Yeni statüko mu yeni Türkiye mi?

Olaylar
Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Salih Tuna, Leyle İpekçi, Akif Emre; Star’dan Saadet Oruç, Mahir Kaynak, Hakan Albayrak; Sabah’tan Engin Ardıç, Okan Müderrisoğlu ve Vatan’d...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Salih Tuna, Leyle İpekçi, Akif Emre; Star’dan Saadet Oruç, Mahir Kaynak, Hakan Albayrak; Sabah’tan Engin Ardıç, Okan Müderrisoğlu ve Vatan’dan Ruşen Çakır  bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Ali Bayramoğlu: Yaralı dallar

Bu toplumun yaralı dalları var.

Yaranın ardında ise tedaviye muhtaç üç derin hastalık var…

Bunlardan birincisi ‘simgesel bozukluk’tur.

Bu hastalığın esiri kişi, kesim ve sistemler, kendi dünyalarına ait kültürel işaret ve tarzları, anlama, algılama, denetleme, yandaş ya da öteki kılma aracı olarak kullanırlar. Bizde bu bozukluk, siyasi bir ihtiyacı karşılama, nevi şahsına münhasır ya da otoriter bir laiklik anlayışı üzerinden bir kültürel, hatta ekonomik tekel sahası oluşturma işlevi görür.

Kamusal alan olarak adlandırılan işte bu biteviye büyüyen tekel sahadır.

O zaman bu sahaya giriş ve çıkışlar ‘sembolik uygunluk kriter’ine tâbi olur. İslami kimliğin siyasal ve kamusal hayatın dışında tutulmasını bu sembolik denetim sağlar.

İkinci hastalık ‘din-dogma ilişkisi takıntısı’dır.

Din-dogma ilişkisi, dinin ataerkil bir yapıyı simgelediği, her unsuruyla ilerlemenin ve ilerlemeciliğin karşı kutbunu oluşturduğu inancını ifade eder.

Bu bakış açısı sadece dindarı değil, aynı zamanda dini de kuşatır.

Bu çerçevede din, insan-inanç ilişkisinden çok toplum-siyaset ilişkisi açısından ele alınır. Örneğin başörtüsü genel olarak zor yoluyla, gelenek baskısıyla, erkek emriyle kuşanılan bir giysi olarak açıklanır. Bu çerçevede makbul olan dindarlaşmayan dindir. Tersi ise her anlamda tasfiye edilmesi gereken bir tehlikedir. Bu bakış için dindarlık sadece geriyi ve gericiliği değil, cehaleti ve gelişmemişliği temsil eder.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Salih Tuna: Bahçeli – Kılıçdaroğlu şok telefon görüşmesi

Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olabilmesi için kimseciklere ihtiyacı yok; zira yaptıkları ortada.

Göz var, izan var!

Bu millet 30 yıl boyunca akan kanı ‘barış süreciyle’ durduran, IMF’nin direktifleri doğrultusunda bir gecede bilmem kaç yasa çıkartmak zorunda kalan Türkiye’yi IMF’ye borç verecek düzeye çıkaran bir lideri değil de Mısır’dan ‘ithal’ edilen bir profesörü (özellikle ‘profesör’ diyorum, çünkü seçim görsellerinde aynen böyle yazıyorlar) neden cumhurbaşkanı seçsin?

Siz bu milleti ne sanıyorsunuz?

Hiç lafı dolaştırmayalım; bütün mesele, Erdoğan’ın yüzde kaç oyla cumhurbaşkanı seçileceğidir.

Bu bakımdan ‘Tayyip için Ekmeleddin’ diyen birileri var ya, hepten haksız sayılmazlar.

Çünkü ‘profesör’ün her hali Erdoğan’ın oy yüzdesinin artmasına yarıyor.

Mehmet Akif’in kabrinin başındaki ‘gaf’ denilemeyecek derecede vahim hali mesela.

Gerçekten çok ilginçti.

O kadar ki, nahoş bir telefon görüşmesi veya hiç uygun olmayan bir görüntüsü veya cumhurbaşkanı adayı olma serüveni bir şekilde medyaya sızsaydı bence bu kadar etkili olmazdı.

