Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Olaylar
Star gazetesinden Mustafa Karaalioğlu, Aran Zentürk, İbrahim Kiraz; Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Abdulkadir Selvi, Yasin Aktay, Salih Tuna; Sabah’tan Engin Ardıç, Bülent Kahraman; Akşam...
EMOJİLE

Star gazetesinden Mustafa Karaalioğlu, Aran Zentürk, İbrahim Kiraz; Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Abdulkadir Selvi, Yasin Aktay, Salih Tuna; Sabah’tan Engin Ardıç, Bülent Kahraman; Akşam’dan Ufuk Ulutaş; Radikal’den Oral Çalışlar bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Mustafa Karaalioğlu: Vazgeçilemez bir ülkenin hak etmediği önyargılar

Geçtiğimiz hafta SETA’nın organizasyonuyla Washington’daydık. Hem İnsight Turkey Dergisi’nin düzenlediği panelde Türkiye’yi konuştuk, hem de Türkiye’yi yakından izleyen merkezlerde 30 Mart sonrasını anlattık.

Öncelikle şunu söyleyeyim, Erdoğan’ın 30 Mart seçim zaferi Türkiye’ye ilişkin üretilen belirsizlik, kırılganlık ve devamlılık endişelerini bitirmiş durumda. Geleceği, diğer müttefiklerle kıyaslanamayacak kadar belirgin, ölçülebilir ve tahmin edilebilir bir Türkiye profili var ABD’nin başkentinde. Bununla birlikte ağır önyargılar ve hak edilmemiş kanaatler var. Bilhassa da Erdoğan algısına yönelik ciddi ve sistematik kampanyaların bazı sonuçlarının veri olarak alındığı gerçeği göz ardı edilemez.

Görüşme trafiğimiz içinde Beyaz Saray, Dışişleri, Near East South Asia Center For Stratejik Studies, Center For American Progress, El Cezire America gibi resmi kuruluşlar, think tank merkezleri, medya ve çok sayıda gazeteci vardı.

Evet önyargı ama aynı zamanda büyük bir merak da var.

Önyargılar… Basın özgürlüğü sorunu ve iktidarın sistem üzerindeki ağırlığı. HSYK yasasından twitter kararına kadar her şey merak konusu. Gayet tabii ki Gülen Grubu’nun ne yapmaya çalıştığı ve demokrasi üzerindeki yıkıcı etkileri de…

Türkiye’nin yaşadığı değişimi anlamadan, olup biten hiçbir şeyi anlayabilmek mümkün değil. On yılların güç dağılımının değişmekte olduğu, eski imtiyaz sahiplerinin yaşanan her demokratik gelişmeye doğal bir reaksiyon gösterdiği de kesinlikle ıskalanamaz. Türkiye, sert ve keskin bir muhalefetin sergilendiği bir demokrasi ama ne var ki her tepki demokratikleşme amacı içermiyor. Bilakis, daha fazla demokrasinin yıllardır lehlerine oluşmuş yerleşik güç dağılımını sarsmasından endişe eden kesimlerin kaygısı yaşanıyor. Sokağa çıkmak, Gezi parkında olmak demokratik bir görüntü ama talepler ve istenilen Türkiye sanılanın aksine çoğu kez demokratik değil…

Türkiye’ye özgü bir paradoks yaşıyoruz ve Amerika’dan bakıldığında bunun bir çırpıda anlaşılmasını bekleyemeyiz. Bu paradoksu; değişim sancılarının derinliğini anlayanların da Türkiye’ye karşı dürüst davranması beklenemez. Sonuçta müttefik de olsa çıkarları her zaman örtüşmeyen iki ayrı ülkeden söz ediyoruz.

Nitekim, konuşmalar ve tartışmalar biraz derinleştikçe temel meselenin Mısır ve Suriye dosyalarındaki farklılıklar olduğu da anlaşılıyor.

Türkiye’nin her iki konuda da demokratik ve insan haklarına dayalı değişmeyen pozisyonları var. ABD yönetiminin ise bu konularda duyarsızlık ve eylemsizlik içinde olduğu sır değil. Bununla birlikte Türkiye’nin her iki konuda yeni bir söylem geliştirmesi de bekleniyor. Ama uzun süredir Türkiye bastırdıkça Amerika’dan cevap bazen diplomasiden değil, basın özgürlüğü ve otoriterleşme bahsinden geliyor.

Elbette, Amerika’nın kendi politik tutarsızlık ve çelişkilerini görmezden gelmek veya tartıştırmamak gibi doğal bir imtiyazı bulunuyor!

Bir gazeteci şunu söyledi:

“Mısır’da Sisi’nin yaptığı şeye neden darbe diyemiyoruz? Sebebi basit… Darbe dersek kanun gereği Mısır’a yardım yapamayız. Bu da önemli değil aynı zamanda ticari ilişkilerimizi kesmek zorunda kalırız. General  Electric ve Chrysler gibi şirketlerin kontratlarını iptal etmemiz gerekir. Bu da Missouri’de 20 bin kişinin birden işsiz kalması demek. İnsanlar işsiz kalınca Demokratlar o bölgede ve ülkede seçimi kaybeder. Kimse de o insanlara biz Mısır’da Suriye’de demokrasi için bunu yaptık, siz de işsiz kaldınız diyemez…” 

Görünen o ki Obama yönetimi, Ortadoğu’daki eylemsizliği dünyanın geri kalanı kadar dert etmiyor ve durumu sürdürecek. Ortak kanaat, “Obama kendisini bölgeden çekip iç politikaya yoğunlaştı” şeklinde. ABD, sadece ulusal çıkarını ilgilendiren konulara ağılık verecek.

Türkiye ve Erdoğan ise, kaygıları anlaşılan ve vazgeçilemeyecek bir ülke ve lider olma konumunu özellikle 30 Mart’tan sonra güçlendirerek devam ettiriyor.

Ama çoğu kasıtlı ve yanlış bilgi ve istatistiklere dayalı hak edilmemiş bir imaj da Türkiye’nin pırıltısını gölgeliyor.

