Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Olaylar
Star gazetesinden, Ardan Zentürk, Mustafa Karaalioğlu, Orhan Miroğlu; Yeni Şafak’tan Markar Esayan, Süleyman Seyfi Öğün, Markar Eseyan, Cem Küçük, Yusuf Kaplan; Sabah’tan Hasan Celal Güzel...
EMOJİLE

Star gazetesinden, Ardan Zentürk, Mustafa Karaalioğlu, Orhan Miroğlu; Yeni Şafak’tan Markar Esayan, Süleyman Seyfi Öğün, Markar Eseyan, Cem Küçük, Yusuf Kaplan; Sabah’tan Hasan Celal Güzel, Haşmet Bababoğlu, Hasan Bülent Kahraman, Engin Ardıç; Akşam’dan Emin Pazarcı; Radikal’dan Avni Özgürel, Oral Çalışlar bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor. İşte gündemden habersiz kalmamak için okunması gereken yazılar…

Ardan Zentürk: Devlet ve istihbarat savaşı…

Davutoğlu’nun açıklamasından anladığım, devletin, o dinlemeyi gerçekleştiren unsuru ortaya çıkarmakta kararlı olduğu yönünde. Korumalı odada Suriye Savaşı hakkında beyin fırtınası gerçekleştirilirken alınan ve Youtube üzerinden dünyaya duyurulan ihanet kaydından söz ediyorum. Davutoğlu, MİT’in konuyu enine boyuna araştırdığını, iç ve dış unsurlar üzerinde durduğunu ve mutlaka aydınlatılacağını söylüyor. Zaten aksi olursa, ciddi ama çok ciddi bir sorun var demektir.Çünkü devletler, bünyelerine sızmış ihanet kulakları karşısında hareketsiz kalırlarsa, toplum, bir ihaneti kolay unutursa, medya, yaşanılan istihbarat skandalının peşini bırakırsa, o devlet, açık söylüyorum er veya geç çöker…

Bakın, Amerika ile İsrail arasında yaşanılanlara, ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız.

Bir casus neye mal oldu?..

ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin bütün mesaisini verdiği Filistin Barış Süreci neden çöktü, hatırlatayım: İsrail, Filistin’le iyi-kötü barış tesisi için Amerika’ya bir şart koştu. 1987’den bu yana Amerikan cezaevinde yatan İsrail casusu JonathanPollard’ın bir jest olarak serbest bırakılmasını istedi. Ve, Amerika, bütün bir çözüm sürecinin sonlanmasını göze aldı, Pollard’ı bırakmadı. Oysa, Amerikan istihbaratı içinde analist olarak çalışırken çok gizli belgeleri İsrail’e aktardığı ortaya çıkan Pollard, hapisteki yasal süresini 1. Kasım.2015’te dolduracak. Amerika yaklaşık bir 1 yıl önce bu adamı bırakabilir, sürecin sürmesini sağlayabilirdi. Yapmadı. Çünkü “doğal devlet refleksi” budur, Amerikan medyasında da kimse ortalığa dökülüp, “bıraksaydınız ya” falan gibi laflar gevelemedi.

İsrail’e büyük şok!..

Bitmedi, işin devamı İsrail açısından daha vahim. Önce teknik bir bilgi vereyim. Amerika bir tek Kanada vatandaşlarından vize istemiyor, diğer ülkeler vizeye tabiler. Fakat, Vize Muafiyet Programı çerçevesinde dünyanın 38 ülkesinin vatandaşları, 90 günden kısa Amerika ziyaretleri için vizeden muaf tutuluyorlar. AB ülkelerinin Bulgaristan ve Romanya hariç tamamı, Japonya, Yeni Zelanda. Avustralya, Singapur, Tayvan gibi ülkeler bu program içinde. İyi haber, Türkiye, Brezilya ve Arjantin ile birlikte bu programın aday ülkelerinden biri, İsrail de…

İsrail, artık bu programa dahil olması için ciddi başvuruda bulundu, konu, Amerikan Kongresi’nde ele alındı ve asıl şok o anda yaşandı.

