Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Olaylar
Star gazetesinden Fehmi Koru, Mustafa Kartoğlu, Sibel Eraslan, Beril Dedeoğlu; Sabah gazetesinden Haşmet Babaoğlu; Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Ömer Lekesiz, Tamer Korkmaz; Akşam’dan Kur...
EMOJİLE

Star gazetesinden Fehmi Koru, Mustafa Kartoğlu, Sibel Eraslan, Beril Dedeoğlu; Sabah gazetesinden Haşmet Babaoğlu; Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Ömer Lekesiz, Tamer Korkmaz; Akşam’dan Kurtuluş Tayiz, Ufuk Ulutaş, Emin Pazarcı; Türkiye gazetesinden Melih Altınok bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Fehmi KORU;1 Mayıs’la ilgili bir dizi aykırı soru

Sabahın köründen beri muhalif TV kanallarında yapılan yorumları izleyip durdum; nicedir zihnimde beliren soruların hiçbirine aklı başında bir cevap alamadım… 

İşte ana soru: Uzun bir aradan sonra Taksim Meydanı’nı 1 Mayıs kutlamalarına açıp barışçı gösterilerin yapılmasına imkân sağlayan Ak Parti hükümeti bu yılın kutlamalarında neden farklı davrandı?

Herhalde 1 Mayıs’ı kutlayanları hor gördüğü için değil… 1 Mayıs’ı yeniden ‘emek bayramı’ adıyla tatil haline Ak Parti hükümeti getirdi.

Bazıları ‘güç gösterisi’ gibi yeni bir gerekçe kullandı bu yıl; devletin gücünü anlamamız için 1 Mayıs 2014 tarihini beklememiz gerekmiyor herhalde. Bu ülkenin vatandaşları beşikten mezara her fırsatta devletin gücüyle tanışmış insanlardan oluşuyor.

Şimdi de ikinci soru: 1 Mayıs evet önemli; çalışanı-çalışmayanıyla sayıları hiç de ihmal edilmeyecek bir kesim ‘emekçi bayramı’nı her yıl hasretle bekliyor. 1 Mayıs o kesim için nostaljik değere sahip. Peki de, 1 Mayıs, İstanbul’da Taksim Meydanı dışında bir yerde neden kutlanamıyor?

“Taksim’in simgesel önemi var” tezi 1977 yılı 1 Mayıs kutlamalarına atıfla ileri sürülüyor. Oysa o tarihte, ‘derin devlet’ diye de anılan bir güç 1 Mayıs’ı kutlamak üzere Taksim’e gelenlerden 37 kişinin ölümüne sebep olmuştu. Taksim Meydanı o olay yüzünden siyasi tarihimizde ‘kara bir sayfa’ teşkil ediyor ve bu özelliğiyle de bayram havasına ters düşüyor.

O kara günü anmak için her sendikanın temsilcisinden oluşan bir heyetin meydana siyah çelenk bırakması ve esas kutlamayı çok daha geniş bir alanda yapması daha makul olmaz mı?

Hayır, “Kutlamalar zinhar Taksim Meydanı’nda yapılmasın” diyenlerden değilim. Keşke, medya aracılığıyla atışmak yerine, her uygar ülkede ihtilâfların ortadan kaldırılması için başvurulan diyalog yoluyla çözüm yöntemi denenseydi. Meydan okuma diklenmeyi getirdi ve şimdi yaşadığımız ‘yasakçı’ görüntü 1 Mayıs’a egemen oldu.

Ne kadar yazık.

Yoksa zaten amaç bu muydu? Yani, Türkiye’de ‘yasakçı’ bir iktidarın varlığını dünya âleme göstermek mi?

Utanç verici bir düşünce, ancak muhalif yorumlara kulak verince birbiri ardına zihnime üşüşenler arasında en akla yakını bu soruda yatan fikir gibi geliyor. Gün boyu yabancı ajanslar ‘1 Mayıs ve Türkiye’ başlığı altında hep bu görüşü destekleyen haberler geçtiler ve bu arada yakın zamanda yaşanan başka toplumsal olaylara verilen tepkilerle sosyal medyaya yönelik kısıtlayıcı uygulamaları hatırlattılar.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mustafa Kartoğlu: TİB soruşturması ‘paralel yapı’yı çözecek en önemli 

Ankara Gölbaşı Cumhuriyet Başsavcılığı, “Telekomünikasyon İletişim Başkanlığında (TİB) bulunan önemli ve hassas bilgilerinin yabancı ülkelere aktarıldığı, sonra da bu verilerin silindiği” iddialarına ilişkin soruşturmayı başlattı. 

Hatırlayacaksınız, 5 Mart’ta bu haber STAR’a manşet olmuştu.

TİB, 23 Temmuz 2006’da faaliyete başladı. Tüm yasal dinleme izinleri bu kurumdan geçecek, kurum hakim kararlarını inceleyecek, itiraz edebilecek, uygun bulunursa dinlemelerin yapılması için güvenlik kurumlarına erişim iznini verecekti. Kurum, kısa sürede bu sistemi oturtacak teknik ve insan kapasitesine ulaştı.

Ancak bu kapasitenin sorgulanmasına neden olacak gelişmeler de aynı süreçte yaşanmaya başlandı.

