Eleştirmenler, Vizyondaki Filmlere Ne Dedi?

Diziler
ŞAHANE MİSAFİR UĞUR VARDAN (RADİKAL): Ferzan Özpetek, stil sahibi bir yönetmen. “Lakin stili bana hitap etmiyor” demeniz de mümkün. Ben mesela Özpetek’i tutarlı buluyorum ama bazen k...
EMOJİLE

ŞAHANE MİSAFİR

UĞUR VARDAN (RADİKAL): Ferzan Özpetek, stil sahibi bir yönetmen. “Lakin stili bana hitap etmiyor” demeniz de mümkün. Ben mesela Özpetek’i tutarlı buluyorum ama bazen kendisini tekrarladığı kanısındayım.

Bu kez Nanni Moretti’nin son filmi ‘Habemus Papam’ın yazarı Federica Pontremoli’yle birlikte kaleme aldığı öyküde, farklı bir kapıyı yoklamış, ortaya çıkan ürünse kuşkusuz bir başyapıt değil ama kendisini izlettiriyor. Finali de bence iyi toparlamış (mesela Moretti’nin ‘Habebus Papam’ı mükemmel gidiyor ama finalde tökezliyordu). ‘Evdeki hayalet’ filmlerinin ‘sanatsal versiyonları’na ilgi duyanlar için diyerek bitirelim…´

KEREM AKÇA (haberturk.com): Melodram-komedi harmanının içinden fışkıran etkileyici bellek merkezli film modeliyle “Karşı Pencere” sonrası bir iz bırakamayan Ferzan Özpetek, burada bu konuya uygun bir damar bulmuş.

Arada yaptığı denemelerin ardından olgunlaştırdığı yönetmenliğini özellikle ‘gizemli opera sahnesi’ konusunda doruğa taşıyan yönetmenin, geçmişe ağıt, totaliter rejimler, yitip giden eski sanatlar ve eşcinsel kimlikler üzerinden yaptığı analizler ruhunuzu yakalayacak cinsten. Cem Yılmaz ise karakter oyuncusu kimliğini burada keskinleştirirken, beyaz pudralı suratlı Türk commedia dell’arte oyuncusu rolünde son derece yetkin bir sınavdan geçmeyi beceriyor…´

MEHMET AÇAR (HABERTÜRK): Filmin açılış sahnesinde göz kırpma ile sinema montajı sırasınd kurduğu ilişki, antolojilere geçecek cinsten. Birçok sahnede kamerayı karekterlerin görüş açısından kullanması ve insan gözüyle kamera arasında anlamlar kurması da harika. Filmin ana fikri, biraz da bu kamera ve kurgu trüklerinde gizli: Gördüğümüze inanırız, sadece biz görsek bile… Özetle, daha iyi bir öyküyle her şey gerçekten şahane olabilirmiş…´

MEVSİM ÇİÇEK AÇTI

KEREM AKÇA (haberturk.com): İzlerken hangi dünyada yaşıyor? diye kendi kendinize sorduğunuz Türk filmlerinin bir yenisi denebilir. “Mevsim Çiçek Açtı”, en iyimser yorumla ‘Mevsim ile Çiçek’in anaokulu şiiri’nin büyük perde karşılığı olarak anılabilir. Ancak o noktada da ‘kalem izi’ ile vurgulanan yara efektinden tutun Yeşilçam melodramlarında bile çiğ duracak tiplere kadar gerçek bir ‘Flash TV izlencesi’ duygusu etrafınızı sarıyor.´

KAOS: ÖRÜMCEK AĞI

KEREM AKÇA (haberturk.com): Kendi kendine konuşan yapay karakterlerden “Kaos: Örümcek Ağı”nın çıkardığı ise yüksek volümlü müzik, plan parçaları, senkronsuz ses skalası ve devamlılık hatalarından güç alan sırfen aksiyon odaklı bir çöp örneği olmuş. Belli ki görsel efektçi Cem Gül’ün kurgu ve yönetmenlik gibi sanatları ciddiye almadan yaptığı iş sadece bazı genel planlardaki egosantrik duruşa takılı kalmış. Böyle olunca “Bendeyar” ile birlikte son dönemin en acemi ajan aksiyonlarından biri, onun daha az antolojik versiyonuyla karşımıza çıkmış.´

NİL KURAL (arkapencere.com): Klişelere odaklanalım: Aksiyon filmleriyle dalga geçiliyor olunsaydı bile akla gelmeyecek klişeler, adeta bir geçit törenindeymiş gibi ardı ardına sıralanıyor. Kucağında kedi seven baş kötüden, kötüleri viski içmelerinden anlamaya kadar, ne ararsanız bulabilirsiniz.