Çünkü, Amerikan istihbaratının Kongre’nin ilgili komisyonuna gönderdiği belgede, “İsrail’in Vize Muafiyet Programı’na dahil edilmesi, İsrail casuslarının Amerika’ya girişini kolaylaştırıcı bir girişimdir, kabul edilemez” yazıyordu!..

İsrail devleti, şaşkın, çünkü Amerikalılar bugüne kadar onlara, “Arap vatandaşlarınız nedeniyle sizi muafiyet programına alamıyoruz, bizim için güvenlik riski oluşabilir” demişler, işin aslını yeni anladılar.

Yazının devamı için okuyunuz

Markar Eseyan: Çankaya’dan Bürütüs çıkmaz demiştim

Davutoğlu’nun açıklamasından anladığım, devletin, o dinlemeyi gerçekleştiren unsuru ortaya çıkarmakta kararlı olduğu yönünde. Korumalı odada Suriye Savaşı hakkında beyin fırtınası gerçekleştirilirken alınan ve Youtube üzerinden dünyaya duyurulan ihanet kaydından söz ediyorum. Davutoğlu, MİT’in konuyu enine boyuna araştırdığını, iç ve dış unsurlar üzerinde durduğunu ve mutlaka aydınlatılacağını söylüyor. Zaten aksi olursa, ciddi ama çok ciddi bir sorun var demektir.

Çünkü devletler, bünyelerine sızmış ihanet kulakları karşısında hareketsiz kalırlarsa, toplum, bir ihaneti kolay unutursa, medya, yaşanılan istihbarat skandalının peşini bırakırsa, o devlet, açık söylüyorum er veya geç çöker…

Bakın, Amerika ile İsrail arasında yaşanılanlara, ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız.

Bir casus neye mal oldu?..

ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin bütün mesaisini verdiği Filistin Barış Süreci neden çöktü, hatırlatayım: İsrail, Filistin’le iyi-kötü barış tesisi için Amerika’ya bir şart koştu. 1987’den bu yana Amerikan cezaevinde yatan İsrail casusu JonathanPollard’ın bir jest olarak serbest bırakılmasını istedi. Ve, Amerika, bütün bir çözüm sürecinin sonlanmasını göze aldı, Pollard’ı bırakmadı. Oysa, Amerikan istihbaratı içinde analist olarak çalışırken çok gizli belgeleri İsrail’e aktardığı ortaya çıkan Pollard, hapisteki yasal süresini 1. Kasım.2015’te dolduracak. Amerika yaklaşık bir 1 yıl önce bu adamı bırakabilir, sürecin sürmesini sağlayabilirdi. Yapmadı. Çünkü “doğal devlet refleksi” budur, Amerikan medyasında da kimse ortalığa dökülüp, “bıraksaydınız ya” falan gibi laflar gevelemedi.

İsrail’e büyük şok!..

Bitmedi, işin devamı İsrail açısından daha vahim. Önce teknik bir bilgi vereyim. Amerika bir tek Kanada vatandaşlarından vize istemiyor, diğer ülkeler vizeye tabiler. Fakat, Vize Muafiyet Programı çerçevesinde dünyanın 38 ülkesinin vatandaşları, 90 günden kısa Amerika ziyaretleri için vizeden muaf tutuluyorlar. AB ülkelerinin Bulgaristan ve Romanya hariç tamamı, Japonya, Yeni Zelanda. Avustralya, Singapur, Tayvan gibi ülkeler bu program içinde. İyi haber, Türkiye, Brezilya ve Arjantin ile birlikte bu programın aday ülkelerinden biri, İsrail de…

İsrail, artık bu programa dahil olması için ciddi başvuruda bulundu, konu, Amerikan Kongresi’nde ele alÇankaya’dan Brütüs çıkmaz demiştim

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün annemin memleketi Kütahya’da yaptığı açıklama aktif siyasete ‘şimdilik’ kaydıyla ara verdiği şeklinde yorumlandı. Açıklama sonrası nedense, obituary tadında iki yazı yazan Fehmi Koru da ‘nadanlık’, ‘tezvirat’ sıfatlarını bolca serpiştirdiği ‘analizlerinde’ bu yönde yorumlarda bulundu. Bu sıfatlar şahsıma yöneltildiyse, kendisine aynen iade ederim, yoksa kusura bakmasın, tenzih ederim.

