Demirkubuz, Yeni Filmini Anlattı

Diziler
Yeraltı’nın giriş sekanslarında aylaklık, kent insanının yalnızlığı, amaçsızlığı var. Bu senin yeni geldiğin bir nokta mı? Yoksa ‘Kader’de daha farklı bir karakter görüyoruz. Bunun s...
EMOJİLE

Yeraltı’nın giriş sekanslarında aylaklık, kent insanının yalnızlığı, amaçsızlığı var. Bu senin yeni geldiğin bir nokta mı? Yoksa ‘Kader’de daha farklı bir karakter görüyoruz. Bunun sebebi seçtiğin yer mi?

Aynen öyle; seçtiğin yer. Kader, kahramanların yaşadığı kenar mahalle itibarıyla arkadaşları var. En kötü zamanlarında bile konuşacağı kimseler var. Ama Yeraltı’nda Muharrem, koca şehirde yapayalnız. İşten çıkınca yapacak hiçbir şeyi yok. Onun trajedisi bambaşka. Seçilen kahramanın kendisi ve mekânla ilgili bir durum.

Dostoyevski’nin sara hastası olduğu ve hatta ondan zevk aldığı söylenir…

Söylenti değil, gerçektir. Hatta saranın geldiği anı, cennetin beyazlığı olarak tasvir eder. Daha da ileriye götürüp "İnsanın kendine bağışlananın hakkını verebilmesi açısından sağlıklı insanın hiçbir anlamı ve duygusu olamayacağını; bu anlamın ancak sağlıksız, dert çeken adamla ortaya çıkabileceğini söyleyip sağlıklı insanlardan nefret ettiğini bile söylüyor.

Muharrem’de de biraz var aslında bu durum. Finaldeki o cinnet hali ya da yemek sahnesinin sonunda kendinden geçmesi gibi…

Muharrem’i yazarken hiç böyle bir şey düşünmedim. Ama sen bunları söyleyince aklıma geldi. Bizim Muharrem sara hastası değil. Fakat şöyle bir cümle kurabiliriz. Sara hastalığının karşılığına denk düşen bir benlik var adamda.

Muharrem, ruhsal sara hastalığı gibi bir durum yaşıyor. Madem insan akli bir varlık; bir acıdan şikâyet etse de, özellikle ruhsal acılarını sürdürmeye meraklı olduğunu düşünürsek demek ki bundan aldığı bir zevk var. Bunun verdiği şey de, bu sayede benliğini, varlığını daha çok hissediyor. Aşağılanan bir insan, ‘aman sen de’ deyip unutabilir de. Fakat onu unutmayıp geceler, yıllar boyu bunu sürüdürüyorsa, sadece utanç, gurur veya kibirle açıklanamaz. Bunların arkasında gizlice aldığı bir haz da var.

Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ kitabında ortaya koyduğu mesele, insana dair bu kadar derinden bir şey söylemesinin nedeni buydu. Muharrem’in de yemekteki aşağılanmayı sürdürme ısrarı bununla ilgili. Tıpkı bir sara hastasının yaşadığı gibi o aşağılanmdan bir cennet çıkarıyor kendince.

Yemek sahnesinde daha önce hiç yapmadığın bir şey yapıyorsun, geri sarma. Neden böyle bir tercih?

O sahne, Muharrem gibi zayıf bir adamın dışta gösterdiği ile içte sakladığı arasındaki derin uçurumun farkını ortaya koymak içindi. Orada flashback ya da Haneke’nin yaptığı gibi gerisarma yapabilirdim. Ama bu yöntem, Muharrem’in insanî yönünü, gösterdikleri ile sakladıkları arasındaki farkı daha iyi ortaya koyuyordu.

Kader ve Masumiyet’te sürekli aşağılanan, itilen bir Bekir var. Hatta öyle bir duruma geliyor ki, âdeta Yunus’a dönüşüyor. Acı ve çile neticesinde bir ermişlik durumu var…

Nedim, kafamı açıyorsun sen bu konuda. Şimdi ben Bekir ile Muharrem arasında ilişkiler kurmaya başladım.