TİB’in Emniyet İstihbarat ve bazı savcılardan, hakimlerden gelen yasal kılıflı yasa dışı dinlemelerin merkezi olduğu iddiaları 2009-10 yıllarında başladı. Örneğin, 7 Ağustos 2010 tarihli Milliyet gazetesinde‘Ürkütücü rapor’ başlığıyla bir haber yayınlandı. Yargıtay ve Danıştay santrallerinin dinlendiği iddiasıyla yürütülen soruşturmada kanıt bulunamamıştı, ancak TİB’deki incelemelerden gelen bilgiler ürkütücüydü:“Cumhurbaşkanlığı dahil herkes dinlenebilir; TİB’teki görevliler geçmişteki konuşmaların içeriğini değiştirebilir!”

Raporda şunlar yer alıyordu:

– Dinlemeler telefon numarası yerine telefon cihazlarının IMEI numarası üzerinden yapılıyor.

– Dinleme için tam 37 ayrı yöntem uygulanıyor.

– Yasal dayanağı yok ama TİB’deki tüm telefon konuşmaları Emniyet KOM Dairesi’nden geçiyor.

– Mevzuatta önleyici dinlemede kimlerin dinlemeyeceği açık değil; Cumhurbaşkanı bile dinlenebilir.

– Herkes her suçtan dinlenebilir.

– Tüm sabit ve cep telefonu operatörlerinin abone bilgileri tüm kolluk kurumlarında olmasına rağmen, savcı ve hakimlerde yok.

– TİB’de yönetici şifresine sahip olan bazı yetkililer geçmişe yönelik dinleme kayıtlarında (log kayıtlarında) değişiklik yapabilme imkanına sahip.

– Uydudan yapılan tüm görüşmelerin alınarak yurt içinde ya da dışında depolanması mümkün.

– Adli dinleme sayısının hızla artıyor. 2007’de 63 bin 576 olan adli dinleme sayısı 2008’de 90 bin 163’e, 2009’da 142 bin 135’e ulaştı.

– TİB’in işlemleri mutlaka hakim tarafından denetlenmeli.

Bu raporlar yazık ki dikkate alınmadı.

Ta ki 17 Aralık 2013’te yasadışı dinlemelerle doldurulan ‘istihbarat havuzu’ndan üretilen kayıtların hükümeti düşürmek amacıyla piyasaya sürülmesine kadar…

TİB’in yönetimi ve üst kadroları değiştirildi; yazılım ve donanım sistemleri mercek altına alındı. Merkez bina ve ek binalardaki tüm elektrik, internet gibi kablo sistemleri, kablosuz internet sistemleri, bilgisayarlar ve teknik altyapı donanımları, yazılımlar elden geçirildi. Sistemlerde ‘arka kapı’ erişimi sağlayan kablolu/kablosuz hat, ‘böcek’ veya ‘casus yazılım’ olup olmadığı araştırıldı. Dinleme kayıtları incelendi.

İşte yaklaşık iki ay önce STAR bu soruşturmada ortaya çıkan ilk skandal verileri haberleştirdi.

– TİB personelinin yüzde 90’ı ‘homojen’di; yani kurum ‘bir grubun’ hakimiyetine girmişti.

– TİB’in dinleme, izleme, kayıt cihazları ile bunların yazılımlarının çoğu, aynı gruba yakın şirketlerden alınmıştı. Bu şirketler servis ve yazılım güncelleme hizmetlerini de veriyordu. Dahası, kendi elemanları‘kurum çalışanı’ gibi TİB’de mesai yapıyordu!

– TİB’in 2012’den önceki dijital arşivi silinmişti. (Ancak yazılı hakim kararları, yazışmalar veya telefon operatörlerindeki kayıtlardan -imha edilmediyse- bulunabilirler.)

– Tüm dinleme bilgileri kopyalanmıştı.

– Elektronik sistemlerde ‘kullanıcının parmak izi’ olarak bilinen ‘log’ kayıtları silinmişti.

– TİB bahçesindeki uydu anteni yabancı bir uyduya dönüktü ve yüksek miktarda veri akışı gerçekleşmişti.

Aradan iki aya yakın zaman geçti.

Bu ilk tespitler ‘ete kemiğe’ büründü, delillendirildi.

Ve düğmeye basıldı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Her 1 Mayıs’ta...

Hiç uzatmadan söyleyeyim… İçinde yer aldığım ve en acı anlarına gözlerimle tanıklık ettiğim 1 Mayıs 1977’de başlayan süreç devam ediyor.

Nedir o süreç, anlatayım… 

Her 1 Mayıs’ta sol ile halk arasındaki mesafe açılıyor. Vuslat gerçekleşmiyor, tersine solun sosyolojik gurbeti iyice derinleşiyor. 

Dahası, her 1 Mayıs’ta, yani “emek ve dayanışma günü”nde doğrudan emekçilerle onların yanında olduklarını iddia eden solcuların dertleri de birbirinden ayrışıyor.

Kısacık bir bakış atmak bile 1 Mayıs’ın sembolik gücü ve demokratik etkisiyle emekçilerin talepleri arasındaki uçurumu görmeye yeter.

Gelecek kaygısı içinde ve sosyal haklarından yoksun sayısız insan bu gün gelince coşku duymak ve dayanışmak yerine tedirginliğe kapılıyor ve evine çekiliyorsa, durup düşünmek gerekir.

Öyle bir durum ki…

Yüz yıl sonrasının sosyal tarihçileri Türkiye’deki 1 Mayısları mercek altına alsalar, bu günün solu halkın gözünde “yabancılaştırmak” için kapitalistler tarafından bir komplo olarak uydurulduğuna inanırlar.

Yalan mı?