Çankaya ile ilgili yazdığım yazılarda Erdoğan ve Gül’ün siyasi kimlikleri ve aralarındaki kardeşlik hukukunun Türkiye’nin içinde bulunduğu riskli süreçte ne kadar önemli olduğu üzerinde durdum. Cumhurbaşkanı Gül’ü sever ve önemserim. İnsan sevdiklerinin iyi olmasını ister, varsa bu yönde bir faydası dokunsun da ister. Yoksa hepimiz birkaç yazı ile koskoca liderlerin siyasi tercihlerini değiştirmelerini beklemeyiz. Eğer öyleyse de, vay halimize! Türkiye’de her şey pamuk ipliğine bağlı demektir.

Bazı yazarlar ise sanki Gül cumhurbaşkanlığına aday olacakmış da veya başbakanlık için Kongre’ye gidecekmiş de bu türden yazılar nedeniyle geri çekilmiş gibi yazıyorlar. Belki de bunlar onların temennileridir ve olmadığı için melankoliye düşmüşler, günahı da sağ gösterip sol vurmayan net yazarlara yıkmaya çalışıyorlardır. Yok, bu değil de, yani temennileri Erdoğan ve Gül arasında bir fitne çıkmamasıysa, ne dediği belli olmayan yazılarla kendilerini kayırmışlar, denge gözetmişler ve risk almamışlar demektir.

İkisi de felaket.

Ben hala Erdoğan ve Gül zirvesinden ne çıkacağı konusunda kesin konuşmuyorum. Konuşmuyorum çünkü bu kişilere saygım var. Onlar kendi aralarında konuştuğunda, kesin bir karara vardıklarında ve bunu kamuoyuna açıkladıklarında, o zaman analizlerimizi daha net yaparız.

Benim temennim ise, gerçekten bir nifak, fitne yaşanmamasıdır. Bunu öncelikle bugünkü şartlardaki ülkem için önemserim. İkinci olarak da Erdoğan ve Gül’ün zarar görmesini istemem. Kıymetli bir siyasi kimlik kolay meydana gelmiyor ve iki siyasinin de değerli bir siyasi geçmişleri, isimleri var. Bu değer sayesinde Türkiye’de son 12 yılda sivil siyasetin itibarı arttı. Siyasetin itibar kazanması, vatandaşın ülke üzerinde sözünün daha çok geçmesi demektir. Her iki siyasi de bu anlamda hayati roller üstlendiler doğrusu. Türkiye onlara çok şey borçlu.ndı ve asıl şok o anda yaşandı.

Çünkü, Amerikan istihbaratının Kongre’nin ilgili komisyonuna gönderdiği belgede, “İsrail’in Vize Muafiyet Programı’na dahil edilmesi, İsrail casuslarının Amerika’ya girişini kolaylaştırıcı bir girişimdir, kabul edilemez” yazıyordu!..

İsrail devleti, şaşkın, çünkü Amerikalılar bugüne kadar onlara, “Arap vatandaşlarınız nedeniyle sizi muafiyet programına alamıyoruz, bizim için güvenlik riski oluşabilir” demişler, işin aslını yeni anladılar.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Cem Küçük: Sorulara cevap ver Altaylı!