Oyunculukların filmin diğer alanlarındaki özenden aşağı kalır yanının olmadığını belirtmeye gerek yok herhalde. Filmin yönetmeni Cem Gül’ün ilk filminde hiç de iyi olmayan bir başlangıç yapmadığını belirterek, filmin aksiyon çıtasını yükseltme iddiasını doldurmaktan kilometrelerce uzak olduğunu belirtmek; ancak Türkiye’nin yapım şartlarının daha iyi olduğunu sürekli kendimize hatırlatmamız gerekiyor.´

MURAT ÖZER (RADİKAL): Aksiyon koreografisinin dans gibi olması gerektiğini, mükemmele ulaşmak için bu tür sahnelere ‘özel’ bir çabayla yaklaşmanın elzem olduğunu bilmiyor gibi yönetmen. Bunda başroldeki Gökhan Mumcu’nun da payı var kuşkusuz. Tip olarak aksiyon kahramanı olabilecek özelliklere sahip aktör, ne yazık ki aksiyonun içini dolduracak meziyetlere sahip gibi durmuyor. Keza ona eşlik eden Rojda Demirer de aynı eksiklikten mustarip. Cemal Hünal ve Selçuk Özer ise kötü adamdan ziyade komedik unsur havası taşıyorlar filmde. Özer’in hikâyenin en en kötü karakteri olması inanılır gibi değil gerçekten de…´

TİTANLARIN ÖFKESİ

UĞUR VARDAN (RADİKAL): Mitoloji hakkında aksiyon üzerinden bilgi sahibi olmak istiyorsanız, ‘Titanlar serisi’ sıkılmadan izleyeceğiniz ‘Modern dersler’ arasında sayılabilir. İki filmden ilki bir anlamda Perseus’un kim olduğunu öğrenme sürecine odaklanıyordu, ikincisi ise aile yadigârlarına sahip çıkma çabasına. İlkinde dev canavar Kraken’le boğuşuyordu, bu kez asıl görevi ise dev ateş kütlesi görünümündeki Kronos’la düello.

Bu filmin de devamı gelir mi gelmez mi bilmem ama, ‘Los Angeles Savaşı’ gibi sıradan bir aksiyonla tanıdığımız Güney Afrika kökenli yönetmen Jonathan Liebesman’ın bu kez, nispeten daha iyi bir iş çıkardığını söylemek mümkün. Nasıl derler, türünün hayranlarına…´

KEREM AKÇA (haberturk.com): Beverley Cross’un ilk kez 1981’de bir filme konu olan ‘Titanların Savaşı’ hikayesi, 2010’da daha yüksek bütçeli bir temsile kavuşmuştu. Onun devam filmi “Titanların Öfkesi” ise iktidar mücadelesinin köklerine inip titanlar ile tanrıların büyük kavgasına aksiyon, efekt ve tempo dolu bir bakış atıyor. Bu noktada dar ölçekli açı ve objektif tercihleriyle kapalı mekan ve Yunanistan görüntülerini gerçekçi kıldığı kesin filmin. Ancak Tarsem’in “Ölümsüzler”i veya Robert Zemeckis’in “Beowulf”u kadar fantastiğin A sınıfına geçen bu alt türün gelişim periyodundaki kalıcı örneklerden biri değil karşımızdaki. “Titanların Öfkesi”nin bunun farkında olup içinde bulunduğu durumun keyfini sürmesi ise sevindirici.´

MEHMET AÇAR (HABERTÜRK): Eski Yunan mitolojisini eğip bükerek, efsanelerin orasını burasını kurcalayarak, topyekun hayal gücüyle yazılmış bu abartılı ve kof öykü, umarım genç nesiller tarafından Yunan mitolojisinin kendisi olarak kabul edilmez ve ciddiye alınmaz.

