da ailenin dayanışması ile ruhsal olarak, güçlendiğini söylüyor.
Dr. Meryem Schouler-Ocak da bu tespit çerçevesinde göçmenlerin sadece kendi göçmen toplumu ile ilişki içinde olduğunu ifade etmek için kullanılan ‘paralel toplum’ tanımlamasının yetersizliğine işaret ediyor. Schouler-Ocak, bireyi güçlendirecek her türlü iletişime açık olmak gerektiğini savunuyor: “Etnik yoğunluk dediğimiz yani geldiğimiz kültürden insanlarla bir arada olursak daha stabil oluyoruz. Çünkü bu topluluktan ya da ailemizden daha fazla destek alabiliyoruz. Bunlar koruyucu faktörler olduğu için çok önemli ve bu faktörlerin pozitif yönden bireyi güçlendirdiğini biliyoruz. Diğer yandan çoğulcu topluma da uyum sağlamak gerekiyor. Biri diğeri için engel değil, yani her iki toplumla da iletişim içinde olmak en iyisi.”