Bu durumda, Türkiye’nin daha fazla ve daha sıklıkla kendisini anlatmak ihtiyacı olduğunu anlatmaya gerek yok her halde…

Yazının devamını okumak için tıklayınız…

Ardan Zentürk: Kırımoğlu’na yasak: Soğuk Savaş…

Gençlerin, bugün yaşadıkları dünyanın nasıl şekillendiğine dair merakları var mı, bilmiyorum… Ellerindeki akıllı telefonların yarattığı sanal dünyada yuvarlanıp gidiyorlarmış gibi bir görüntü sergiliyorlar, göz ucuyla izliyorum… Çok değil, 25 yıl önceye dönseler, orada çok farklı bir dünya ile karşılaşacaklar, ve tabii ki çok farklı isimlerle…

Mesela, Andrei Sakharov… 1921 yılında doğmuş bir fizikçiydi, bugün yerinde yeller estiği söylenen (?) Sovyetler Birliği’nin nükleer silah gelişimini sağladı, diğer süper güç ABD ile bu alanda dengeyi kurdu, sonra, dünyanın en önde gelen insan hakları savunucularından oldu… Yaşamı bende biraz, Alfred Nobel’in dinamitle şekillenen fakat sonra büyük pişmanlıklara sürüklenen yaşamının izlerini çağrıştırır… 1989 Aralık ayında öldüğünde, büyük mücadeleler verdiği Sovyet totaliter sisteminin dağılmakta olduğunu görme şansı yakalamıştı… Bir yönüyle baktığınızda, aynı sistemle hesaplaşan yazar Aleksander Soljenitsin, daha şanslıdır, öldüğü 2008 yılına kadar o sistemin dağıldığını, yeni bir dünyanın şekillendiğini izleme fırsatı buldu…

Bu iki isimle anılan bir başka insan hakları savunucusu Mustafa Cemiloğlu (Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu) henüz aramızda, o, Sakharov ve Soljenitsin ölçüsünde mücadele ettiği Sovyetler’in yıkılışını, yerine, Rus milliyetçiliği üzerine inşa edilmiş yeni bir otokratik rejimin kuruluşunu yaşadı… 1943’te doğdu, Stalin tarafından ailesiyle birlikte Orta Asya sürgününe gönderildiğinde henüz bebekti, 1980’lerin başında Sovyet rejiminin halkına, yani, Kırım Tatarları’na karşı gerçekleştirdiği bu tehcirin korkunç bilançosunun farkına vardı, o günden bugüne halkı için mücadelesini sürdüren bir dünya adamı…

Kırımoğlu, bir kez daha, anavatanı Kırım’a giremiyor!..

Kiev’deydi, 2 Mayıs’ta Moskova üzerinden uçakla Akmescit’e gitmek istedi, orada Rus yetkililer izin vermedi, 3 Mayıs’ta bu kez karayolundan denedi, yine başaramadı!..

1943’te neredeyse kundakta kaybettiği vatanını 1991 yılında dönemin Sovyet lideri Gorbaçov’un Kırım Tatarları’nın topraklarına dönmesine izin vermesiyle kazandığını sanıyordu, Kırım Rusya’ya ilhak olunca yine kaybetti…

Rus yetkililer ve Kırım’daki Rusya yanlıları Kırımoğlu’nun “yabancı istihbaratlar tarafından görevlendirilmiş” bir karakter olduğunu savunuyorlar…

Gariptir, aynı sözleri ‘80’li yıllarda Sovyet yetkililerden duymuş, hatta. özgürlüğüne, 1986 yılında dönemin ABD Başkanı Reagan’ın Rejkjavik Zirvesi’nde Gorbaçov ile anlaşması sonucu Sakharov ‘la birlikte kavuşabilmişti… Öncesinde, yaşamının bir bölümünü, Soljenitsin’in ünlü “Gulag Takım Adaları” kitabında dünyanın gündemine getirdiği  Sovyet kamplarında geçirmek zorunda kalmıştı…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Kiraz: Erdoğan’ın Çankaya şansı

Geçenlerde de yazdım, tekrar söyleyeceğim: Türkiye iyiden iyiye cumhurbaşkanlığı seçiminin sathı mailine girerken kamuoyunda konu hakkında tartışılan yegâne mesele Tayyip Erdoğan’ın aday olup olmayacağından ibaret hâlâ. Hâlâ Erdoğan’ın muhtemel adaylığı sonrasının analizleri dışında bir konusu yok siyasetin. AK Parti açısından bakarsanız bu durum büyük bir başarının göstergesi. Siyasi gündemi tek başına belirlemek ve halkın kahir ekseriyetinin desteğini temin ederek ileriye yönelik adımlar atabilmek her babayiğidin harcı olmayan bir başarı. Ne var ki bir siyasi partinin iktidarının üçüncü döneminin sonlarına kadar oy oranlarını her geçen gün artırarak gelmesi ve nihayet ikinci defa olarak cumhurbaşkanını da belirleyebilecek durumda olması aslında siyasi yapının sıhhati hakkında iyi haber sayılmaz. Siyasi muhalefetin etkisiz ve yetersiz olduğu durumlarda hem iktidarın icraatının eleştirisi ve denetimi eksik kalacağı için hem de toplumdaki itiraz ve hoşnutsuzlukların dışavurumu için farklı kanalların oluşması riski söz konusu olabileceği için endişelenmek paranoya olmaz. 

Ama AK Parti’nin bundan dolayı “Sen neden halktan bu kadar destek alıyorsun” diyerek suçlanması da mantıklı bir tutum olmasa gerekir! Temel problem muhalif siyasi hareketlerin ve onların arkasındaki toplumsal-entelektüel yapıların ülkenin yaşadığı değişimin ve toplumun bir kısmını öteden beri taşıdığı, bir kısmını ise yeni edindiği hassasiyetlerinin farkında olmadan siyaset yapabileceklerine yönelik hayalcilikleri ve buna dayalı akıl dışı ısrarları… 

Aslına bakarsanız muhalefet derken daha ziyade CHP çizgisini kastediyoruz. Diğer partilerin muhalefeti tabiri caizse yapısal olmaktan ziyade kültürel veya hatta konjonktürel olarak görülebilir diye düşünüyorum çünkü… CHP siyasetinin dayandığı toplumsal ve entelektüel yapılar derken de yakın zaman öncesine kadar bir yandan asker ve sivil bürokrasinin neredeyse tamamına egemen olan, diğer yandan ülkedeki cari ekonomik düzenin artılarını paylaşan kesimlerin sorgusuz sualsiz desteğini alan sosyoekonomik cepheden söz ediyoruz.

Bu cephede yer alan yapılar Türkiye’nin yaşadığı büyük sosyolojik dönüşüme hazırlıksız yakalandıkları gibi ülkede yaşanan bu büyük sosyolojik dönüşümün beraberinde doğal olarak oluşan yeni siyasi mimariye ve siyasi kültüre uyum sağlamakta başarı gösteremediler. Sözgelimi geçmişte sivil ve asker bürokrasinin toplumun halinden memnun belirli bir kesimiyle ittifak ederek kurdukları ve basit güç mekanizmalarına bağlı olarak sürdürmeye çalıştıkları düzen belirli bir süreçten sonra demokratik işleyişin gereği olarak halkın oy verdiği kadroların tutumları karşısında bir sarsıntı geçirecek olsa şu ya da bu şekilde “müdahale” edilerek düzenin yeniden rayına girmesi sağlanabiliyordu. Vesayet düzeni dediğimiz şey esasında demokratik iradenin bypass imkanı demekti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Karagül Kaybolan Malezya uçağı: Bir senaryo da benden!

Kuala Lumpur-Pekin seferini yaparken 227 yolcu ve 12 mürettebatı ile 8 Mart’ta ortadan kaybolan MH370 sefer sayılı Malezya uçağıyla ile ilgili bugüne kadar sayısız senaryo üretildi.