Bilirim, iyi bilirim; şimdi söylediklerime kızacak olanlar akşam kafayı yastığa koyduklarında dişlerini sıkarak da olsa beni onaylayacaklar.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Sibel Eraslan: Orta Afrika’ya Gelmez mi hiç bu “Üç Aylar”…

Regaib Günlerine erişmiş bulunuyoruz. Rahmet ve ikramın sağanak halinde yağdığına inandığımız bu bereketli aylar, Recep, Şaban ve Ramazan, bizleri Kadir Gecesi’ne bağlayacak inşallah. Bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’ne doğru heyecanlı bir geri sayım başladı artık… 

Oysa aynı anda, yani bizler sevinçler içinde kandil mahyalarını yakıp, birbirimizle selamlaşıp, birbirimizle ikramlaşırken, kandil simidi, helva, şeker dağıtırken çoluk çocuğa… Dünya atlaslarındaki bazı yerler, kan çanağına dalıp çıkıyor…

***

Haritadaki yerine hiç baktınız mı? Orta Afrika Cumhuriyeti diye bir yer var mesela… 

Nerededir Orta Afrika? Geçen yüzyıl boyunca varlığı bile meçhul, şu koca kıta Afrika’nın en orta yerinde midir misal… Öylece ortada kalakaldığı, bir başınalığa terk edildiği için mi ismi Orta Afrika’dır? Uçakla mı gemiyle mi gidilir oraya? Sesini kim duyar Yağmur Ormanlarının

Peki, hiç Orta Afrika’ya uğramadan mı geçecek bu kutlu zaman nehri? Yani Recep, Şaban, Ramazan… Kadir Gecesi’nde ta fecre kadar inip duracağı söylenen Melekler ve Ruh… İndiklerinde Orta Afrika’ya, görecekleri zulmü, acıyı, kederi, nasıl anlatacaklar Rablerine…  O rahmetten hiç pay düşmeyecek mi Orta Afrikalı çocuklara?

Birleşmiş Milletlerin bildirdiğine göre, ülkede 2,5 milyon insan acil yardıma muhtaç. 1 milyondan fazla insan gördükleri vahşet ve toplu kıyım karşısında evlerini terk ettiler. Havaalanına zorunlu olarak kurulmuş kampta 100binin üzerinde insan açlıkla pençeleşiyor. Camilere sığınmış insanlar, sığındıkları camilerle birlikte yakılıyor. Sivri uçlu bıçaklarla gözleri dilleri kesilen insanlar, işkencelerle hayatını kaybediyor. Palalarla doğranmış eller kollar, bacaklar… Dehşete kapılmış çığlıklar içinde kaçışan kadınlar ve çocuklar… Niçin bu? Çünkü Müslümanlar ve kendi ülkelerinde istenmiyorlar…

Uzun yıllar Fransız sömürgesi olarak kalmış Orta Afrika, 1960 yılında özgürlüğüne kavuşmuş. Güya. 60’dan bu yanaysa sömürge valileri, diktatörler ve cuntalar aracılığıyla kana bulanıyor. Çad, Sudan, Kongo ve Kamerun’la çevrili, denize kıyısı olmayan bir ülke Orta Afrika. Sayıları çok az kalmış Pigme’leri ve Yağmur Ormanlarındaki egzotik bitki ve hayvanlarıyla oryantal meraklarımızın, belgesel izleyiciliği ile safari hayallerimiz arasında saçaklandığı bir ülke… Vikipedi’de sadece dört satır. O kadar…

***

Yeryüzü Doktorları’ndan, Dr.Kerem Kınık Beyefendi, tam da mübarek üç ayların ilk günü toplu kıyıma uğrayan Orta Afrikalı kardeşlerimize dikkat çekti. Ekmekten ilk yardıma, insani himayeden tıbbi desteğe kadar her şeye muhtaç bu insanlar, kendi ülkelerinde mülteci konumundalar…

Kuranı Kerim’in çokça okunduğu, infakın yoğunlaştığı günlerdeyiz. Yakılmış yırtılmış Kuranı Kerim sayfalarını toparlayıp, zapzayıf elleriyle bir araya getirmeye çalışan o insanlara baktıkça… Ölümü, sığındıkları son camilerde bekleşen o kardeşlerimizi gördükçe… Benim ruhum kanıyor. 

Mütevazi bir kampanya başlatmış Yeryüzü Doktorları. Cep telefonunuza OAC yazıp 6612’ye gönderiyorsunuz. Bu; sadece 5 lira demek! Ama orada 10 kişinin 1 gün daha, fazladan yaşamasına denk! O da eğer henüz basılmamış bir kampa, henüz yakılmamış bir camiye sığınabilmişlerse… 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Beril Dedeoğlu: Ortadoğu’da seçimler

Irak’ta seçimler yapıldı, yakında Mısır ve Suriye’de de yapılacak. Bir yerde seçim yapılıyorsa, orada demokrasiye yaklaşıldığı tezinin çökmesi için yeterli üç örnek.

Irak’ta patlamaların gölgesinde geçti seçimler. Binlerce güvenlik görevlisi ortamı denetlemeye çalıştı. Özel araçlar trafiğe çıkmadı, hemen herkesin üzerleri arandı, Bağdat’a giden ana yollar ve havaalanları kapatıldı. Alınan önlemler savaş hali önlemleri gibi, ancak sadece seçimler yapılıyordu.