Ama 3D görüntüleri, hiç dinmeyen özel efekt şovu, enteresan mahlukları ve Liam Neeson (Zeus), Ralph Fiennes (Hades), Rosamund Pike (Andromeda) gibi isimlerden oluşan kadrosuyla, gösterişli Amerikan yapımlarını tercih edenler için haftanın seçimi olabilir.´

BURAK GÖRAL (arkapencere.com): Bir sürü mitolojik isim ve terimin geçtiği filmde her şey çorba edilmiş. Tabii ki aslına ya da en çok kabul gören hallerine uymak zorunda değiller bu hikayelerin. Ancak bu kadar eğreti bir yaklaşım bu hikayelerin anlamını bozuyor, hatta içlerini boşaltıp, anlamsızlaştırıyor. Sanki yeni uydurulmuş eğreti hikayeler gibi algılanıyorlar.

Mecburen genç kuşağın hoşuna gidecek kimi Hollywood numaraları çekiliyor. Mesela Zeus ve Hades’in babaları Kronos’un savaşçılarına karşı direnişe geçtikleri sahneden hemen önce Zeus’un kardeşine dönüp: “Haydi biraz eğlenelim” demesi gibi bir sürü Hollywood cümlesi sarfediyor karakterler.

Perseus’un ilk filmde kurtardığı ve aslında mitolojide gerçek sevgilisi olan Andromeda’nın (bu sefer Alexa Davalos yerine Rosamund Pike oynuyor) civarındaki bir hırsız olarak bildiğimiz, Poseidon’un oğlu Agenor’un New Jersey’nin bıçkın delikanlıları gibi konuşup hareket etmesi, gözden düşmüş bir tanrı olan Hephaestus’un (Bill Nighy) nedense aksanlı, İngiliz İngilizcesi konuşuyor olması (sık sık ‘bloody’li konuşan bir mitolojik bir karakter!) gibi yabancılaştırıcı manevralar, izlediğimiz filmi ciddiye almamıza engel oluyor…´

ŞANSA BAK

KEREM AKÇA (haberturk.com): Bağımsız filmlerden tanısak da kaliteli hikaye anlatma becerisi ile bildiğimiz Jonathan Levine, burada ölüm arifesindeki mazbut bir adamın çevresinde dönen durum komedisi iskeletine uzanmış. Başrol oyuncusu Joseph Gordon-Levitt’in yanında Seth Rogen’dan Anjelica Huston’a, Bryce Dallas Howard’dan Philip Baker Hall’a uzanan yardımcı oyuncuların karakterleriyle dikkat çeken eserin, senaryoda da ele aldığı meselenin sömürü tabanına girmeyen dokusuyla kalıbına uydurulduğu kesin. Bu da “Şansa Bak”ı eğlenceli, kaliteli ve doğru mesajlı bir komedi haline getiriyor.´

ERCAN DALKILIÇ (AYDINLIK): Şansa Bak, türünalışılagelmiş kalıplarının dışında seyreden, oldukça özgün bir çalışma. Onu diğerhastalık dramalarından farklı kılan şey, hikâyesini türdeşlerinin aksine kendiniiyi hisset biçemi içinde anlatması ve seyirciyle arasına belli bir mesafe koyarak ajitasyona yeltenmemesi. Bu özellikleri sayesinde Şansa Bak, şimdiyekadar yapılagelen hastalık dramlarının yanından bile geçemeyeceği bir başarıyaulaşıyor.´

ATİLLA DORSAY (SABAH): Yakın zamanda One Day/Bir Gün filminde de benzer bir öykü izlemiştik. Peki ama bu film niçin beni onca övülen Bir Gün’den de çok etkiledi? Bu hassas, adeta ustura ağzı üzerinde gezinen film, niçin böylesine başarılı?