Pasifik Okyanusu’ndan Hint Okyanusu’na uzanan çok geniş bir alanda aramalar şu ana kadar bir sonuç vermedi. Bazıları uçağın kaçırılmış olabileceğini söylese de muhtemelen yıllar sürecek aramalar sonrası bile bulunamayacak bir kaza olarak tarihe geçecek. Arama bölgesi iki okyanus kadar geniş olunca, aramalarla ilgili umutlar da anlamsızlaşıyor.

Uçağın bir terör eylemi için kaçırıldığına dair senaryolar ise oldukça sansasyonel. Öteden beri, sivil bir uçakla nükleer saldırı ya da 11 Eylül benzeri saldırı iddiaları senaryo olmanın ötesinde ciddi güvenlik tehditleri olarak not edildi bile. Malezya yönetiminin bazı kişileri uçakla ve El Kaide ile bağlantılı olduğu gerekçesiyle gözaltına aldığı haberleri bu ihtimalin hiç de yabana atılmadığını gösteriyor.

Pazar günü bir yandan gazete yaparken diğer yandan film senaryosunu andıracak bu spekülasyonlara bir katkı da ben yapayım istedim. Elbette bunu ciddiye almayın ama dünyada benzer senaryoların gerçeğe dönüşmüş örneklerinin de bulunduğunu unutmayın.

AVRUPA’NIN ORTASINDA KORSANLIK!

2009 yılı Temmuz ayında Avrupa sınırları içinde, Baltık Denizi’nden Atlas Okyanusu’na ve Afrika açıklarına uzanan sularda çok dikkat çekici bir şey oldu. Esrarengiz, şüpheler içeren, bazı endişeleri gündeme getiren bir gelişmeydi bu.

Malta gemi siciline kayıtlı, mürettebatının tamamı Rus olan, 98 metre uzunluğunda bir yük gemisi, 20 Temmuz’da demirlediği Finlandiya’nın Pietarsaari limanından aldığı 1.3 milyon dolarlık ‘kereste’ yükünü Cezayir’e götürmek için yola çıktıktan sonra kayboldu. M/S Arctic Sea adlı gemi yola çıktıktan üç gün sonra İsveç kıyılarında durduruldu. 24 Temmuz’da İsveç’in Öland ve Gotland adalarının arasında izlenen gemiden bir daha haber alınamadı.

On iki kişi oldukları söylenen siyah giyinmiş, maskeli, kimliği belirsiz bazı insanlar gemiye çıktı. Mürettebatı etkisiz hale getirdi. Kendilerinin narkotik polisi olduğunu söyleyen, kötü bir İngilizce’yle konuşan kişiler, geminin bütün iletişim araçlarını tahrip edip cep telefonlarını topladı ve arama yaptı. On iki saat sonra gemiyi terkettiler.

Onlar terkettikten sonra gemi yardım için limana dönmek yerine yoluna devam etti. Hem de iletişim araçları tahrip edildiği halde. ‘Korsanlar’dan bir kısmının gemide kaldığı ve gemiyi yönlendirdiği iddia edildi. Bir süre sonra gemideki izleme cihazı da söküldü ve Arctic Sea tamamen kayboldu. En son sinyal alınan yer Fransa açıklarıydı.

Rusya gemiyi aramaya başladı ve konuyu uluslararası düzeyde gündeme getirdi. Bütün Avrupa’da, Rusya’da, Cezayir’de şaşkınlık yaşanıyordu. Atlas Okyanusu’nda, Avrupa Birliği sularında tam bir korsanlık örneği yaşanıyordu. 17. Yüzyıl korsanlık dönemi 21. Yüzyıl’a taşınmıştı.

24 Temmuz’da kaybolan Arctic Sea 17 Ağustos’ta terkedilmiş halde bulundu. Nerede? Senegal açıklarında. Batı Afrika kıyılarında. İsveç kıyılarında kaçırılan, el konulan gemi, İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz’i de geçip Batı Afrika’ya götürülmüştü! Uydu iletişiminin, izleme teknolojilerinin bu kadar güçlü olduğu bir dünyada, Avrupa’nın ortasından gemi kaçırılıyordu ve hiçbir Avrupa ülkesi bunu fark etmiyordu! Bırakın farketmeyi, kıyılarından geçen bir gemiyi bulamıyordu! İnanılmaz bir durum…

Bazılarına göre bu bir korsanlık değil, Batılı istihbarat örgütlerinin ortak operasyonuydu. Bazılarına göre bir NATO operasyonuydu. Kendilerini tapınak şövalyeleri gören Blackwater’ın operasyon üssü Malta siciline kayıtlı gemi kaçırılmamış bir gizli operasyon için mi kullanılmıştı? Kimse bilmiyor. (19.08.2009 tarihli yazıdan)

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdulkadir Selvi: Dualarla Çankaya’ya

Başbakan, ‘Yine ters köşe olacaksınız’ demişti.

Biz dar bölge mi olacak, daraltılmış bölge mi gelecek diye saç saça baş başa mücadele ederken bir de bakmışız ki, ters köşe olmuşuz.

AK Parti seçimlere mevcut sistemle gidilmesi kararını aldı.

Ters Köşe’de Varan-1

Oysa Başbakan Erdoğan, ‘dar bölge’ seçim sistemine geçilmesini istemişti, partide simülasyonlar hazırlanmış, yetkili kurullarda sunumlar yapılıp, saatlerce tartışılmıştı.

Dar bölge olursa AK Parti’nin 400’e yakın milletvekili çıkaracağı, daraltılmış bölgeye geçilirse bu sayının 368-370 olacağı sonucuna ulaşılmıştı.

Ancak AK Parti MKYK’da, ‘Mevcut sistemle gideceğimiz seçimde çıkaracağımız milletvekili kadar çıkarsak dahi, AK parti seçim sistemini değiştirdiği için bu sayıya ulaştı diyecekler’ yönünde değerlendirmeler ağır bastı.

‘Seçim sistemini değiştirmek yerine hazırlanacak iyi bir listeyle seçime girelim. Anayasa’yı değiştirecek bir oranda gelmeyi hedefleyelim’ denildi.

Değerlendirmelerde ön plana çıkan bir nokta daha vardı.

Anayasa Mahkemesi faktörü.

‘Eğer Anayasa Mahkemesi seçim yasasını iptal ederse, eski yasa yürürlükten kalktığı için bu durum kaosa neden olur’ yönünde değerlendirmeler yapıldı.

Anayasa Mahkemesi faktörü neden bu denli ön plana çıktı. Haşim Kılıç’ın son zamanlardaki çıkışı

Twitter ve HSYK kararları bu tür değerlendirmelerin yapılmasında etkisi oldu mu? Sanıyorum oldu.

Artık iktidar ne yaparsa göz ucuyla Anayasa Mahkemesi’ni kollayacak.