Geçen hafta Fatih Altaylı ile Tuncay Özkan’ın birlikte yaptıkları programı izlerken durumlarına hem acıdım hem üzüldüm. Tuncay Özkan anti-demokratik, laikçi, ulusalcı bir ideolojinin temsilcisiydi. Post-modern bir darbe ile Erdoğan’ın indirilmesinden yanaydı. Fakat paralel örgüt Özkan gibi bir adama bile öyle kumpaslar kurdu ki, Özkan bugün mağdur hale geldi. Unutmasın ki şu an dışarıdaysa ben ve benim gibilerin paralel yapıyla mücadelesi sayesindedir. Özkan’ın yeniden içeri alınması da vicdana uygun olmaz. Fakat şu anki durumu Özkan’a göre çok daha acınacak bir adam var ki, o da Altaylı. Habertürk yönetiminden kovulmuş Altaylı her şeyden önce halka doğruları söylesin.

Tuncay Özkan emniyet-yargı cuntası marifetiyle içerde çürürken paralel yapının polis şefleriyle kanka olan Fatih Altaylı şimdi Özkan’ın ve Ergenekon mağdurlarının yanındaymış. Yahu senin o Teke Tek programında paralel yapının tetikçisi meşhur muhabirin kaç defa PR’ı yapıldı? O paralel tetikçiydi Özkan’ları içeri attıracak haberleri yapan. Paralel yapının elemanlarını yayına alıp yağlayıp balladığın programlar herkesin aklında. 28 Şubat soruşturmasının konuşulduğu günlerde paralel yapının polis şefleriyle ne kadar kanka olduğunu tüm Ciner Medya camiası biliyor. Meşhur paralelcibaşı polis şefiyle kaç defa beraber öğle yemeği yediniz? Merak etme sana paralelci olduğunu söyleyen yok. Fethullah Gülen’den en az Erdoğan kadar nefret ettiğini biliyoruz. Fakat sen kendini kurtarmak için paralel yapının polis şeflerine yanaştın. Onların istediği yönde haberler yaptın mı yapmadın mı? Sen onu söyle…

Şimdi de o paralel polislerin içeri attığı Tuncay Özkan’ı almışsın karşına, ‘Ah vahhh’ ediyorsun. Yahu o sahte kanıtları kim oluşturdu? Levent Kırca’yı konuk ettiğin programda, ‘Silivri’deki gazeteciler umurumda değil’ diyen sen değil miydin? Kim insanlara malum kumpasları kurdu? Cevap ver Altaylı… Senin kankalık ettiğin ve köşende röportaj kılıfında PR’ını yaptığın o polis şefleri değil mi? Daha geçenlerde meşhur bir paralel istihbaratçının senin hakkında ettiği güzel lafları gururla anlattın ekranda. Elbette seni överler, çünkü sen özellikle 2012 yılında –biraz da 28 Şubat’tan içeri atılma korkusu yüzünden– senden ne istiyorlarsa yaptın. 28 Şubat davasında hakkında en çok şikâyet dosyası olan gazeteci sendin ve normalde bir hukuk süreci başlaması gerekirdi. Ama senin kankan paralel polis şefleri bu süreci durdurdu. Sen de onlarla haber ve manşet işbirliği yaptın mı, yapmadın mı?

Yazının devamı için tıklayınız

Süleyman Seyfi Öğün: Kentsoylular ve kentliler

Modernleşmenin kültürel yıkım duygusu burjuva hıncıyla açıklanabilir. Bu hıncın derin derin tartışılması, özellikle kültürpolitik temelli, kimlik kavgalarının tırmandığı bir çağda ufuk açıcıdır.