Nasıl anlatsam…

Ekmeleddin Bey, ‘Cumhurbaşkanı olmak herkesten çok sizin hakkınız. Benim de bu ülkeye bir katkım olsun istiyorum; söyleyin lütfen sizin için ne yapabilirim…’ deseydi; Erdoğan’ın cevabı en fazla, ‘Siz bu yolda lütfen devam ediniz profesör, varlığınız yeter!’ olurdu.

Galiba daha fazlasını istemezdi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Leyla İpkeçi: Acıyı seyirlik kılmak da zulüm

Günler, haftalar geçiyor. Gazze’de halen insanlar hunharca katlediliyor. Bebeklerin, çocukların delik deşik olmuş bedenlerini, ihtiyarların tevekkülünü, kadınların içe akıttıkları kanlı gözyaşları seyrediyoruz. Bir gün sonra içlerinden hangisi öldürülmüş olacak bilinmiyor. Ama bu görüntüleri evimizdeki bir ekrandan izleyip bir yandan da hayata kaçınılmaz olarak devam ediyoruz.

Vurdulu kırdılı bir film seyrediyormuşçasına kanıksıyoruz şiddeti. Görüntülerin tahakkümü acıyı seyirlik hale getiriyor. Yavanlaştırıyor, birörnekleştiriyor. Üzülmeye, empati kurmaya, dayanışmaya fırsat vermeden hemen başka bir görüntü başlıyor ekranda. İzlemek tanıklığa dönüşemiyor, vicdanların üzerini örtmeye yarıyor ancak. Derken bir bakıyoruz her yer kan çanağına dönmüş.

Türkmenler, Uygur Türkleri, Suriyeliler, Iraklılar, Afganlar, Mısırlılar, Ukraynalılar… Hepsi zulüm içinde. Haberdar edildikçe umursamaz hale geliyoruz. Çünkü zaten bu dünya düzeninde ne yapabiliriz ki! Ne imza vermek, ne bildiri yayınlamak, ne sokakta gösteri yapmak… İsabet etmiyor zorbalığa. Durduramıyor.

İki boyutlu ekranın perdeleyici görselliğinde olup bitiyor her şey. Bütün savaşlar ekranın gerisinde. Bütün zulümler… Değmeden geçip gidiyor, gidecek… Sanıyoruz. Başkasının acısı bizim yaralarımızı kanatmıyor. Ve masum kanlar dökülmeye devam ediyor. Bugünün dünya düzeni bu.

Diplomatik söylemlerin, insansız uçakların, salkım bombalarının, kimyasal silahların, fiber optik kablolarla taşınan kara propagandaların düzeni. Bir tuşla katil olduğunuzda kimsenin sizden hesap sormadığı bir düzen. Gidip bizzat savaşmak / direnmek dışındaki diğer her yol bizi seyirci kılıyor, pasifleştiriyor, ‘güçlü olan haklıdır’ diyerek rehin bırakıyor bizi küresel zalimlerin buyruğuna.

Görsel çağın bize sunduğu saklı şiddet; savaşları izlemeye mahkum edilişimiz. Bir örtülü şiddet daha var ama: ‘Medeni dünya’nın çocuklarını yıllardır ‘efsunlayan’ sanal oyunlar. Bu oyunların bir çoğunda hayvanları, insanları, kıpırdayan her şeyi vurdukça puan kazanıyor, zafer kazanıyor çocuklar. Katil olmanın zevkine ergen olmadan varıyorlar.

İsrailli bir keskin nişancı, ‘Bugün Gazzeli 13 çocuğu öldürdüm’ diyerek instagram’da fotoğrafını paylaşmış iki gün önce. Devamında da küfrederek Müslümanları cehenneme göndereceğini belirtmiş. Gerçi gelen tepkiler onu ırkçı olmakla itham edince hesabından bu mesajı silmiş. İnternet kullanıcılarının söz konusu fotoğraf ve mesajı kaydetmesi sayesinde konu haber sitelerine taşınmış. Hepsi bu; telafisi mümkün, vazgeçilebilecek bir ırkçılık suçu. Ya insanlık suçu?