Anayasa’ya uygunluk denetimi açısından değil, nereden ‘kılçık’ atılacak ona bakacaklar. Çünkü iktidar cephesinde bir süredir, Anayasa Mahkemesi’nin eski günlerine döndüğü yönünde değerlendirmeler yapılıyor. Anayasa Mahkemesi yeniden siyaseti dizayn eden eski günlerine döndüğü yönünde sinyaller vermeye başladı.

Ankara’nın asıl gündemi ise Cumhurbaşkanlığı seçimi.

Çankaya cephesinde önemli gelişmeler yaşanıyor.

1-Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın baş başa yemeği çok keyifli geçmiş.

Yemekten sonra Cumhurbaşkanı’nın neşeli olması dikkat çekmiş.

Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında zımni bir Çankaya mutabakatı var.

1-Cumhurbaşkanlığı konusunda tercih Başbakan Erdoğan’da.

Başbakan eğer cumhurbaşkanı adayı olursa, Abdullah Bey aday olmayacak ve Tayyip Bey’i destekleyecek.

2-Tayyip Bey, cumhurbaşkanı adayı olmazsa ikinci bir isim düşünülmeyecek, Abdullah Bey ikinci kez Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilecek.

3-Tayyip Bey, cumhurbaşkanı adayı olur, ‘Güçlü Cumhurbaşkanı, zayıf Başbakan modeli’ hedeflenirse, Abdullah Bey, bu formülün Başbakanı olmayacak. Kütahya’da açıkladığı gibi, ‘Siyaset planım yok’ açıklaması geçerli olacak.

Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda önemli bir takvim, AK Parti’nin Afyon kampı olacak.

Afyon’dan yola çıkmıştı, AK Parti. Geleceğiyle ilgili kritik bir kararı yine Afyon’da alacak. Çünkü AK Parti sadece Cumhurbaşkanı adayı belirlemeyecek.

Eğer liderini Çankaya’ya çıkarırsa, yola nasıl ve kiminle devam edilecek onun kararını verecek.

Tüzük gereği partiyi olağanüstü kongreye Mehmet Ali Şahin’in götürmesi bekleniyor.

1-Emanetçi formülü düşünülmüyor.

2-Başbakan yardımcılarından birinin hükümeti kurması üzerinde duruluyor.

Bülent Abi yani Bülent Arınç ya da piyasalara güven vermesi ve halkın ekonomin geleceği konusunda kaygı duymaması için Ali Babacan ismi ön plana çıkmaya başladı.

Abdullah Gül faktörünü gözardı etmeden bazı isimlerin konuşulduğunu belirtmek istiyorum.

Ahmet Davutoğlu, Binali Yıldırım ve yukarıda belirttiğim gibi Bülent Arınç ile Ali Babacan gibi.

Bu arada 3. dönem konusunda AK Parti bir kez daha ilkeli davranmak suretiyle Türkiye’nin geleceğinde yer alacağını göstermiş oldu. MKYK’da 3. dönemin kaldırılmasını 3 üye gündeme getiriyor ama başta Başbakan, ‘Hiçbir şart üç dönemi değiştirmemizi gerektirmez’ diyerek karşı çıkıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız.

Yasin Aktay: Freedom House ve Gauck’u aydınlatma sorunu

Gezi hadiselerinden beri Türkiye’ye yönelik dış algının ayrı bir muhalefet cephesi gibi çalışıyor olduğunu görüyoruz. Bu algı bir kez Türkiye aleyhine işlemeye başladığı andan itibaren alıcısı ile üreticisi arasında ilginç bir arz-talep ilişkisi tesis ediyor gibi.

Gerçekliğin ne olduğu önemli olmaktan çıkıyor, bir yerlerde ne duyulmak isteniyorsa ona uygun haberler yerli oryantalistlerimizce özensiz bir biçimde üretilip arz ediliyor. Gerçekliğin söylemsel inşası döngüsü böylece tamamlanmış oluyor.

Ortadoğu’nun görebileceği en kanlı, en vahşi ve en hoyrat askeri darbesinin ardından Mısır’da geçtiğimiz günlerde bir kaç gazeteci tutuklanmış, bunun üzerine İngilizce yayın yapan El-Cezire Türkiye’den bir akademisyen çıkarmış olayları yorumlamak için.

Sonradan İstanbul’dan da bir vakit CHP milletvekili adayı olduğunu öğrendiğimiz akademisyenimiz, halihazırda keyfi biçimde tutuklu onbinlerce insanın zindanlarda açlık grevi yaptığı, yüzlerce gazetecinin ülkesinden kaçmak zorunda kaldığı, onlarca gazetenin ve televizyonun kapandığı, 529 + 683 kişinin 15-20 dakika gibi bir süre içinde idama mahkum edilmiş olduğu bir darbe ülkesinde yaşananları anlatmak yerine mevzuyu direk Türkiye’ye getirip, burada yaşananların Mısır’dan farkı olmadığını söylemesin mi? Bu nasıl bir vicdan, bu nasıl bir akademik ahlak anlaşılır gibi değil.

Mısır’da bugünlerde yaşananlarla Türkiye’de tutuklu gazetecilerin varlığını karşılaştırabilmek için vicdanını da izanını da kaybetmiş olmak gerekiyor. Normalde bu karşılaştırmayı duyan İngilizce El-Cezire’nin moderatöründen bir uyarı gelmesi gerekirdi, değil mi? Oysa o da sanki son derece normal bir şeymiş gibi duyduklarına kulak kabarttı, Türkiye’nin haline ahlayıp vahladı. ‘Bu kadar baskı varsa sizin ülkenizde, İstanbul’dan sen bunları nasıl söyleyebiliyorsun, senin başına nasıl bir şey gelmiyor?’ diye basit bir test sorusu bile sormadı.

Mısır’da tarihin kaydettiği en büyük vahşet yaşanırken bu karşılaştırmaya geçit vermek suretiyle olup bitenlere samimiyetle ve cesaretle karşı çıkan tek ülke olan Türkiye’nin sesini kısmak, Mısır’a muhtemel yardım elini bir de buradan kesmekten başka ne anlamı olabilir bunun?

Benzer bir çıkışı Zaman Gazetesi’ndeki köşesinden Başbakan Erdoğan’ın bir çocuğu canice yakarak katleden kişi için açtığı idam bahsi dolayısıyla Şahin Alpay yapıyor: ‘Başbakan sadece İslamcıların idamına mı karşı?’ diye dahiyane bir soru soruyor.

Bu soruyu sormakla, tecavüzcü, çocuk katilinin idamına mı karşı çıkmış oluyor, yoksa Mısır’daki, Bangladeş’teki, tamamen siyasi ve her biri kendi çapında bir hukuk ve insanlık katliamı olan idam kararlarını mı savunmuş oluyor, varın siz tahmin edin.