Bu durum bile Maliki yönetiminin ülkede iktidar sağlayamadığını göstermeye yetiyor. Kürtler üzerinde zaten bir egemenliği olduğu söylenemez. Sünniler oy bile kullanmak istemediler, Şiilerin yoğun yaşadığı yerlerde ise bir devlet varlığından söz etmek kolay değil. Maliki Şiileri bile bunaltmış durumda üstelik onlar üzerinde de fazla bir iktidarı yok gibi. Kısacası Maliki son derece denetleyici hatta baskıcı bir rejim kurmaya çalıştıkça ülkeyi daha da denetlenemez hale getirdi. İŞİD ve el-Kaide gibi örgütlerin güçlenmesinin önünü açtı, Kürtlerin kendilerini kurtarma, Irak keşmekeşinden ayrılma tasarımlarını güçlendirdi, Şiilerin de İran’a daha fazla yaklaşmasına yol açtı. Hani neredeyse yeniden dış müdahale yapılsın denecek.

Dimyat’a pirince giderken

Mısır’da ise iktidar seçimlerden galip çıkmak için muhaliflerini idama ya da ömür boyu hapse mahkum etme yolunu seçmiş durumda. 500’erli gruplar halinde Müslüman Kardeşler mahkum edilince, sayısını bilmediğimiz kalabalıklar polis-asker baskısı altına alınınca ortalık temizlenecek, hiç muhalif kalmayacak sanılıyor her halde. Aralarından bazılarını asınca da, gerisinin hizaya gireceği umuluyor olmalı. Asker-polis-yargı kıskacına alınmamış kesimlerin gideceği sandıktan çıkacak sonuç ise, zafer olarak ilan edilecek; seçilmiş cumhurbaşkanı gerim gerim gezecek.

Sorun şu ki, muhalif olarak görülen kesimler ortadan kalkmayacaklar; uygulanan her baskı onların büyümesine, güçlenmesine, radikalleşmesine ve daha da uluslararasılaşmasına yol açacak. Böylece ülkede ‘düzen’ sağlayacağını ileri süren kadrolar, çok daha büyük bir düzensizliğe yol açmış olacaklar. Hal böyle olunca da, yeniden bir uluslararası müdahale gündeme gelebilecek; tıpkı darbe sürecinde olduğu gibi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ali Bayramoğlu: Washington’dan Türkiye nasıl görünüyor?

Bir kaç gündür SETA Vakfı’nın düzenlediği bir toplantı vesilesiyle Washington’dayım.

ABD’den Türkiye nasıl görünüyor? ABD Türkiye’ye nasıl bakıyor?

Bu sorular her zamanki gibi önemli.

Hava malum: Türkiye-ABD ilişkileri eskiye oranla soğuk. Türkiye’ye bakış düne oranla oldukça eleştirel…

Bunun nedenlerini Amerikalılar resmi dillerinde ve temaslarda şöyle sıralıyorlar:

‘Düşünce ve basın özgürlüğü üzerindeki baskılar, HSYK Kanunu’nda olduğu gibi siyasetin yargıya müdahalesi Türkiye’de demokrasi değerlerinde gerilemeye işaret ediyor. Model ülke olmaktan uzaklaşıyorsunuz.

Siyasi iktidarın ve çevresinin kullandığı anti-semitik ve anti-Amerikan dil bizi her düzeyde rahatsız ediyor.

Çin’le ilişkiler, füze sistemi meselesi ise endişe yaratıyor.’

ABD’li yetkililer için önemli olan göründüğü kadar ‘siyasi çıktılar’.

Kendi açılarından tarif ettikleri bu çıktıların ‘nedenleri’ne ise oldukça mesafeli duruyorlar, en azından bu resmi tutumlarında böyle.

Nitekim Türkiye’deki cemaat baskını ya da paralel devlet söz konusu edildiğinde ortalama görüşleri şu:

‘Paralel devlet bize yabancı bir mesele ve kavram. Yaşadığınız sorunu bir iç meseleniz olarak algılıyoruz. Bu konuda taraf tutmuyoruz.’

‘Taraf tutmamak’ kelimesinin dahi kendi başına ne denli sorunlu olduğu ortada…

Ancak bu tür sık karşılaşılan ‘ifadeler’ aslında cemaat meselesine bakıştan çok AK Parti’ye ve Erdoğan’a bakıştaki soğukluğu ifade ediyor.

Bu açıdan asıl mesele ve sorun ise şüphe yok ki Türkiye’deki iç siyasi gelişmelerden çok, iki ülke arasındaki Suriye, İsrail, özellikle Mısır konusundaki farklılaşım. Bu konularda Türkiye’de iktidar tarafından kullanılan Batı’yı eleştiren, hedef alan açık dil.

Pek çok mesafeli gözlemci asıl meselenin burada şekillendiğini teslim ediyor.

Bunlardan birisi de El Cezire Amerika’nin tüm bölge, daha doğrusu kıta sorumlusu Emcet Atallah.

Şu sözleri dikkat çekiciydi Atallah’ın:

‘Bush dünyayı yönetmeye, değiştirmeye çalışan bir yönetimi temsil ediyordu. Obama başkan olduktan sonra bir yıl boyunca Ortadoğu’da, özellikle Irak’ta Bush politikasının ürettiği sorunları tamir etmeye çalıştı. Daha sonra bölgeden çekilme işine girişti. Bu koşullarda kendi ulusal çıkarlarına açık tehdit oluşturan (örneğin İran) durumlar dışındaki meselelerde başkalarının liderlik yapmasına müsaade etti. Libya’da Fransa’ya, Mısır ve Suriye’de Türkiye’ye bu açıdan liderlik düştü. Ancak bir süre sonra her ülke kendi politikasını uygulamaya başladı. Örneğin Mısır’da Körfez ülkelerinin yardım ettiği gruplar ABD’nin kabul edebileceği yapılar değildi. Sonuç olarak başka aktörlere liderliği bırakma politikası işe yaramadı. Hatta bu ülkelerle ilişkileri zora koştu…’

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ömer Lekesiz: Mikroplunun mikroplaşması

Adam, dünyanın gelmiş geçmiş ne kadar grip mikrobu varsa kendinde toplamış.