Enteresan değil mi ama?

Tabi. Anlamı farklı, fakat süreçleri aynı diyebiliriz.

Yeraltı’nda yoğun bir dış ses kullanımı var. Neden kullandınız? Maddi bir güçlüğü aşmak için mi?

Önce dış seslerin hepsini attım. Etkileyici cümlelerin sıralanmasıyla ayrı bir yere gitmesini de istemedim. Derdimi sahnelerle, oyunculuklarla, diyaloglarla, yani doğrudan sinematografik ögelerle anlattım mı anlatmadım mı, ona baktım.

Buna karar verince, onun güveniyle bunları koydum. Kullandığım cümleler, mesele olarak filmin çekilmesine neden olan cümlelerdi. Anlatamadığım şeyleri açıklamak için, yani bir çare olarak koymadım o dış sesleri. Filmden o sesleri çıkarsak da hiçbir şey değişmez. Onlar ekstradır; biraz daha filmi güzelleştirme ve Dostoyevski’ye saygıdır.

Senin filmlerinde sese yüklediğin anlam ile görüntüye yüklediğin anlam arasında bir kot farkı var. Ses, görüntüden daha önde gidiyor. Yer altı’nda daha baskın bir şekilde görüyoruz bunu…

Çok ilginç bir şey; bu kadar şeye kafa patlatmış adam Nedim Hazar da bunu söylüyor; arkadaşlarının ‘bu aşk hikâyesi’ demesiyle Kader’i izleyen Ankara’da bir kız mail atmış, aynı şeyleri söylüyor. ‘O sesler nasıl öyle’ filan demiş. Bu inanılmaz hoşuma gitti. Hem senden duyuyorum hem de öyle bir insandan duyuyorum. Bu kendi başına bir mesele olarak ele alınabilir. Ama kabaca söylersem, hikâyelerimden önce bir meseleyi ortaya koyma arzumun arkasında gerçeklik yatıyor. Bir insanın şahsiyeti neyse davranışları da odur. Sinemada da özü budur.

İster sinema yap, ister kahvede arkadaşlarına bir hikâye anlat; mesele aynı meseledir. Sadece teknikleri, durumların şekli değişir. Benim hareket noktam, filmimi hangi niyetle, hangi amaçla, neyin peşinde olduğumu bildikten sonra ortaya koyduğum meselenin şeklini ve nasılı benim ahlakımla ilgili bir konu.

Dolayısıyla ben seslere de, görüntülere de böyle bakıyorum. Hatta fazla ileri gitmeyeyim diye ne yapmayacağımı bile çok düşünüyorum. Önceki filmlerimden farklı olmasının teknoloji ile de ilgisi var. Artık istesen de bazı kameralarla çekemiyorsun.

Ses bankalarında eskiden bin ses varken şimdi yüzbin ses var. Olanaklar genişliyor. Ama bu bolluğu meselemden bağımsız düşünüp fazla fazla kullanmıyorum. Yeraltı’nda, artistik gibi görünen seslerin hepsi kayıttır. Mesela, arada bir gıcırt yapan ses, çalıştığımız apartmanın hidrofor sesi. Sen Nedim olarak evreni nasıl dinlediğinle alakalı düşünüyorsan öyle şeylere ulaşıyorsun. Bak şimdi, filmin en etkili bulunan altgeçitte kullanılan müzik. Müzik değil o. Oradaki sesi herkes müzik ya da tasarım sanıyor.

Kayıt o yani?

Evet, o ses, altgeçitteki tuvaletin demir kapsının açılıp kapanırken çıkardığı sestir. Tasarım, kurgu ya da efekt değil.