Bu arada, Mısır’da insanlar en temel haklarından mahrumlar. Darbeciler en cılız muhalif sesleri öyle böyle değil, gerçekten kısıyorlar. Türkiye’nin 12 Eylül’ünden bile çok daha beter şartlar altında Sisi 18 gün sonra seçimlere gidiyor ve yüzde doksanların üstünde bir oy alarak seçilecek. Yanıbaşımızda dünyanın tam bir ikiyüzlülükle ve kılını kıpırdatmadan seyrettiği bu hadiseler olurken, Türkiye’de tamamı gazetecilik dışı suçlardan dolayı tutuklu gazetecilerle dünyanın gündemini meşgul etmeye çalışanlara da bunların sözlerini dinleyenlere de anlatacak sözümüz yok.

Freedom House da bir rapor yayımlamış ve tutuklu gazeteciler ve basın özgürlüğü ile ilgili klasmanda Türkiye’yi Mısır’la aynı kategoriye koymuş. Aslında bu onun olsa olsa Mısır’daki gerçek katliamların ve insan hakkı ihlallerinin suç ortağı olduğunu gösterir.

Türkiye ile ilgili verileri nereden topladığını, aslında doğrusunun şu değil bu olduğunu söylemenin hiç bir anlamı yok. Besbelli kasıtlı, kötü niyetli, ve işin gerçeğiyle hiç ilgilenmeyen bir rapor bu. Doğrusunu duysa ‘vah vah, nasıl da yanılmışız, demek gerçek başka türlüymüş’ mü diyecek?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Salih Tuna: Koçum benim

TÜSİAD yönetim kuruluna gönderdiği mektupta, ‘Sizleri bizim (Yüksek İstişare Konseyi) görüşlerimizi yansıtmamız için seçiyoruz, kendi başınıza hareket etmeniz için değil…’ diye racon kestiğine göre Rahmi Koç belli ki çok öfkelenmişti.

Görüyorsunuz değil mi Koç’un nasıl, ne kadar otoriter olduğunu?

Ne kadar tuhaf değil mi?

‘Patronlar Kulübü’ tesmiye edilen TÜSİAD yönetim kurulu sanki dersin beyefendinin emir eri?

Şak emredecek, tak yapılacak yani.

TÜSİAD üyesi bir işadamı bu vahameti, ‘Yönetim sadece el kaldırır ve indirir’ şeklinde hülasa etmişti.

Hatırlar mısınız, Gezi muhabbeti dolayımında, Başbakan Erdoğan’ın ‘Koç’la ters düşmesini’ bile ne denli otoriter olduğunun en bariz göstergesi sayanlar vardı.

Bu muhteremlerin kavline göre Koç’la uyumlu olmamak çoğulculuktan nasipsiz, çoğunlukçu bir anlayışın tezahürüydü.

Mesela, ‘Cemal Paşa’nın torunu’ mahut söylemin en hararetli savunucuları arasındaydı.

O kadar ki, TÜPRAŞ vergi denetimine adeta isyan etmişti.

İsyan da ne ki, ‘TÜPRAŞ olayı… Demokrasi için dik durma, ses verme zamanıdır!’ başlıklı bir yazı dercetmişti.

Gerçi, ‘paralel yapı’nın da Koç’a kol kanat gerdiği, mezkur vergi denetimini önceden haber verdiği iddia edilmişti ama biz şimdilik o tarafa yeken açmayalım. Zaten ‘paralel yapı’ nerde başlıyor Koç nerde bitiyor, tastamam muamma.

Gelgelelim, ‘Cemal Paşa’nın torunu’nun Koç sözcülüğü yeni değildi.

IMF ile anlaşma yapmayan Erdoğan’ı ‘sahibin sesi’ denilebilecek derecede eleştirmişti.

Hayır, abartmıyoruz, merak eden arşive bakabilir; uzun uzadıya iktibas ederek lafı dolaştırmak istemiyorum.

Hazrete göre, Koç’un bir şirketine vergi denetimi yapmak Koç’u susturmak, Koç’u susturmak da demokrasiyi susturmak demekti.

Koç konuşacak ki bu ülkeye demokrasi gelsindi.

Koç’un nasıl demokrat demokrat konuştuğuna da bugünkü yazı yolculuğumuzun başlangıcında, Fatih Vural’ın hazırladığı Can Paker kitabından (Geriye Bakmak Yok) bir alıntıyla örnek vermiştik.

Varlık sebebini görüşlerini yansıtmaya bağladığı ‘TÜSİAD yönetim kuruluna’ ayarın kralını veriyordu işte.

İmdi soralım: Mezkur kurul, Koç’un bu denli hışmını üzerine çekecek ne yapmıştı?

Ne yapacak, Can Paker’in öncü girişimiyle ‘Demokratikleşme Paketi’ hazırlamıştı.

TSÜİAD (176 sayfalık raporun tüm yönetim kurulunu bağladığını belirterek) sorumluluğu üzerine almıştı.

Bu çok önemliydi, çünkü daha evvel böyle değildi; sorumluluk raporu hazırlayanlarındı.

Gerçi daha sonra da böyle olmamıştı ya! Mesela, Ümit Boyner 2011’de Anayasa çalışmasına gelen tepkiler üzerine, ‘Bunu biz yapmadık, hocalar yaptı. Bizi ilgilendirmez…’ diyerek topu taca atmıştı. (Yine bir Koç mektubuna mı muhatap olunmuştu, bilemiyoruz tabii.)

Neyse, konuyu dağıtmayalım da Koç neden ‘Demokratikleşme Raporu’na isyan etmişti, ona bakalım.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: Müebbet daha beterdir

Amerikan dizilerini, hele mahkemede geçen “hukuk dizilerini” izleyenler, “oh ne ala memleket, parayı bastıran hapisten çıkıyor” hissine kapılabilirler…

Oysa bu “kefalete rapten tahliye” işleminin ölçüleri ve sınırları vardır. Savcının ya da müşteki avukatının talebi üzerine “no bail” yani “kefaletsiz tutukluluk” kararı çıkarsa, sanık hiçbir yere kıpırdayamaz.

Üstelik miktarlar da değişir, cam çerçeve kırdıysanız elli dolar verip tutuksuz yargılanabilirsiniz ama adam öldürmekle suçlanıyorsanız aşağı yukarı beş yüz bin doları bastırmadan kolay kolay evinize gidemezsiniz…

O da her zaman değil tabii.

Kaldı ki, ceremesini ödeyip tutuksuz yargılanmak “aklanmak” değildir, adı üstünde, alt tarafı tutuklu olmamak ama gene de sanık olmaktır. Bizde bu gibi ince ayırımlar olmadığı için, muhalif basın, sırf hükümete kamış atmak amacıyla, tutuksuz yargılanmalarına karar verilen bazı kişiler için “beraat etti” havasını utanmadan yaratabiliyor…

Bir başka gelişme, “idam cezasını kaldırmış olmaktan dolayı pişmanlık duyma” havasının yayılması… Birçok kişi “Avrupa Birliği’ne yaranmak için idamı kaldırdık, halt ettik” düşüncesinde.

Buna da, son zamanlarda ne hikmetse artmış görünen “çocuk cinayetleri” yol açtı.