Burjuva olmak elbette öncelikle kentli olmak demektir. Ama tuhaf olan burjuvaların kentlerin yegane sahibi olmadıkları gerçeğidir. Kent, sâdece ‘köksüz’ burjuvaların tek başlarına at oynattıkları mekanlar değildi. Kültürel olarak burjuvalardan farklı olarak ‘kökleriyle övünen’ ve yüzyılların tornasından geçerek ‘incelmiş’ bir dünyânın taşıyıcısı olan soyluluk da kentlere kültürel ağırlığını koymaktaydı. Bunlar çoktan toprakla bağlarını kopartmış ya da en aza indirmiş insanlardı. Topraklarını kirâya vermişler, rant gelirleriyle kent hayâtının tadını çıkarıyorlardı. Onlara toprak ya da ‘kılıç soylusu’ndan (Noblesse d’épée) farklarını anlatmak için ‘kıyâfet soylusu’ (Noblesse de robe) deniyordu. Britanya’da ise onlara yerlerinde, yâni topraklarının başında olmayan soylular'(Absent Lords)ya da kısaca ‘kentsoylu’ (Gentry) deniyordu. (Onun için kentsoylu terimini burjuva, yâni kentli için değil, gentry için kullanmak daha doğrudur).

Askeri değerlerini terk etmiş bu kentsoyluluğun bütün ontolojisi kültürel idi. Sanatçıları himâye eder, kendi aralarında incelik ve zevk yarıştırır; boş zamanlarında ise sonradan görme (parvenu) buldukları burjuvalarla eğlenirlerdi. Moliére’in ünlü ‘Kibarlık Budalası’ görgüsüzlüğün hicvidir. Kendisi de bir saray adamı olan Moliére, para kazanan köksüz bir burjuvanın soylu inceliklere uzanmaya çalışırken nasıl da gülünçleştiğini anlatır. Gerçekten de o günlerde ortalık Jourdain’lerden geçilmez. Geç Barok ve Rokoko dünyâ, onları küçümser, adam yerine koymaz. İş hayâtında başarı kazanan burjuvalar ise kültürel açıklarını kapamak için yapmadıklarını bırakmaz. Ünvan satışı başlıbaşına bir sektör haline gelmiştir. Paraya sıkışan kentsoylular, kültür açığı ile başa gelemeyen kentlilere (burjuvalar) ünvan satarak sıcak para bulabilmekteydi.

Britanya’da kentli-kentsoylu kavgası ‘Towns-City’ işbirliğinde tatlıya bağlandı. Fransa’da ise kavga karakolda bitti. Burada düz kentliler, kentsoyluluğun baskısını devrim ile aşmaya çalıştılar. Kentsoyluları kılıçtan geçirdiler, kurumlarını târumar ettiler. Ama çarpıcı olan bunu, çoğu kez sanıldığı gibi bu kültürel üstünlüğü yok etmek için değil; demokratize etmek için yapmış olmalarıdır. Bugün Paris’de sıradan, ortalama bir Fransız yurttaşının, meselâ metrodaki bir biletçinin ya da garsonun bile itinayla sergilediği ‘incelik çalımı’, devrimin kültürel tarafının Çin’dekine benzemediğini ortaya koyuyor. Devrim soyluluğu yok etmek için değil, herkesi kentsoylu yapmak için yapıldı sanki…

Yazının devamı için tıklayınız

Mustafa Karaalioğlu: Gül’ün tavrı Erdoğan’ın yolu

Cumhurbaşkanı Gül’ün sabah akşam Çankaya bahsinin konuşulduğu bir ortamda “Siyasi planım yok” demesi doğabilecek muhtemel gerilimlerin büyük çoğunluğunu bir kalemde silip attı. Daha açık ifadeyle “siyasal fitne” kapısını kapattı. Gül’ün kalitesine, tarzına ve tavrına yaraşır bir çıkış olmuştur. Böyle yapmakla siyasi açıdan değersizleşmiş olmadı, bilakis daha da büyüdü…

Gül, temel meselenin ne olduğunu en iyi bilen kişilerden birisi olarak; içinden geçilmekte olan karar sürecinden geride hasar, kırgınlık ve belirsizlik kalmamasına özen gösteriyor. Sonuçta, AK Parti’nin kurucusu, ilk başbakanı ve bütün kritik dönemlerde önemli rol oynayan değerli bir aktörüdür. Partinin, daha geniş tanımıyla hareketin ve davanın böylesine değişim noktalarında zayıflaması ve güç kaybetmesine yol açmamanın her şeyden daha önemli olduğunu bilecek kadar sorumluluk sahibidir.