Yazının  devamını okumak için tıklayınız

Akif Emre: Taş ve ruh yahut Sinan

Taş evlerin arasında kıvrılan dar sokaklarda dolaşırken belli bir ritimle tekrarlanan sesle başımı yukarıya kaldırdım. İnsan elinden çıktığı belli olan ritmik ses melodi değildi ama metalik bir soğuklukta da değildi. Biraz daha dikkat kesilince ritmin iç sesini, melodisini yakaladım. İşte her biri bir ustalık eseri, taş işçiliğin özenle bina ettiği taş evlerden birinin damında bir taş ustası taşa şekil veriyordu. Önünde yöreye özgü işlenmeyi bekleyen taşlar… Yere, daha doğrusu üst sokakla aynı seviyedeki dama oturmuş, uzunca bir taş parçasını bir eliyle belli bir açıda tutuyor, diğer elindeki aletle kendine özgü ritimle taşı yontuyordu. Adeta taşı üzmek istemeyen tatlı sert darbeler… Birden başka bir perspektifi keşfedecektim. Taş ustası büyük bir itina ile adeta taşla konuşur gibi ona şekil verirken geri planda tüm ufku dolduran Erciyes yükseliyordu. Arada bunca mesafeye rağmen Erciyes’in muhteşem görüntüsü altında (gölgesi altında mı demeli) taşa şekil veren taş ustası…

Sinan’ın doğduğu köye ilk gittiğimde hafızamda kalan bu görüntüyü hiçbir zaman unutmayacağım. Kim bilir kaç yüzyıl, hatta kaç bin yıldır bu toprağın ruhu o taşa kendinden bir şeyler üfledi. Erciyes’in perde perde beliren görüntüsü, kat kat arşa çıkan ihtişamından ilham alan ustalar hala bu geleneği sürdürüyor. Ağırnas’ı, Gesi’yi, Dimitri’yi gezenler hala ayakta duran o güzelim taş evleri görür. Bu evlerin taşlarına nasıl bir ruh üflendiğini hissederler. Erciyes’ten bir parça güzellik, bir parça ihtişam aksettirir o evler… Yine bu bölgeyi gezerken dikkatimi çeken bir husus: O taş işçiliğe sahip en yeni evlerin büyük kısmı 1950’li yıllara ait. Demek ki bu tarihe kadar o gelenek devam etmiş. Hala taş işçilik devam ediyor. Ama artık geleneksel ev mimarisi olarak taş malzemenin kullanıldığı konutlar pek yok.

Erciyes’in görkeminden ilham alarak taşa şekil veren o ustayı izlerken bir yonttuğu taşa bir de uzakta perde perde şekillenen Erciyes’in görüntüsüne baktım. Demek, beş yüzyıl evvel de Koca Sinan bu görüntüyle sanat ve estetik algısını şekillendirdi. Burada şiirselliğin zirvesine ulaştı. Sonra da bundan ilhamını alarak Süleymaniye’yi İstanbul’a kondurdu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Saadet Oruç: “Aferin, öldürmeye devam et İsrail” demeyen anti-semitik!

Söz bitti. Son olarak Ramazan Bayramı’nda İsrail’in Şucaiye, hatta Sabra-Şatilla’yı gölgede bırakan katliamlara imza attığını görünce, Star Gazetesi’nin dış haberler sayfasını yaparken, başka bir konuyu, hatta Gazze’nin kendisini bile yazmaya varmadı elim. Kapkara çıkmalıydı sayfalar.

İsrail, zulmüyle yazacak satır, söyleyecek kelime bırakmamıştı. İşin vahim noktası ise İsraillilerin önemli bir kısmının bu zulme tuttuğu alkıştı. Türkiye’den kaç Yahudi’nin İsrail ordusuna savaşmaya gittiği bilinmez. Ama bilinmesi gerekir. Bu konudaki merakımızı da buradan dile getirmiş olalım. Bir de klavye başındaki İsrail milisleri var tabi. Klavye silahşörlerinde, her diasporada görülen fanatik tutuculuk mevcut. Sosyal medya paylaşımlarında, Gazze’de havaya uçurulan bir elektrik santrali fotoğrafını paylaşan Rafael Sadi adlı İsrailli bir işadamının sayfasında  yapılan yorumlar kan dondurucu nitelikte. “Vur, kır, kes” yorumlarının yanında bir vicdan sahibi kalem, “durun ne oluyor” dediği anda, kendileri gibi düşünmeyenin üzerine çullanıyorlar. Ne anti-semitikliğiniz kalıyor, ne de faşistliğiniz!