Yazılı olmayan ama herkesin pek iyi bildiği kurallara göre, bu tür sapık canavarlar ya cezaevinde intihar ediyorlar ya da bir süre sonra “hislerine hâkim olamayan başka bir tutuklu ya da hükümlü” tarafından şişleniyorlar.

Yok, bu, İSKİ Genel Müdürü’nü “konuşmasın diye” içeriden adam tutup bıçaklatmaya benzemez tabii… Özellikle “bazı suçlarda” idamı geri getirme eğilimi var.

Eh, nasıl olsa ağzımızla kuş tutsak bizi Avrupa Birliği’ne almayacaklarının iyice ortaya çıkması üzerine, “bunu da yapıverelim gitsin, Avrupa ne derse desin” eğilimi başgösterdi. 

“En ağır ceza” isteniyor, oysa “ağırlaştırılmış müebbet”ten daha ağır ceza yok. Hükümlüyü kazığa oturtamayacağınıza göre. 

İdam cezası geri gelirse, bunun yalnız çocuk öldüren canavarlar için değil, günün birinde vara yoğa herkese, özellikle siyasi suçlulara uygulanmayacağını garanti edebiliyor musunuz?

Hele şu “Tayyip ölsün” diye beddua eden serserilerin çoğaldığı “muhalif umutsuzluk” ortamında… Gazete köşelerinde ikide bir başbakana “Menderes’in sonunu” hatırlatmaya pek meraklı itin kopuğun iyice azıttığı bir çaresizlik ortamında…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Geleceğin Türkiyesi ve Aleviler…

Türkiye’ nin bugünlerde “günü kurtarma telaşı” içinde olduğunu düşünenler varsa, haklılar. 

Çünkü ülkeye, devlete, millete, adalete, siyasete apaçık bir saldırı var.

Fakat Türkiye belki ilk kez iki şeyi bir arada yapmaya çabalıyor. 

Bir yandan günü kurtarırken, öte yandan on yıl, yirmi yıl sonrasının Türkiye’sini kuracak adımlar atıyor. 

Zor mu? Zor! Tartışılacak çok yanı var mı? Var.

Bölgede dengelerin kökten değiştiği bir dönemde Türkiye’nin yapmaya çalıştığı şey büyük bir meydan okuma mı? Evet! Tartışmasız.

Şimdi bu noktayı aklımızda tutup esas konuya gelelim… 

***

Cumhuriyet’in seküler kurucu elitlerinin dışarıda bıraktıkları sessiz çoğunluğun ağzına bir parmak bal çalan sağ partiler onlarla “aynı dili” konuştukları izlenimi vererek iktidar oldular.

Oysa öyle ya da böyle, hepsi de sırtını vesayete dayamış partilerdi.

Yıllar böyle geçti ve sonunda 2002’ye gelindi. Bu tarih milattır ve basitçe Ak Parti’nin iktidarı meselesi değildir.

Bu tarih milletin çoğunluğunu oluşturan kesimin inanç ve dilinin siyasi vekaletinden siyasi “cisimleşme”ye geçişinin başlangıcıdır. 

***

Fakat kabul etmeliyiz ki, bu dönüşüm toplumun her kesiminde aynı karşılığı bulmuyor. Demokrasimizde bazı tıkanıklıklar var ki, bir türlü giderilemedi.

Bu durum “paralel komplocular” gibi Türkiye üzerinde etkili olmak isteyen birçok odağın iştahını kabartıyor.

Mesela Aleviler’in tedirgin fakat ısrarlı bir biçimde eski statükonun yanında tavır alması ne anlam taşıyor. Bu problemi hem siyaset, hem devlet daha fazla gecikmeden derinlemesine ele almak zorunda.Cumhuriyet rejimi bir yandan seküler ve batıcı Sünnilerden bir seçkin sınıf yaratırken öte yandan da “Sünni tehdit” endişesini kışkırtarak Alevileri kendi yanında tutmayı hedeflemişti.

Başarılı da oldu. Bu sayede Dersim 38 Tertelesi gibi olayların bile üzerine “unutturuş” perdesini çekebildi.

Şimdi bu yapı değişmeden; Aleviler endişelerinden sıyrılıp sol partilerin kendi inançlarını istismar eden dillerinden ve soyut ideallerinden kurtulup yeni bir çıkış bulmadan demokrasimiz şöyle güçlü ve büyük bir “nefes” alamayacak! 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hasan Bülent Kahraman: Parthenon’u soymak ne demek?

Hocalık hayatımda üstünde düşündüğüm ve çalıştığım bütün konularda ders yapma imkânı buldum. Sadece Avrupa konusunda, çok istediğim halde ders açamadım. Avrupa kavramı nedir, Avrupa düşüncesi nasıl ve ne şekilde oluşmuştur, ne tür değişimlerden geçmiştir, kültürel açılımların, felsefi yaklaşımların bu kavramın şekillenmesinde ne tesiri olmuştur sorularının işleneceği, o dersi bundan sonra da açar mıyım bilmiyorum?

Ama bu konu hâlâ aklımda. Çünkü sadece çok farklı bir kültürel geçmişten gelen Türkiye değil, Avrupa’nın kendisi de bu konuyu un çuvalı gibi vurup vurup tozutuyor.

Son Avrupa düşünürü Habermas yaşlanalı bu konuda öne çıkan, yaratıcı bir felsefi yaklaşım görmüyorsam da, Avrupa tartışması, hâlâ çekiciliğini (dolayısıyla iticiliğini) koruyor.

Bu durumu doğuran ana sebep AB’nin son dönemde yaşadığı çöküş. Neredeyse bitmiş bir proje olarak ele alınıyor bu “birlik.”

Böyle bir durumun ortaya çıkmasında büyük etken ekonomik kriz ise de Rusya’nın ve ABD’nin son dönemdeki pozisyonları Avrupa konusunun iç çelişkilerini ortaya koyuyor.

İki görüş var bu konuda. Bir, Avrupa’yı “karanlık kıta” diye gören ve nitelendiren, Mark Mazower gibi tarihçiler. Onlara göre bu kıta Faşizmlerin toprağıdır. Bütün savaşlar bu eksende açılmıştır, dolayısıyla Lenin haklıdır: emperyalizm, kapitalizmin son aşamasıdır ve Avrupa, bilhassa sömürgeciliğiyle, kara ve kirli bir tarihe sahiptir. Sadece o mu, beş milyon Yahudiyi bir “mühendislik problemi olarak” görüp yok eden gene Avrupa’dır.

İkinci görüş Avrupamerkezci (Eurocentric) yaklaşımdır. Bu konuda, basit gibi dursa da, ilk tespiti Weber yapmıştır ve der ki, doğrudur, Batı dışı dünya her şeyi ondan önce keşfetti, muhasebeden baruta, ses sisteminden edebiyata kadar ama onları sistemleştiren Avrupa’dır, bunu yaratan, üreten şartların üstünde düşünmek gerekir.