Mikrobun etkisiyle burnu patlıcana, gözü kan çanağına dönmüş.

Ayakta durmakta zorlanıyor, parmağınızın ucuyla dokunsanız yerleri yalayacak.

Son bir dirençle öyle bir aksırıyor ki alnınızın tam ortasından çakıyor mikrobu. Siz gayri ihtiyari ‘n’aptın ya, alenen çaktın mikrobu bize’ demek zorunda kalıyorsunuz.

Ama o çarşaf gibi mendilini çıkartıp okkalı bir şekilde hömkürdükten sonra, mikrobun etkisiyle yayılmış yüzüne kondurduğu pişkin bir sırıtışla size ‘Haydi ispatlaaa’ deyiveriyor.

Ona karşı ‘Ölür müsün öldürür müsün’ modunda bir bakış fırlatıp ‘Lahevle’ çekiyorsunuz.

Çünkü yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur.

Adam gerçek, mikrobu sabit, eylemi kati, mikrobunu size bulaştırdığına görenlerin cümlesi tanık ama sizin ona karşı eliniz kolunuz bağlıdır.

Ha, evet ‘yer misin yemez misin’ kabilinden okkalı bir kötek çekebilirsiniz ama adamın hali malum; zaten gebermek üzere, üstünüze kalmasını istemezsiniz.

O halde acilen bir nane-limon içmek için evinizin yolunu tutacaksınız.

Üstelik haklı iddianızda haksız duruma düşmekle başı öne eğilmiş biri olarak yapacaksınız bunu.

TUZAKÇI TUZAĞINA BELGE İSTİYOR

30 Mart’ta halkın tekmesini yiyerek yengeçler gibi yürümeye başlayan paralel medya, kendi şerli aklınca yeni bir saldırı türü daha başlattı:

‘Bize örgüt diyorlar, ellerinde hiçbir belge yok.’

‘Birinin liderimiz olduğunu söylüyorlar ama onun adına kayıtlı hiçbir kurumumuz yok.’

‘Kaset yaptığımızı söylüyorlar, ispat edemediler.’

‘İsrail dostu olduğumuzu söylüyorlar ama bu konuda bir dosya olsun hazırlayamadılar.’

Böylece, size mikrobu alnınızdan çaktığı halde, ‘Haydi ispatlaaa’ diyebilen pişkin ve sırıtkan adamın durumu bu kez toplumsal bir düzeyde tahakkuk ediyor.Her şeyin apaçık oluşuna aldırmayıp apaçıklık talebinde bulunulan yerde sadece ‘bulandırma’ vardır.

Yoksa onlar da biliyorlar ki, bünyelerinde topladıkları ve başkalarına bulaştırdıkları mikroplar gerçektir.

Ama mikrobun zikredilen hal üzere ispatı olmaz.

Fakat bununla kimi kuşkulu zihinleri bulandırmak mümkündür.

Paralel medyanın yeni saldırısından maksat da budur.

Yazının devamını okumak için okuyunuz

Tamer Korkmaz:Kılçık

Adil Gür, CHP’nin yerel seçimlerdeki yenilgisini ’17 Aralık silahına sarılmasına’ bağlıyor. ’17 Aralık süreci olmasaydı belki muhalefet proje geliştirmeyi deneyecekti. Tek sundukları 17 Aralık’tı, hükümet değil ana muhalefet zararlı çıktı’ diyor.

*

CHP, 17 Aralık darbe girişiminden medet umdu.

30 Mart için siyasi sonuçlar devşirebileceklerini sandılar.

Paralel destekli CHP, derin baronların suflesiyle havaya girdi, buna mukabil bir kere daha sandıktan ‘umutsuz vaka’ olarak çıktı.

Mesela, 1983 genel seçiminde Halkçı Parti’nin elde ettiği yüzde 30’luk oy yüzdesine, 1992 yılında yeniden açıldıktan sonra hiçbir seçimde ulaşamayan bir CHP var.

CHP derken, aynı zamanda ‘ecnebi’ bir partiden söz ediyoruz!

Bu tanımlama, hem halkına yabancı bir partiyi anlatıyor, hem de Washington ile onun İstanbul’daki baronlarının kontrolündeki bir partiyi simgeliyor.

*

17 Aralık darbe girişimini, Derin ABD-İsrail-AB Cephesi’nin Paralel Yapı üzerinden Yeni Türkiye’ye yönelik bir ‘istila girişimi’ olarak da okuyabiliriz!

CHP’nin, 509 bin kişinin dinlendiği ‘Paralel Telekulak’ skandalına ve dahi ‘Paralel Casusluk’ olayına itiraz etmeyişi…

Hatta dolaylı destek vermesi…

‘Gayrımilli’ konumunu işaretliyor, ‘yabancı bir parti’ hüviyetini teyit ediyor!

*

Başbakan Erdoğan’ın seçim kampanyası sırasında, Türkiye’ye yönelik saldırıya karşı ‘İstiklal Mücadelesi’ verildiğini dile getirmesi hadisenin hayati boyutlarını anlatıyordu.

‘Seçimden önce İstiklal Savaşı dendi. 31 Mart sabahı uyandım ki, denize dökülmemişiz. Sahiller yerinde duruyor’ diye yazan iliştirilmiş pişkinler mi?