Siz de sosyal medya platformlarında bu dehşet desteğe tepki verdiğiniz zaman, “hedef göstermiş” oluyorsunuz. İsrail’e, “aferin öldürmeye devam et, eline sağlık” demeyen her vicdan sahibi, bu kesimlere göre anti-semitik bir faşisttir.

Bütün bu tepkiler, binlerce kişinin takip ettiği sosyal medya platformlarıyla sınırlı değil. İsrail’de “yaşasın okul olmayacak, çünkü çocuklar öldü”  sloganlarının atıldığı sevinç gösterilerine dair haberleri gazetelerde okudunuz. İsraillilerin yüzde 4’ü bu operasyona tam destek veriyor.

Hitler döneminde orduya yardım toplamak için hazırlanan afişlerle, şimdilerde Yahudi ordusuna yardım toplama afişlerinin benzerliği de bir başka tüyler ürpertici paralelliği gözler önüne seriyor. Hitler faşizmiyle yarışan bir Yahudi faşizmi sözkonusu artık.

Gazze’de ambulansların giremediği mahallelerde ev ev dolaşıp, insanları katleden bir kafatasçı zihniyetle karşı karşıyayız.  Gazetecilerin çatışma bölgelerine girmesine engel oluyor, onları hedef alarak kameraları karartıyor İsrail. Saklıyor, çünkü katlediyor. Saklıyor, çünkü korkuyor. Saklıyor, çünkü amacı iddia ettiği gibi teröristlerle mücadele etmek değil, Gazze’deki Filistin varlığını silmek ve yerine kendi bayrağını dikmek… Bütün bunları yaparken de, “ateşkes müzakereleri” diyerek uluslar arası kamuoyunu oyalıyor. İlk haftalarda Batı’nın desteği sözkonusuydu. Ancak şimdi mızrak çuvala sığmıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mahir Kaynak: Seçimin sonucu

Sonuçla kastettiğimiz kimin kazanmasının daha yüksek bir ihtimal olduğunu söylemek değildir. Bu seçimin asıl sonucu ülkemiz siyasetine etkisinin ne olacağıdır. Bir ülkenin sınırları sadece siyasetin belirledikleri değildir. Bu sınırlar ekonomik, eğitim ve dış etkilerle de belirlenir.

Mesela İngiltere etkili olduğu ülkelerde kendi geleceğine hizmet edecek kişilerin yetişmesi için üniversiteler kurar ve bunlar kendileri tarafından yönetilir. . Bunun faydası buralarda eğitim görenlerin İngiltere etkisinde olacağının düşünülmesidir, bunu.yapan birkaç ülke daha vardır.

Amacım buralarda eğitim görenleri eleştirmek değildir. Sadece etkili olmanın yollarından birini söylemeye çalışıyorum. Çünkü bu okullarda eğitim görenler şüphesiz kendi ülkelerine hizmet ederler, ancak o ülkeye karşı da olumsuz bir tavırları olmaz. Büyük güç olmanın ikinci özelliği ekonomiktir. Eğer bir ülkeyi ya da bir çevreyi kendi ürettiklerinize muhtaç hale getirirseniz bunları da etkilersiniz. Bunun dışında işbirliği yaptığınız ülkenin sizinle birlikte daha güvenli olacağını düşünmesidir.

Bu konuyu tartışmamın nedeni Erdoğan’ın benzer bir projeye sahip olduğu ve kendi partisinde bile bunun tam anlamıyla kabul edilmeyeceğidir.Çünkü bu partinin gücünde liderinin payı büyüktür. Şimdi bir alternatifi analiz edelim. Erdoğan parti liderliğinden ayrılırsa bu partinin gücü devam eder mi, siyasetinde bir farklılık olur mu?