Ama onu duyup kullanabilmek için Zeki Demirkubuz olmak lazım…

Biraz şanstan da bahsetmek gerek. Bir sesi kendine has, şahsiyetli bir şekilde dinleyip de meseleni endeksli bir şekilde duymaya başladığın zaman duyuyorsun bunları. O ses, düz dinlediğinde herkesin apartman kapsından bildiği bir ses. Baya, kötü bir tuvalet kapısının gıcırtısı. Kurgu sırasında dinlediğimde o sesi duydum. Orada, Alman bir rock grubunun faşizan bir parçasını kullanacaktım; ama o sesi duyunca gerek kalmadı.

Kader’deki müthiş bayrak gölgesi sahnesinin benzeri Yeraltı’nda da var. Otel odasındaki o gölge oyunu nasıl ortaya çıktı?

O zaman onun babası olan Kader’deki sahneden başlayayım. O akşam, çekim için bir dükkânın kapanmasını bekliyoruz. Beşiktaş maçını izledim, yenilmişti. Alsancak’taydım, yürüdüm biraz, Karşıyaka’ya bakıyorum.

Sesler duymaya başladım, iplerin, bayrağın sesini duydum. Yukarıya baktım, bayrağı gördüm. Önüme döndüm, bir anda gölgeleri fark ettim. O anda müthiş bir heyecan duydum, hemen çocukları çağırdım ve öyle çektik. Ve bana göre, Bekir’in durumunu bir resimle anlat deseler ben o sahneyi seçerim. Yeraltı’ndaki otel sahnesi de böyle çıktı. Önceden kurmadım. O sahne, iki mumla çekildi, ışık kullanılmadı. Mumun gölgelerini hiçbir ışık yapamaz. Meselesine sadık bir adamın bir anda gördüğü bir şey diyebilirim. Doğaçlama çıkıyor bunlar. Ne aradığını bilirsen bahanesini mutlaka bulursun.

Veli Küçük yargılandığında şaşkınlık ve heyecan duymuştunuz. Şimdilerde 12 Eylül ve Kenan Evren yargılanıyor. Sevinenler kadar, ‘sevinemeyen’ler de var. Siz o dönem işkence görmüş biri olarak sevinebildiniz mi?

Hayır. Nedeni de şu: Bazı şeyler başta niyet ve amaç olarak deklare edilseydi ve bu bana ulaşsaydı olurdu. Bu ülkenin gerçeklerinin bir anda değişemeyeceğini çok iyi biliyorum. Ben bu ülkede Veli Küçük’e dokunulamaz diye öleceğimi düşünüyordum. Evet, bunlar oldu. Ama şu da oldu, hükümetin yaklaşımına baktığımda gördüğüm şey, bir adalet duygusunun yerine getirilmesi yok.

Anlaşılabilir ama ahlaki bulmuyorum. Kendi varlığına açık tehdit olma suçu değil, potansiyel mecralarla uğraşmayı görev saydığını görüyorum. İlk dönemler böyle olması normaldi. Bundan da çok, bunu sembolik bir anlama yönelttiler. 28 şubatı, Susurluk, 12 Eylül’de sivillerle ilgili neredeyse hiçbir davanın açılmaması, 12 Eylül’ün sadece Tahsin Şahinkaya ve Kenan Evren’e indirgenmesini ben hiç inandırıcı bulmuyorum. Bu ülkede hâlâ Cumartesi Anneleri var.

Onlar haricinde binlerce insan var, kayıp. Ama hükümetin kendine 10 sene önce bir devrim yapmış havası verip ki 12 Eylül’ün seçim sistemiyle iktidara gelmiş olmasına rağmen- bir taraftan bir devrim duygusyla bizden önce, bizden sonra falan deyip vaatlerde bulunup bir taraftan da bu meseleyi bu şekilde ele alması bana inandırıcı gelmiyor. Yoksa ben 12 Eylül konusunda Kenan Evren’e karşı da bir vicdan taşınması gerektiğini söylüyorum.

Zaman