İşbu İstiklal Mücadelesi verilirken, ‘Ecnebiler’ tarafında konuşlanarak Yeni Türkiye’ye ateş açan ‘etki ajanları’dır.

Bu tiplerden ‘Özel Harp Dairesi’ kapsamındaki anılarını kitaplaştırmalarını falan beklemeyiniz!

Kozmik Oda’ya girildikten sonra paniğe kapılıp koltuklarını bırakmalarını ise kafi bir ipucu olarak not edebilirsiniz.

*

17 Aralık’tan üç gün sonra, AB üyesi ülkelerin Ankara’daki elçilerine…

Kapalı kapılar ardında…

‘Türkiye’de yaşanacak gelişmeleri çok iyi izleyin, bir liderin çöküşüne şahit olacaksınız!’ diye konuştuğu iddia edilen ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone dünkü Hürriyet’te ağırlanmıştı…

ABD’nin, Ankara’daki büyükelçisinin ağzından ‘Baronların Hürriyet’i aracılığıyla…

Bir nevi ‘Hipnoz Seansı’dır!

Yazının devamını okumak için okuyunuz

Kurtuluş Tayiz:Sol ve statüko

Sosyalist teorinin başlıca kavramlarından birini “değişim” oluşturur. Tarih, sınıf mücadelesinin ürünüdür; devrimler ise tarihin motoru. Değişimi devrimciler yönetir; devrimi işçi sınıfının öncü partisi yapar. Sosyalist felsefeye göre değişmeyen tek şey “değişim”dir. Değişime direnen bütün güçler “statükocu” olarak tarif edilir. 

Ne var ki Türkiye solunun tarihi “devrimci mücadele” tarihi olmaktan uzaktır. Büyük bir “değişim” mücadelesi içinde oldukları iddia edilemez. Toplumsal-siyasal sistemi kökten değiştirme amacıyla yola çıktıklarından şüphe edilmese bile son tahlilde sol, bugüne kadar devlet içindeki iktidar kavgalarının tarafı/uzantısı olmaktan kendisini kurtaramadı. Değişim için yola çıkıp, bütün enerjisini statükoyu korumaya harcadı.  

Mücadele ettikleri “egemen sınıflar” tarafından sadece kas güçleri değil, siyasal enerjileri de sömürüldü. Türkiye solunun devrimci damarının kabardığı en kritik dönemlerin, laik egemen sınıfın, proletaryanın siyasal enerjisine en fazla ihtiyaç duyduğu dönemler olması tesadüf olmasa gerek. Statüko tehlikeye düştüğü her dönemde, imdadına yetişen Türkiye soluydu. Tuhaftır; Türkiye solunun devrime en çok yaklaştığı an, statükocu güçlerin desteğini arkasına en çok aldığı anlardı. Ve sol, devlet içindeki iktidar mücadelesinde tahterevallinin hep statükodan yana olan tarafına oturdu.  Sol, kavgada devlete egemen olan kesimlerin siyasal enstrümanı olmaktan öteye geçemedi. 

Kuşkusuz solun bu duruma bile-isteye düştüğü söylenemez. Siyasi tecrübe yoksunu olmaları, devleti yönetenlerin kendileri için hazırladığı tuzaklara düşmelerini kolaylaştırdı. Kendi iç dinamikleriyle ortaya çıkan, siyasal mücadele veren sol grupların yanı sıra istihbarat örgütlerinin denetiminde oluşturulan örgütler de söz konusudur. Devlet, her dönemde bu tür grupları ihtiyaç duyulduğunda kullanmak üzere el altında bulundurdu. Sadece sol ile de sınırlı kalmadı; karşıtlık işlevi görsün diye yapay sağcı ve hatta örgütler kurmayı da ihmal etmedi. 12 Eylül darbesi, bu karşıt grupların çatıştırılması üzerinden meşrulaştırıldı.  Bu anlamda 12 Eylül 1980 darbesinin bir gün öncesinde milyonlarca üyeye sahip sendika ve sol örgütlerin, 13 Eylül’de buharlaşmalarını izah etmek zor değil. Solun aktifliği ile pasifleştiği dönemler, statükonun gereksinimlerine göre belirleniyor. Solun dinamizmi sanıldığı gibi “devrimci” veya “devrimi tetikleyen” koşullardan kaynaklanmıyor; siyasi tarihe bakıldığında kritik dönemlerde statükonun sol kesimleri motive ettiği görülebilir. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Türk demokrasisinin puanı kaç?

Sorumuz bu. Amerikan demokrasisi 10 üzerinden 8 puan ediyorsa, Türk demokrasisi kaç puan eder? Bu soru Türkiye’nin İngilizce yayınlanan, yurtdışında Türkiye hakkında bir referans kaynağa dönüşen ve en saygın siyaset ve dış politika dergilerinden olan Insight Turkey’nin bu sene Washington’da düzenlediği yıllık toplantısında ABD’li bir eski büyükelçi tarafından soruldu. Elimize bir demokrasi-metre alıp Türk demokrasisini ölçmemiz istendi. 

Panel konuşmacılarından birisi ben değildim ama konuşmacılar soruya verilmesi gereken cevabı yine sorular yönelterek verdiler. Bunlardan en önemlisi Türkiye’de demokrasinin kim tarafından notlandığıydı. Diğer bir ifadeyle kim tarafından cevaplandığına bağlı olarak bu notun değişebileceği gerçeğiydi. Bu soruyu dili serbest bırakılmış ve çözüm sürecini takdir eden bir Kürt’e sorarsanız veya başörtüsü yüzünden artık yasaklara ve tacizlere uğramayan bir öğrenciye sorarsanız veya devletten sosyal yardım alan dul bir Anadolu kadınına sorarsanız, puanın yüksek olacağını garantileyebilirim. Diğer taraftan örneğin müzmin muhalefet CHP’nin tuzu kuru bir mensubuna sorarsanız veya sıkı CHP müttefiki bir paralelciye sorarsanız, tam aksine notun düşük olacağını garantileyebilirim. 