Geçmişte Erdoğan’ı tasfiye amacı taşıyan, AK partinin kapatılması yönünde bir kitap yazmıştım. Bu parti kapatılır ve istenmeyen kişiler tasfiye edilirse yeni bir parti kurulacağını söylemiş adına da PAK parti olabilir diye bir mizah eklemiştim. Asıl soru, Erdoğan seçimde Cumhur Başkanı seçilirse, AK Parti ne olacak ve bölgesel bir güç olma hedefine yönelecek mi? Bir ihtimal AKP içinde farklı görüşte olanlar ya da ilişkileri farklı olanlar yeni bir parti kurabilirler . Merkez sağda böyle bir hazırlığın olduğunu da sanıyorum.Diğer taraftan CHP eski düşüncesi ve kimliği ile ortama uyamaz bu sebeple yeni bir düşünce ve bunu temsil eden bir liderle yeniden güçlü bir alternatif oluşturabilir. MHP’nin bölgesel güç olma konusunda bu gün için uygun bir ideolojisi yok. Onların da bu gelişmelere uyan ideollojiler geliştirmelerinin gerekli olduğu kanısındayım.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hakan Albayrak: İhsanoğlu, Dumanlı ve Sözde Nasrullah’a sorular

Konumuz Gazze. Konumuz Filistin. Konumuz Siyonist İşgal Rejimi’ne direniş. Peki, “Direniş Hattı”nın yılmaz savunucusu Hasan Sözde Nasrullah ve adamları nerede, kime karşı ve ne için savaşıyor? Suriye’de, Liva-ut Tevhid ve Ahraruşşam gibi antisiyonist devrim gruplarına karşı, Allah düşmanı katil şebbiha düzeni için savaşıyor. O düzeni değiştirmek isteyen mücahitlere direniyor. İran basınından öğrendiğimize göre “Araplarla bütünleşmek isteyen Türkiye’yi durdurmak için Irak ve Suriye’de hat çekildi”; demek ki Araplarla bütünleşmek isteyen Türkiye’ye de direniyor bunlar. Ve demek ki “Direniş Hattı” dedikleri şey İsrail’e direniş hattı değil İttihad-ı İslam’a direniş hattı.

Yok mu öyle bir şey? “Biz, İsrail’e karşı mücadelemizde velinimetimiz olan Esed rejimini sadece ve sadece bu mücadelemizi layıkıyla sürdürebilmek için savunuyoruz” mu diyorlar? Filistin’in hatırı için mi bu rezillik? Öyleyse Sözde Hizbullah’a (özde Hizbulesed’e) birkaç soru:

1.Filistin Direnişi’nin liderliği -Hamas kadroları- Suriye Devrimi’ni destekliyor. Fetih örgütü de Suriye Devrimi’ni destekliyor. Filistin halkının tamamına yakını bu iki örgütle beraber. Yani ki Filistin -direnişçisiyle direnmeyişçisiyle- sizin Suriye’de savaştığınız devrimci grupların yanında. Dolayısıyla sizin karşınızda. Filistin’i Filistin’e rağmen mi kurtaracaksınız?

2.”Filistin’i Filistin’e rağmen mi kurtaracaksınız?” diye sorduğuma bakmayın; ana davanızın Filistin olmadığını biliyorum. İran’ın silahlı diplomasi unsurlarından birisiniz siz. Göreviniz, İran’ın savunma hattını mümkün mertebe uzakta tutmaktan ibaret. Sözde Nasrullah’tan önceki genel sekreteriniz Tufeyli diyor ki (birçok demecinin hülasasında): ‘Ben, Siyonistlere karşı sürekli savaştan yanaydım. İran ise kendi çıkarları gereği uzlaşmacı bir çizgiden yanaydı. Onun için beni Hizbullah’ın başından aldılar, yerime Nasrullah’ı koydular.’ Doğru değil mi bu? Doğru değilse, 2006’dan beri İsrail’e tek kurşun bile sıkmamış olmanızın sebeb-i hikmetini nasıl izah edersiniz?

3.2006’dan beri İsrail’e tek kurşın sıkmadınız, ama Suriye’de zamanın Yezid’i Esed’in katil sürüleriyle beraber Müslümanların üstüne “Yâ Ali! Yâ Hüseyiyn!” diye diye bomba yağdırıyorsunuz, sanki İmam Ali ve İmam Hüseyin (radyallahu anhum) hâşâ Yezid’liğin önde gidenleriymiş gibi! Mantığınızı anlamaya çalışıyorum, yardımcı olun lütfen: İsrail’le daha iyi savaşmak için önce Suriye’yi emniyete almamız lazım diyorsanız, Suriye ‘emniyet’teyken, evet, 2006’dan 2011’e karşı niçin İsrail’le savaşmadınız? ‘Şartların olgunlaşmasını bekliyorduk’ diyorsanız, şartların tam olarak ne zaman ve nasıl olgunlaşacağını anlatır mısınız lütfen?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: İnsaf da şart

Raymond Chandler’i okudunuz mu? Amerikan detektif romanları edebiyatının “klasik” sayılan babası (bir diğeri de Dashiell Hammett), ünlü hafiye Philip Marlowe’un yaratıcısıdır. 