Yalnız beni de değil: Ünlü ve evrensel IMDb sitesine baktım, izleyicinin ortalama notu 7.9. Çünkü film, kişiliklerden en dramatik durumlara, komedi unsurundan melodram bölümlere, her şeyi öylesine doğru, öylesine inandırıcı biçimde veriyor ki…

Senaryo başlı başına bir mücevher. Öyle ki Kırk Yıllık Bekar, Knocked Up, Superbad gibi Amerikan gençlik komedilerinden fırlayıp gelmiş Seth Rogen’in kabalığı bile doğal, hatta gerekli gözüküyor. Belki en önemlisi, filmin içerdiği hüzün duygusunu hiç abartmadan, büyük bir incelikle, adeta kaşık kaşık vermesi.

Öyle olmasaydı, kendinizi birden ve hiç hazırlıksız, gözlerinizden yaşlar dökülürken bulur muydunuz? "Daha Kanada´yı bile görmeden, tek bir kıza ´Seni seviyorum,´ demeden öleceğim" diye dertlenen Adam´dan kemoterapideki iki yaşlı adama, hayatındaki iki erkeği de yitirmek üzere olan anneden (eşsiz Angelica Huston) Alzheimer´li babaya, her bir kahramanın derdini bunca yüklenir miydiniz? Kısacası, konunun kederinden korkmayanlar ve hassas insan öykülerini sevenler kaçırmasın.´

MURAT ÖZER (arkapencere.com): Jonathan Levine’ın üçüncü uzun metrajlı çalışması “Şansa Bak”, “Kanser seni yeneceğim!” ifadesinin barındırdığı ikilemi yüreğinde yaşayan bir film kimliğiyle dikkatleri çekiyor.

Her çağın hastalığı kanser, ilerleyen aşamalarındaki çözümsüzlüğüyle insanoğlunun kabusu olmaya devam ederken, tıptaki olağanüstü gelişmeler bile onu tümden tarihe gömmeye yetmiyor ne yazık ki. Bu film de, gerçek bir hikayeden yola çıkarak, kanserin bireyin kafasında ve hayatında yarattığı ‘şaşkınlık’ı öne çıkarıyor.

Başta söylediğimiz hem trajik hem komedik olma durumunu da etkin bir çerçeveden yansıtan yapım, izleyicinin zaaflarından yararlanarak sömürü edebiyatı yapmak yerine, resmi olduğu gibi gösterip reddedilemeyecek tespitlere soyunuyor…´

ERMAN ATA UNCU (RADİKAL): Amaç, gür kahkahalar değil, daha çok arada hafif tebessümlerin de olduğu makul bir gülme düzeyi. Ki ‘Şansa Bak’ta da yönetmen Jonathan Levine’in, senarist Will Reiser’in ve oyuncuların ‘raydan çıkmayan’ performansları, bu iş, yani durumu sulandırmayan bir ‘komedi’ için biçilmiş kaftan.Will Reiser, kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı hikâyeyi, Amerika’nın ‘sıradan’ hayatlarını konu alan alternatif çizgi romanlarından, bağımsız Amerikan sinemasından tanıdık bir tavırla şekillendiriyor. Vuruş noktalarını gündelik ritmin içinden çıkartan bir damar bu…´

MEHMET AÇAR (HABERTÜRK): Yönetmen Levine senaryoyu duygu sömürüsüne girmeden, fazla allayıp pullamadan perdeye aktarmış. Siz de bazen çok hüzünlendiren, bazen de kahkahalar attıran düzgün bir film seyrediyorsunuz. Oyuncuları da iyi. Doğal tarzıyla Joseph Gordon Levitt; komiklik yapmaya gayret etmeden oynayan Seth Rogen, bu yıl şansı olumsuz karakterlerden açılan Bryce Dallas Howard ve annede Anjelica Huston gayet iyiler. Anna Kendrick, ´Aklı Havada´da canlandırdığı karakterin çok dışına çıkamıyor ama o da görevini yerine getiriyor. Çağdaş sinemanın hırgürü arasında bazen ´Şansa Bak´ta olduğu gibi düz ama gayet inandırıcı, iddiasız bir öykü seyretmek çok iyi gelebiliyor. Seyirciyi duygulandırmak için 10 takla atan bazı Türk yönetmenler de keşke bu filmi görseler…´