ANAP’laşma temennisi

Malum… En başından beri AK Parti’nin kaderinin ANAP gibi olacağını dair tahmin ve beklentiler vardı. ANAP gibi iki seçim aldıktan sonra gerilemeye başlayacağı ve ardından da Cumhurbaşkanlığı seçimleri eşiğinde de partinin kamplaşarak küçüleceği hesaplanıyordu. Hem muhalefet hem de medya ANAP metaforuna o kadar güvendi ki başka bir şey yapmaya gerek duyulmaksızın AK Parti’nin kendi kendine erimesini umut ederek seneler geçirdi.

İlk eşik 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimiydi… 367 skandalına kadar varan büyük bir sistem geriliminin gölgesinde yaşanan seçimler, AK Parti’ye zarar vermek şöyle dursun güçlendirdi. Erdoğan, yolun başında basit bir hamleyle Gül’ü aday göstererek hem planları bozdu hem de maksimum siyasi faydayı elde etmeyi başardı. O gün hem yakışan, hem de siyasi fayda içeren tercih Gül’ün Çankaya’ya çıkmasında yatıyordu. Öyle de oldu…

Bugün ise, zamanın ruhu Erdoğan odaklı bir siyaseti dünden daha fazla kaçınılmaz kılıyor. Üzerinde sorumluluklar var. En başta geleneksel siyasal paylaşımı adaletli hale getirmek; yani muhafazakar-dindar kitlelerin sistemden hak ettikleri payı almaları gerçeğini kurumsallaştırmak gibi ağır bir sorumluluk var. Buna ilaveten, 2023 vizyonu içinde Kürt sorununun çözümünden, paralel yapının tasfiyesine kadar her biri çok ağır ve önemli süreçler bulunmaktadır. Erdoğan’ın riyaseti olmaksızın bu süreçlerin üstesinden gelebilmek mümkün değildir. Zira, seçmen teker teker bu sorunların çözümü için Erdoğan’a yetki vermiş ve sorumluluk yüklemiştir. Erdoğan da gayet tabii ki bunun farkında. Kendisinin en güçlü potansiyel aday olduğu Cumhurbaşkanlığı’na artık alenen “başkanlık makamı” olarak tanımlamasının sebebi de budur. Seçimin hemen ardından çıkacağı Çankaya’yı sorumluluktan kurtulma yeri olarak görmek gibi bir yolu seçebilmesi mümkün olmadığına göre, o makamı sorumluluklarına uygun bir şekilde dizayn etmekten başka yolu yoktur.

Son açıklamasından anlaşıldığı kadarıyla Gül de bu dizayn arzusunu analiz ediyor ve görüyor. Böyle bir analizin üzerine siyasi plan yapılmasının doğru olmayacağını da…

Böylelikle, yeni bir ANAP’laşma riskini de eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye miras kalan sorunların çözüm perspektifine sekte vurmak ihtimalini de aynı anda ortadan kaldırıyor. 

Yazının devamı için tıklayınız

Orhan Miroğlu: Gel de ‘Arap Remo’yu hatırlama…

Cumhurbaşkanlığı için sürüp giden tartışmalara bakınca aklıma Diyarbakır cezaevinde kalmış olanların  hikayesini iyi bildiği ‘Arap Remo’ geliyor.

Arap Remo bizim gibi siyasi değildi. Adli bir suçtan ve sivil cezaevinde yer olmadığı için Beş nolu dediğimiz Diyarbakır askeri cezaevine geçici bir süre için getirilmişti. Remo’nun anasının emdiği süt burnundan geldi. Çırılçıplak soydular, onurunu kırdılar ve insanlığını bitirdiklerini düşünerek nihayet hücreye attılar..Bütün bunları, kendi kabadayı dünyasında yaşayan ve namı yürüsün diye kan dökmeye hazır bir adama yaptılar. O Remo gitti, gardiyanlardan bir cop fazla yememek için, işi kurnazlığa vuran Remo geldi. Remo’nun tam hikayesi benim ilk kitabım, Dıjwar-Onlara Dair Her Şey isimli anı-romanımda var,. Merak edenler okuyabilirler.