İşte bu Chandler’in çok sevdiğim bir lafı var: “Hiçbir yazar herkesi memnun edemez, hiçbir yazar buna kalkışmamalıdır.”

Öyle ya, birşeyleri eleştirsen iktidar bozulur, övsen de muhalefet… 

Şimdi “eğitim sorununu” yazmaya kalkan ne halt etsin mesela?

Halk cahil, eğitim şart ya… Kemalist rejim halkı ne güzel eğitmişse, doksanıncı yılda halk gene de cahil! Bir eğitilse oyunu koşa koşa CHP’ye verecek ama eğitilmiyor ki…

“İktidar sizdeydi, niçin eğitmediniz” sorusuna cevap veremiyorlar, papağan gibi tekrarlıyorlar, halk cahil, eğitim şart.

Şimdi, on iki yıllık AKP deneyiminden sonra, Kemalistler kafayı her zaman olduğu gibi gene Kuran Kursları’na takmışlar.

Bu kurslara katılmada yaş sınırlaması kaldırılmış. Oysa 28 Şubat rejiminin “bin yıl sürecek” sanılan atılımlarından biriydi!

Ne garip, bu “bin yıl” sloganı aslında Alman Nazi Partisi’ne aitti… “Bin yıllık yeni nizam”… O zamanlar “düzen” kelimesi henüz icat edilmemişti, “nizam” deniyordu…

O nizam on iki yıl sürdü, bizimkilerin nizamı da beş yıl. 

Arapça dersi zorunlu kılınmış bu kurslarda… Arap ülkeleriyle iş yapacak herkes, işadamından gizli servisine kadar “aman bize Arapça bilen eleman” diye kıvranır, bizim muhalefet Arapça’ya gıcık kapar. Çocuk Kuran okuyacak ama Arapça bilmeyecek. (Okumasın diyecekler de dilleri varmıyor.)

Türban serbest bırakılmış… Atatürk ilkeleri dersi kaldırılmış… 

Böylece memlekete şeriat gelmiş de farkına varmamışız.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Okan Müderrisoğlu:Yeni Statüko mu Yeni Türkiye mi?

Cumhurbaşkanlığı seçimi için son düzlüğe girildi. Adayların kampanya süreçleri ve ülke genelindeki rotası, bazı gerçekleri gün yüzüne çıkardı. Daha doğrusu, siyaset yapma ve üretme biçimlerinin seçmen nezdinde güncellenmesini sağladı.

Seçim için seferber edilen imkân ve kaynakların tartışılması bir yana, hangi adayın tam saha çalışma yaptığı ve tabanda karşılık bulduğu diğer yana. Nedenlerine gelince… 

 Başbakan Tayyip Erdoğan, AK Parti’nin güçlü desteğinin yanı sıra Türkiye’nin dört bir yanında halk nezdinde gördüğü ilgi ve sevgiyle ayakta. Gittiği her ilde ciddi taraftar kitlesi ile buluşabilmekte, İstanbul’da söylediğini Diyarbakır’da da tekrar edebilmekte. Yeni Türkiye vaadi ile rakiplerinden ayrışmakta. 

 Ekmeleddin İhsanoğlu, tek başına götürdüğü propaganda faaliyetlerinde ancak son birkaç günde kendisini yarışa iten partilerin kısmi katkısını alabildi. İhsanoğlu’nun en büyük handikabı, teknokrat kimliği ile sahneye sürülmesi ve “Eski Türkiye’nin Cumhurbaşkanı profili” çizmesi oldu. Kişisel çabasıyla toplumun farklı kesimlerine hitap etme arayışına girmesine rağmen sadece CHP ve MHP’nin nispeten varlık gösterebildiği merkezlere gidebildi. Oralarda da halktan izole vaziyette, dar seçmen grubunun doldurduğu salonlarda konuşabildi. Mesajlarında seçicilik, hedefe odaklı tarz, gelecek umudu ve heyecan neredeyse yoktu. Giderek, Tayyip Erdoğan karşıtlığının asabiyet kanallarına sıkışıp kaldı. 