Buna ek olarak Avrupa’nın hümanist, Aydınlanmacı, devrimci, toplumsal sözleşmeci, anayasacı, demokratik tarihi ve özellikleri üstünde durulur. Sınıf savaşlarının, sosyal devletin Avrupa’sı vurgulanır.

Her iki görüş de doğru belli ölçülerde.

Ama bugün dünyanın sıfır noktasında değiliz.

Bilhassa Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra anlayışlar epey değişti. 1990’ların ve ardından gelen dönemlerin dünyayı çok daha çoğulcu, katılımcı, paylaşımcı bir iklimde tasavvur ettiği muhakkak. Bu, kendiliğinden doğmuş ve birilerinin himmetine muhtaç bir hal değil. “Fiziksel” bir gerçek olarak teşekkül etti. Küreselleşme ortaya koydu bu şartları.

Eğer sistemleştirme gücüne sahipse ve bu ise karakteristiği Avrupa’nın, ona düşen, bu olguyu, bu oluşumu sistemleştirmesiydi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ufuk Ulutaş: Freedom House ve CIA’in yapmadığı

Türkiye’de derecelendirme yapan uluslararası kuruluşlara gereğinden fazla itibar gösterilir. Standard&Poor’s veya Fitch gibi kredi derecelendirme kuruluşları malum dış yatırımcılar tarafından takip edilir de siyasi derecelendirmelere biraz fazla önem veriyoruz sanki… 

Geçtiğimiz hafta Freedom House’ın basın özgürlüğü raporuyla geçti. Yattık kalktık statümüzün “kısmen özgür”den “özgür olmayan”a düşüşünü konuştuk. Bir gazeteci abimizin deyimiyle mezkur raporun Türk basınında bu kadar geniş yer bulması bile raporun sağlıksızlığını ortaya koymakta. “Türk basını özgür değil” diyen bir rapor Türk basınında günlerce tepe tepe kullanılıyor ve bizden hâlâ rapora ÖYS (veya son olarak nasıl isimlendiriliyorsa, ben ÖYS’de kaldım) sonuçları gözüyle bakmamız bekleniyor. 

Farkında olmayan vardır belki, Freedom House (Özgürlük Evi) sadece kurucuları tarafından seçilmiş akıllıca bir isim. Yani gerçekten de bir özgürlük evi değil. Hele kimin özgür kimin özgür olmadığına karar verecek nihai ve bağlayıcı bir merci hiç değil. ABD merkezli ve Amerikan yönetimiyle, Washington DC’nin bilindik simalarıyla bağlantılı ve tek işi derecelendirme olmayan bir kuruluş. Amerika’nın fiyaskoyla sonuçlanan “demokrasi ihracı” politikasının aktif uygulayıcılarından bir kuruluş. Bu uygulamayı da “özgürlük aşkına” yapan değil, ABD yönetiminin örtülü operasyonlar için para aktardığı ve Nikaragua’dan İran’a kadar geniş bir coğrafyada ABD dış politikasının aracılığını yapan bir kurum.  

Özgürlük heykeli değil 

Sitesinde kendi hakkında yazdığı “bağımsız ve özgürlükleri yaymaya çalışan bir gözlem kuruluşu” ifadesi de ciddiyetle yaklaşılabilecek bir ifade değil. Freedom House’ın beslendiği National Endowment for Democracy’nin kurucularından Allen Weintein’in Washington Post mülakatında söylediği gibi bu kuruluşların bugün yaptıklarını 25 sene önce CIA örtülü bir şekilde yapıyordu. Hayır, yaptıkları çalışmanın ve indekslemenin salt bir siyasi operasyon olduğunu söylemiyorum. İndekslemelerine vahiy edasıyla yaklaşanların yanıldığını, Freedom House’ın siyasi hesaplamalarının ve karanlık diyebileceğimiz bağlantılarının da olduğunu söylüyorum. Bir yönetim kuruluna göz atın ne demek istediğimi anlayacaksınız. 

İndeksleme tarzında da sorunlar olduğunu birkaç örnekle açıklayayım. Öncelikle kullandıkları dataların eski olması, 2014’ün Mayıs ayında yayınlanan bir rapor için büyük bir sorun. Buna gazeteci kategorisinde değerlendirdikleri insanların kendi beyanlarını esas aldıklarını da eklediğimizde tablonun sorunlu hali daha net bir şekilde ortaya çıkıyor. Malum radikal sol cenahta herkes gazetecidir. Taksim’de bir yürüyün sağınız solunuz radikal solun gazete ve dergilerini satmak isteyenlerle doludur. Bu hesaplamaya göre örneğin hayatı tüm uluslararası standartlara göre terörist faaliyetler üzerine kurulu olan bir DHKP-C’li veya MLKP’li elinde patlayıcı maddeyle tutuklandığında gazeteci kategorisinden Freedom House’ın listesine giriyor.

Yazının devamını okumak içint tıklayınız

Emin Pazarcı: Psikopatsın sen

Adana’da 6 yaşındaki Gizem Akdeniz’i hunharca katleden Süleyman Akdeniz’in avukatı, son derece önemli bir noktaya dikkat çekti. Caniyi savunmak zorunda olan avukat Faruk Ulaş bakın ne dedi: 

-25 yıllık avukatım. Örgüt, cinayet ve uyuşturucu davalarına girdim. İlk kez bu kadar mimiksiz, jestsiz bir sanıkla karşı karşıya kaldım. 

Öyle olur zaten… 

Tersi mümkün değildi. Böyle alçakça bir cinayeti ancak kişilik bozukluğu olan bir insan işleyebilirdi. Bu bir psikopatın işiydi. Avukat Faruk Ulaş’ın yaptığı açıklama, sadece malumun ilanı oldu. Tepkisizdirler onlar. Jestsizdirler, mimiksizdirler. Üstelik, her şart altında kendilerini haklı görürler. Ne zaman ne yapacaklarını kestiremezsiniz. 

Korkmayın, ürkmeyin, cezai ehliyetleri tamdır. Şüpheniz olmasın, Süleyman Akdeniz de gereken cezayı alacaktır. Çünkü, onlara modern tıpta “hasta” gözüyle bakılmaz. Sadece kişilikleri bozuktur. 

Psikopatlar dünyanın en büyük problemi! Uzman bir doktorlar heyetini bile yanıltabilirler. Anlayamazsınız onları, çözemezsiniz. Anladığınızda da genellikle iş işten geçmiş olur. 

Tedavi edilemezler, düzeltilemezler… 

En vahimi de maalesef sayıları tahmin edilenden de çoktur. Çok önemli görevlere kadar gelebilirler, aramızda gezerler. 

***

Ne mi yaparlar?.. 

Mesela bir süre sizi göklere çıkarırlar, bulutların üzerinde gezdirirler. Hatta, tanrılaştırabilirler bile. Sonra bir anda her şey altüst olur. Çukurunuzu kazar, üzerinize toprak atmaya başlarlar. Ne olduğunu anlayamazsınız. 