BÜYÜK MUCİZE

KEREM AKÇA (haberturk.com):  Belki de 2000’lerin “Özgür Willy”si olmayı kafaya takmış, buzullarda mahsur kalan bir hayvan türünün mücadelesini ‘toplumsal kaos’a dönüştüren filmlerden biri diyebiliriz. “Büyük Mucize”, isminin bütün o karton başarı-özdeşleşme omurgasını arkasına alarak didaktik mesajlar, şablon karakterler ve kalıbına uygun olmayan bir omurga ile hareket etmiş. 1988 yılında Alaska’da gerçekleşen olayı, ‘sığ’ yollarda sinemasal temsile dönüştürmeye çalışınca ise animasyon ya da belgesel formatına uydurulabilecek malzemenin gediklerini fazlasıyla açığa çıkarmış.´

MEHMET AÇAR (HABERTÜRK): Film, kurtarma sürecini aynı anda birçok “cephe”de, çok sayıda yan karakterle anlattığı için ele aldığı konularda derinleşmeyi hedeflemiyor. Greenpeace gönüllüsü Rachel (Drew Barrymore) ile Adam da (John Krasinski), bu hengamenin içinde tam olarak birer ana karaktere dönüşemiyor. Rachel´in filmin bazı sahnelerinde çevre konusunda dile getirdikleri ise filmin özü haline gelemiyor, sadece sızlanma olarak kalıyor. Buna rağmen, yönetmen Ken Kwapis, insana kendini iyi hissettiren, eğlenceli bir film yapmayı başarmış. Filmin en hoş yanı ise imaj çağında yaşadığımızı hiç unutturmadan, tüm “kurtarıcı”ların gerçek menfaatlerinin altını çiziyor oluşu.´

ATİLLA DORSAY (SABAH): Hemen söyleyeyim: Bu, belki bir sinema başyapıtı değil. Hatta önemli bir film de olmayabilir. Ama çevreci mesajı öylesine sağlam ve bunu öylesine inandırıcı biçimde veriyor ki… Batı ülkelerinde bu konuda oluşmuş ´consensus´ ve yerleşmeye başlamış çevreci siyaset, Alaska´da petrol arayan ve balinalar umurunda bile olmayan işadamından ABD Başkanı Ronald Reagan´a, herkesi ayağa kaldırıyor. Ana baba ve yavrudan oluşan ´çekirdek aile´nin kurtuluşu için Reagan, Sovyetlere bile el uzatmayı kabul ediyor, Gorbaçov´u arıyor.

Ve dünya medyası o küçük köye hücum ediyor. Ancak balina avıyla hayatta kalan ve o kargaşada bir otel odasına 500, bir sandviçe 20 dolar isteyen Eskimolar bile kampanyaya katılıyor. Ve 430 kilometrelik buzu kırmaya yönelik zor serüven başlıyor. Kendi adıma filmi büyük zevkle ve sık sık gözümde yaşlarla izlerken, şunu anladım: Ben gerçek bir çevreciyim…´

ÇAĞDAŞ GÜNERBÜYÜK (arkapencere.com): Büyük Mucize´nin asıl başarılı olduğu yer, meselenin izleyicide uyandırdığı hassasiyet. Bu yüzden o kocaman kırılgan canlıların kurtarılması için verilen mücadelenin her yaştan seyirciye etkileyici gelmesi muhtemel. 

 Dramdan çıkar sağlamaya çalışanları göstererek başlayan ama giderek herkesin ‘iyi’ yanlarını ortaya çıkaran bir şekilde ilerlemesi, filmin bile isteye ‘naif’ bir havaya bürünmesinin göstergesi. Hayvanları kurtarmanın işleri olmadığını düşünen -üstelik bunu bir halkla ilişkiler çalışması olarak düşünen üstlerine kıyasla haklı olan- o çok sert albayın yumuşaması bir yana, kurtarmaya katkıda bulunduktan sonra kendisini iyice balinalara adayan patron, naiflik adına, inandırıcılığın da iyice kaybedildiği unsurlar aslında. Boş durmak ve iddiaya girmek dışında bir şey yapmadığını gördüğümüz Sovyet gemisi de, hayvanlar sözkonusu olunca herkesin yumuşaması kapsamında devreye giriyor…´