Remo öyle bir cehenneme düşmüştü ki, buranın dünyanın hangi tarafı olduğunu ayırt  edemez hale gelmişti..

Akıl almaz işkenceler bitip de hücreye boş bir çuval gibi attıkları gün, bir ara gözlerini açıp,  koğuş arkadaşı  CHP’den tutuklanan Almanca öğretmeni Kemal Ezber’e soruyor:

-Kardaş kusura bakmayın, acaba öbür tarafta mıyık, yoksa bu tarafta mı?

Öbür taraf dediği, ahret..

Kemal’ın soruya cevabı şu olmuş

-Valla Remo daha dünyanın bu tarafındayız.

Remo zamanla siyasi olmanın ne bela bir şey olduğunu anlamış, kendi suç dünyasıyla övünen bir adam haline gelmişti.

Gardiyanlar dayak düzeni al dediklerinde, Remo kurnazlıkla ‘Allaha çok şükür siyasi değilim!’ diyerek dayak düzeninden kendini kurtarırdı..

Kimse kusura bakmasın, ve kimse de alınmasın. Ama bakıyorum da bir yandan siyasi tahayyüllerinden, 2023 yıllarının Türkiye’sine yapacağı katkılardan övünerek söz eden bir aday adayı var. Yani Başbakan Erdoğan var.

Ama Başbakan’a karşı muhalefet,  ‘Allaha çok şükür siyasi değilim’ diyecek bir aday arıyor!.

Gel de Arap Remo’yu, hatırlama!

Remo, siyasi olmadığını göstererek, cezaevinin gardiyanlarını muhtemelen memnun ettiğini düşünüyor, siyasi nedenlerle tutuklanmış insanlardan farklılığını ortaya koyarak, işkenceden muaf kalacağını düşünüyordu.

O, dünyadan ve içinde bulunduğu şehirden ve şehrin insanlarından tecrit edilmiş cezaevinde, sistemin gardiyanlarına hoş görünmek, siyaset dışı olmaktan geçiyordu.

Ne tuhaf, kırk küsur yıl sonra Türkiye cumhurbaşkanını seçecek. Sistem gardiyanlarının  koruma altına alabileceği bir düzeni filan kalmadı bu ülkenin. Kurumlar ve siyaset arasında doğru ve demokrasinin lehine yeni bir ilişki kuruluyor. Cumhurbaşkanlığı kurumu da dahil.. Ama siyasi tahayyülünü 2023’lü yılların Türkiyesi’ne taşıyabilecek güçlü devlet ve siyaset adamlarının alternatifi, hala da Arap Remo ve Arap Remolar!

Allaha çok şükür siyasi değilim diyecek bir takım adamlar!

Statükonun kalan gardiyanlarını memnun edecek, bir ‘Arap Remo’ aranıyor!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hasan Celal Güzel: Bu mu Gestapo devleti?

1966’da rahmetli Fuat Doğu Paşa’nın MİT Müsteşarı olmasından bu yana, yani tam 48 yıldan beri Millî İstihbarat Teşkilâtı’nı yakından müşahede etme fırsatını buldum ve 1977 ile 1989 arasında MİT’in çalışmaları ile ilgilendim; özellikle Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı ve Başbakanlık Müsteşarı olarak görev aldığım yıllarda bu millî kuruluşumuzun yönetiminde etkili oldum. Büyük kısmı üst yöneticilikle geçen yarım asra yaklaşan devlet hizmetim esnâsında Türkiye’nin millî güvenlik meselelerinin çözümlenmesi için çabalayıp durdum.