Onlar hep burunlarının dikine giderler. Kim ne derse desin, kendi doğru bildiklerini yaparlar. Kimseyi dinlemez, kendilerine karşı çıkıp doğruyu göstermek isteyene de düşman kesilirler. 

Vicdansızdırlar… 

Onlar için kendi doğrularının dışında doğru yoktur. Ne yaparlarsa yapsınlar vicdan azabı çekmezler. Çünkü, her seferinde vicdanlarını rahatlatacak bir sebepleri vardır. Bir insanı rahatça öldürür, sonra da bu eylemden kendilerine pay bile çıkarabilirler: 

-İyi oldu, kurtardım bu hayattan. 

İşte bu yüzden tepkisizdirler. Mimiksiz ve jestsizdirler. Başkalarının kanını donduracak bir olay karşısında bile kıllarını kıpırdatmayabilirler. 

***

Çok rahat yalan söylerler, çok güzel oynarlar… 

Tıpkı minik Gizem’e kıyan Süleyman Akdeniz gibi! Bir cinayet işledikten sonra maktulün evine gidip taziyede bulunabilirler. Hatta gözyaşı döküp dövünebilirler de… 

Belli ki Avukat Faruk Ulaş kişilik bozukluğu içinde olan suçlularla pek karşılaşmamış. O yüzden mimiksizliğini yadırgıyor. Oysa bu bir psikopatın doğal davranışı! 

Onların hiçbir ahlaki kuralı yoktur… 

Zaman zaman “ahlakçı” çıkışlar yapabilirler. Son derece doğru tezlerin savunucusu gibi görünebilirler. Karşınıza bir melek saflığında çıkabilirler. Sonra bir bakarsınız, bütün değerleri ayakları altına alıp paspas gibi çiğneyebilirler. Sakın yanlış anlamayın. Ne yaptıklarını onlar da bilmezler. Kendilerini çelişki içinde hissetmezler. Siz söyleseniz bile kabul etmezler. İç dünyalarında bütün bu yaptıklarına da kendilerince makul bir gerekçe bulabilirler. 

Gün olur sahte evrak düzenlerler… 

Gün gelir çevrelerindeki insanlara iftira atabilirler.

Yazının devamını okumak için okuyunuz

Oral Çalışlar: Kürtler, Türk demokrasisini satıyor efsanesi

‘Kürtler bizi sattı’ diyenlerin anlamak istemedikleri, Kürt meselesinde her adımın, Türkiye’yi demokratlaştıracağı gerçeğidir.

Kürtlerin(PKK/BDP ekseni) kendi çıkarları, kendi talepleri nedeniyle ‘Türk demokrasisi’ni ve ‘demokratlar’ını bir yana bıraktığı, son dönemde bazı yazarların ısrarla işlediği bir konu. Diyorlar ki, “Kürtler, kendi geleceklerini Türklerle birlikte kurulacak demokratik bir yapının parçası olmakta görmüyorlar. diktatörlüğü desteklemenin kendi çıkarlarına olacağını düşünüyorlar.” Geçmişte, çatışma döneminde Kürtler tarafından el üstünde tutulan bu ‘Türk demokratı’ yazarlar, ‘artık yollarımız ayrıldı’ havasında. Bunun nedenleri üzerinde geçmişte durmuştum. Şimdi daha net konuşabileceğimiz koşullar oluştuğu için daha net şeyler söylemek mümkün. “Kürtler bizi sattı” diye düşünen bu çevrenin bir hayal kırıklığı yaşadığını söyleyebiliriz. 

Onlar, AK Parti ile kavgaya tutuştukları anda, Kürtlerin de hükümetle kavgaya tutuşmalarını beklediler. Kavganın tırmanmasını beklerken tersi oldu, ‘çözüm süreci’ başladı ve ‘kavga’ beklentisinin yerini ‘barış’ müzakereleri ve görüşmeler aldı. 2012 yılının sonlarına doğru yazdığım yazılarda, böyle bir sürecin bütün Türkiye’yi, bütün siyasi aktörleri, AK Parti’den PKK’ya kadar sürecin siyasi partnerlerini olumlu yönde değiştireceğini, olgunlaştıracağını belirttim. Şimdi böyle bir dönemden geçiyoruz. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin yeni seçilen eşbaşkanı, Kürt siyasetinin ağırlıklı isimlerinden Fırat Anlı ile geçenlerde yaptığımız bir konuşma sırasında, 15 aylık çatışmasızlık döneminin önemine dikkat çekmiş, “Bu sayede yalnız Kürtler değil, Batı’daki Türklerin de Kürtlere bakış açısı değişiyor, Kürtlerin hakkına hukukuna saygılı yeni yaklaşım gelişiyor” demişti.  Süreç, gerçekten de herkesi değiştiriyor. “Kürtler bizi sattı” diyenlerin anlamak istemedikleri, Türkiye’nin Kürt meselesinde atacağı her adımın, Türkiye’yi demokratlaştıracağı gerçeğidir. Çünkü, bu sürecin en temel hedeflerinden birisi, kaçınılmaz olarak Kürt kimliğini tanıyacak olan bir yasal sistem değişikliğidir. Tabii, bu süreç, yalnızca Kürt kimliğine yönelik bir değişiklikle sınırlı olmayacak, bütün değişik kimliklerin (Aleviler, Araplar, Çerkesler. Lazlar, Hıristiyanlar, Yahudiler) varlığını kabullenen, yeni bir yapılanmayı beraberinde getirecektir. Tabii böyle bir yasal yapılanmanın gerçekleşebilmesi için Türklerin; yani Türkiye’nin Batısının da bir zihniyet devrimi geçirmesi gerekiyor. Öteki’nin hakkını kabullenmek, ciddi bir yasal dönüşüm gerektirdiği gibi, zihniyetlerin de bir dönüşümünü gerektiriyor. Kürt meselesi bu nedenle zorlu ve sabırlı bir yolculuğu gerektiriyor. Kürtler işte bu ufku görebildikleri için, bu sabrı ve ısrarı sürdürebiliyorlar. Çatışmacı zihniyeti ‘şaşırtıyor’lar. Kürtlerin beklediği şey gerçekleşiyor: Türkler, Kürtlerin haktalebine, geçmişe göre daha ılımlı ve olumlu bakabiliyorlar. Yalnız Kürtlerin değil, diğer farklı kimliklerin de kendilerini ifade etmeleri, haklarını elde edebilmeleri için geçmişe göre daha olumlu bir zemin oluşuyor. Daha olumlu bir kamuyou oluşuyor. AK Parti tabanı değişiyor, Kürtler değişiyor, Tayyip Erdoğan değişiyor, Abdullah Öcalan değişiyor. Aslında CHP tabanının ve MHP tabanının da meseleye geçmişten daha normal baktıklarını söyleyebiliriz. Bu konuda yapılan ve yapılabilecek kamuoyu yoklamalarında bunu görmek mümkün.

Yazının devamını okumak için tıklayınız