 Selahattin Demirtaş ise etnik milliyetçilik kalıplarını kırma denemesi ile dikkati çekti. Dili ve üslubu değişse de toplumu samimi olduğuna ikna etmesi çok güç. Onun da seçim gezilerinde gittiği noktalar, Dersim sürgünü Kürtler ile 1990 sonrası batıya göç eden nüfusun yoğun olduğu il ve ilçelerdi. Sisteme entegre olmuş Kürtleri uyandırma, Alevi topluluklarını konsolide etme, Doğu ve Güneydoğu’daki Kürtleri yüzde 10 seçim barajını aşacak şekilde bilinçlendirme faaliyetlerine ağırlık verdi. Kürt sorununun siyasi zeminde, çözüm yolunda rol model haline gelebileceğini gösterdi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ruşen Çakır: “Cemaat yatırılmış, boğazına bıçak dayanmışken…”

Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasındaki savaşın medya ayağında ilginç şeyler yaşanıyor. Örneğin bu süreçte, medyada hükümetin yanında durup Cemaat’e acımasızca saldıranların büyük kısmı İslami hareket geçmişine sahip değil, diğer bir deyişle iktidar trenine yakın zamanda atlamış kişiler. Buna karşılık İslamcı kimlikleriyle temayüz etmiş kalem erbabının çoğunun Cemaat’e karşı daha dikkatli ve ölçülü eleştiriler getirdikleri söylenebilir ki bu tutumun Başbakan Erdoğan’ı hiç memnun etmediğini farklı vesilelerle öğrendik.

Diğer tarafta ilk dikkatimizi çeken, özellikle 17 Aralık 2013’ten itibaren Cemaat yayınlarının ve Cemaat ile organik bağları olan isimlerin hükümete karşı bilfiil cephenin ön saflarında yer almaları. Halbuki Ergenekon, Balyoz, Şike, KCK gibi davalarda ilk olarak Cemaat’le özdeşleşmemiş yayın organları ve gazeteciler ortaya atılır, onların temizlemiş olduğu mayınlı sahaya Cemaat medyası ve gazetecileri de girerdi. Her ne kadar yeni dönemde durum değişmiş olsa da değişmeyen bir şey var: Cemaat’i hükümete karşı savunmada “dışarıdan” isimler çok daha etkili oluyor: Ahmet Turan Alkan, Nazlı Ilıcak, Mümtazer Türköne, Ali Bulaç ve bir ölçüde Şahin Alpay.

İlk kurşunu kim attı?

“Cemaat yatırılmış boğazına bıçak dayanmışken, kimse benden cemaatin de şusu yanlış dememi beklemesin.” Ali Bulaç’ın bu sözleri Cemaat üyeleri tarafından sık sık dolaşıma sokuldu. Örneğin Cemaat’in özeleştiri vermesi gerektiğinde ısrar ettiğimde sık sık bu cümle karşıma çıkarıldı. Bulaç’ın tespiti çok göz alıcı ama birçok açıdan yanlış. Örneğin:

a) Öncelikle hükümetin Cemaat’i yatırmış ve boğazına bıçak dayamış olduğu tespiti çok abartılı. Bulaç bu sözü 22 Temmuz operasyonundan önce etmişti. Zaten 22 Temmuz operasyonun da çok başarılı seyrettiği söylenemez.

b) Öte yandan böyle bir cümleyi kurmuş bir kişinin, sıkıntılı olmadığı günlerde Cemaat’in yanlışlarını dinlendirmiş olması gerekir, ki hatırlamıyorum

c) Yine bu cümleyi kurmuş olan bir kişinin, yakın geçmişte Cemaat ve hükümetin birlikte Ergenekon, Balyoz, Şike, KCK gibi operasyonları düzenlediklerinde, yani “zanlıları yatırıp bıçağı dayadıklarında’ da benzer bir tutumu almış olması beklenir, ki yine hatırlamıyorum.

d) Kaldı ki bu bir savaşsa ki öyle- ilk kurşunu kimin atmış olduğu konusu hayli tartışmalı. Yani hükümetin durup dururken Cemaat’i tasfiyeye kalktığını ileri sürmek hiç gerçekçi değil.

Yazının devamını okumak için tıklayınız