Gerçek şu ki notlamak zor ama bazı noktalardan hareketle Türk demokrasisinin dinamik, çözüme yönelik adımlar atmaya çalışan dolayısıyla yükselme trendindeki bir demokrasi olduğunu söylemek mümkün. Eğri oturup doğru konuşmak lazım, Türk demokrasisi bir geçiş demokrasisidir ve mükemmellikten oldukça uzaktır. Hükümet de dahil olmak üzere bunu teslim etmeyen çevre yoktur sanırım. Fakat bu Türk demokrasisine göreceli olarak bakmamızı engellememeli. İki açıdan göreceli olarak bakabilmeliyiz. 

Demokrasi yükseliş trendinde 

Birincisi, kendi gelişim seyrini takip edip son yıllarda katettiği aşamaları takdir edebilmeliyiz. Siyasetin değer kazanmasından askeri vesayetin gerilemesine, özgürlükler alanının genişletilmesinden asırlık sorunlara çözüm aranmasına ve bazen de bulunmasına kadar birçok gelişme Türk demokrasisi eğrisinin yükseliş trendini ortaya koymakta. Evet, kabul edin veya etmeyin Türkiye örneğin bir on sene önceye nazaran daha demokratik bir ülke. 

İkincisi ise Türk demokrasisini başka demokrasilerle kıyaslayabilmeli ve bunu yaparken tüm Oryantalist gözlükleri bir tarafa koyabilmeliyiz. Mesela, birisi bana Wikileaks’in mimarları Bradley Manning’in neden hapishanede olduğunu veya Julian Assange’ın neden Ekvador büyükelçiliğinde yaşadığını anlatabilir mi? Tamam gelişen bir demokrasiyiz de başkalarını puanlamakta aşağılık kompleksiyle fazla cömert olup Türkiye’yi yerden yere vurmanın da gereği yok. AK Parti eliyle gelen demokratikleşmenin nimetlerini tepe tepe kullanıp dışarda demokrasiye ağıtlar yakan çevreler, biraz insaf, biraz hakperestlik hepimizin akıl ve ruh sağlığına iyi gelir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Emin Pazarcı: Solun namusu ve 1 Mayıs

“Taksim semboldür, kutsaldır” dediler. Gerilimi tırmandırdılar. “Hükümet yasağa makul bir gerekçe gösteremedi” iddiasıyla Taksim’i zorladılar. Hoş olmayan görüntüler ortaya çıkardılar. Ortalığı savaş meydanına çevirdiler. 

Sorumlusu oldukları bu çirkin görüntüleri de kullanmaya çalıştılar.  Oysa “Neden Taksim değil” sorusuna verilecek o kadar çok gerekçe var ki… 

Birincisi kamu düzeni ve kanun hâkimiyeti. İkincisi Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu. Ardından da Anayasa ve kanunların koyduğu esaslar: 

Huzur ve sükûnun sağlanması, seyahat hürriyetinin korunması, iş ve çalışma hürriyetinin garanti altına alınması, vesaire, vesaire… 

Sebep yok değil, aksine çok! Ancak, 1 Mayıs kutlamaları için yer ayrılmasına ve kendilerine bildirilmesine rağmen, “İlle de Taksim” ısrarının hiçbir makul gerekçesi yok. 

***

“Taksim bizim için kutsaldır, tarihi önemi vardır” söylemlerine gelince… Doğru Taksim’in tarihi bir önemi var… 

Taksim ve 1 Mayıs denince, hafızalarda acı hatıralar canlanıyor. Taş ve sopalar, silah sesleri, kan ve gözyaşı akla geliyor. 

Gelin, önümüze konulan ezberleri bozarak Taksim’i masaya yatıralım: 1977, Türkiye’nin dengesini ve aklıselimini kaybettiği bir yıldı; gün geçmiyordu ki, genç bedenler toprağa verilmesin. Yurdun dört bir yanına korku hakimdi. 

Basit bakış açısıyla “sağ-sol çatışmaları” devam ediyor, ancak ülke çapında başka bir mücadele daha sürüyordu. Yasadışı sol gruplar, kendi aralarında bir hâkimiyet savaşı yürütüyordu. Bunlar gizleniyor, hayatını kaybeden gençler, genellikle “kahrolsun faşistler” sloganları altında toprağa veriliyordu. 

1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı “Leninci” grupların elindeydi. Mitingi DİSK kontrol altına almış, TİP’liler ve TKP’liler sopalarla diğer sol grupları yaklaştırmamaya çalışıyordu. 

Ama solun içinde Çin yanlısı “Maocular” da vardı. Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve Mahir Çayan’ı “önder” olarak gören Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu ve Halkın Birliği isimli gruplar da orada olmak istiyordu. 

O dönemde solun içindeki bütün gruplar silahlıydı. Şiddeti reddeden “barışçı soldan” eser yoktu. Hepsi “Devrim sokakta silahla yapılır” görüşü içindeydi. Son derece bağnazdılar ve birbirlerini “emperyalizmin ajanı” olarak görüyorlardı. Üstelik kendi aralarında kan davaları vardı. 

Olaylar, Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu ve Halkın Birliği gruplarının TKP ve DİSK barikatlarını yıkmak için hareketlenmesiyle başladı. İlk silah sesleri o bölgeden yükseldi. Sonra dört bir yana yayıldı. Olaylar sırasında 34 kişi hayatını kaybetti. Ama bunlardan sadece 5’inde kurşun yarası vardı. Diğer 29 kişi ezilerek ölmüştü. 

O dönemde olayların solun fraksiyon kavgasından çıktığı, dikkatli bakan bütün gözler tarafından anlaşılmıştı. Sonra birtakım efsaneler üretildi. Kontrgerilla, CIA ve ABD parmağı gibi söylemlerle farklı bir noktaya çekildi. 

Ama o gün alanda olan ve kendi ifadesi ile “Maocu” gruplar içinde yer alan solun önemli isimlerinden Prof. Halil Berktay, yıllar sonra gerçeği açıkladı: 

-Bırakın bu palavraları. Taksim olayları sol gruplar arasındaki çatışmanın ürünüydü. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Melih Altınok: Siyasette de en büyük günah sıkıcılık

Takip eden okurların bildiği üzere, Taksim’in 1 Mayıs gösterilerine açılması gerektiğini savundum. Gerekçem basitti. Yasaklar şiddeti engellemeyecekti. Aksine göstericilerin gözünde Gezi’nin bulunduğu bölgeyi daha da fetişleştirecekti. Tıpkı Bunuel’in meşhur filmindeki gibi Taksim’i âdeta “arzunun o belirsiz nesnesine” dönüştürecekti. Doğal olarak polis de sertleşecek ve şiddet sarmalı derinleşecekti…

Ancak dün gün boyu 1 Mayıs olaylarını takip ederken, tahrik edici bir etki yapacağını düşündüğüm Taksim yasağının tahminlerimin çok çok altında bir gücü olduğunu gördüm.

En kitleseli 100-200  kişiyi bulan gruplar polisle çatıştı. Onlar da zaten Taksim’in kutlamalara açıldığı 2012 yılında olduğu gibi, yasak olsun olmasın çatışmaya programlı gruplardı.

Peki, 2013 1 Mayıs’ında Taksim yasağına tepki gösteren şimdikiyle kıyaslamayacak kalabalıklar neredeydi? 30 Mart’ta “Her yol Taksim’e çıkacak” diyerek kararlılıklarını açıklayan on binlerce üyeye sahip DİSK ve KESK gibi sendikalar bahar bayramı için pikniğe mi kaçmıştı? Ya milyonlarca oy alan ve Taksim’e çağrı yapan CHP? Daha dün, Gezi yasağını kırmak için bir ay boyunca dört koldan Taksim’e yürüyen “bağzı y kuşağı”na ne olmuştu? Öyle ya, Gezi’yi “iktidarın yasakçı zihniyetine tepki gösteren gençlerin ve emekçilerin kendiliğinden bir kalkışması” olarak tanımlamayanı hep beraber linç etmiyor muydunuz? E bu seneki de “basbaya” yasaktı işte? O halde niye itibar görmemişti Taksim taarruzu çağrınız?

Elbette bu yoğun ilgisizliğin nedenlerini yalnızca Türkiye’nin şartlarıyla açıklamak mümkün değil. Tüm dünyada sendikacılık, varoluşunu sorguluyor. Marks’ın esas dediği “emek-sermaye çelişkisi” devrimden çıkarı olan yeni grupların oluşması nedeniyle gözden geçiriliyor. Küçümsenen “kendiliğindenci hareketler” cepheye katılmaya çalışılıyor. Başlarda kategorik bir karşı duruş sergilenen küreselleşmenin yalnızca sermayeyi değil mücadeleyi de yaygınlaştırdığı fark ediliyor. İhtiyaç duyulan taze kan, yatay, demokratik ve sivil hareketlerin yükselişinde aranıyor vs. vs…

Ne var ki Türkiye’de emek cephesini işgal eden sendikal hareketler ve istisnalar hariç, legaliyle, illegaliyle tüm muhalifler bu tartışmalara kulaklarını tıkıyor. Bu konuları tartışmaya açanları “sınıf düşmanı” olarak yaftalıyor. En iyi ihtimalle de, birkaçına Gezi’de şahit olduğumuz üzere, Frengistan’daki pratikleri acemice tekrar etmeye yelteniyor. Varsa yoksa 150 yıllık klişeler, yakın tarihin kahramanlık öyküleri, kuru bir “direniş” retoriği…

E bu durumda doğal olarak “sıkıcılaşıyorlar.” Yalnızca, sokağı “takılma” öncesi aperatif olarak gören talebelerin desteğini alıyorlar. Biraz da, bu tarz aktiviteleri “iktidardaki takunyalılara” nefretini kusmak için kullanan beyazların ve yanaşmalarının işte… İşçiler, ev kadınları, yoksullar, Kürtler… kimse dönüp de bakmıyor yüzlerine. Emekçilerin çoğunluğunu oluşturan muhafazakârlar ise zaten “sınıftan” bile sayılmıyor…

Sonra gelsin tüm sorumluluğu “baskıya” havale etmeler. Emekçilerin “aymazlığından” yakınmalar. “Halk, emekçiler, ezilenler yanlış bilinçten mustarip mirim” martavalları…

Gerçekten, sigortasız, 800 lira aylıkla, günde 12 saat çalışan onca emekçi, “üretimden gelen güçleriyle” hayatlarını değiştirme ihtiyacı duysalar, sizin gazınızı mı arayacaklar sanıyorsunuz?

Biraz ciddiyet lütfen…

Yazının devamını okumak için tıklayınız