24 Şubat 2014 tarihli ‘MİT Kanunu ve Gerçekler’ başlıklı yazımda, ‘Şimdi tartışılan MİT Kanunu’na aslında hiç lüzum yoktur. Bu kanun çıkarılmasa dahi MİT, mevcut hükümler muvacehesinde görevini yapabilir. Önemli olan, idarecilerin hiç çekinmeden faaliyetlerini yapabilmeleridir’ demiştim. Hâlen de bu görüşümü muhafaza ediyorum. Esasen MİT’in mevcut Müsteşarı Hakan Fidan, son derece vatansever, vazifeşinas, başarılı genç bir istihbaratçıdır ve yetkilerini cesaretle kullanabilmektedir. 

***

Yeni MİT Kanunu, haftalar boyunca devam eden ve kavgaya varan tartışmalardan sonra nihayet TBMM’de kabul edildi. Bunun üzerine özellikle muhalefet partilerinin ve bazı medya çevrelerinin verdiği beyanatlar, devlet yönetiminden bîhaber olduklarının bir delilidir. CHP lideri Kılıçdaroğlu, yeni MİT kanununu eleştirirken ‘Hükûmet Gestapo kurmaya çalışıyor’ dedi. Millî devletlerin güvenliğinde en önemli kurum olan istihbarat teşkilâtını Nazi Almanyası’ndaki Gestapo’ya benzetmek için sadece insafsız olmak yetmez; ayrıca devlet yönetimi mefhumuna yabancı olmak da gerekir. Hele milliyetçilik ve millî güvenlik konularında hassasiyetini partisine temel ilke yapmış MHP lideri Bahçeli’nin, -gene CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun peşine takılarak- Başbakanı ‘İstihbarat devletine sürüklüyor’ ithamı, kendisi ve partisi açısından büyük bir talihsizliktir.

Altını çizerek yazıyorum ki, bu lüzumuna inanmadığım Kanun, muhalif siyasî partilerin ve medyanın iddialarının tam aksine, MİT’in yetkilerini kısan, Meclisi ve Bakanlar Kurulu’nu gizli istihbarat hizmetlerine açarak, faaliyetlerini sınırlayan bir kanundur. Bu mahiyeti itibariyle, bırakınız ‘Gestapo ve İstihbarat Devleti’ olmayı, bilâkis millî güvenliğin sağlanmasını zorlaştıran bir dönem başlatmaktadır.

Sorarım sizlere, dünyanın demokratik ülkelerinin istihbarat teşkilâtı kanunlarında ‘dış operasyon yetkisi’nden bahsedildiğini işittiniz mi? Sanki MİT bugüne kadar dış operasyon yapmamış mıdır? ASALA’yı çökerten, bir avuç ülkücü genç ile ‘iyi saatte olsunlar’ mıdır?

Yazının devamını okumak için tıklayınız 

Hasan Bülent Kahraman: Gül’ün adı

Hiç şaşıracak bir şey yok, Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi de Umberto Eco’nun kıyametler koparan gizemlerle, karmaşık olaylarla yüklü romanı Gülün Adı kadar heyecanlı bir serüven olmaya aday.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün son çıkışı işi tam manasıyla öyle bir çerçeve içine yerleştirdi. Yerde ve gökte herkes Gül’ün yaptığı açıklamanın ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyor. Üç noktada ben kendi yorumumu belirteyim. 

***

Gül’ün 2007’deki Cumhurbaşkanlığı sürecinin ayrıntılarını hatırlayanlar için son hamle hiç de şaşırtıcı değil. Gül, o dönemde, Türk hukukçularının tarih boyunca yüzlerinde kara olarak kalacak 367 ucubesini bulma işine giriştikleri ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turlarından sonuç alınamayacağını anladığında, hiç partisinin yetkili organlarına ve bu işi birlikte götürdüğü yakın siyaset arkadaşlarına danışmadan, çok hızlı bir şekilde hareket etmiş ve adaylığını geri çekmişti.

Niçin böyle bir çıkışa yöneldiğini anlamak kolaydı. Seçimler uzayacak, sonuç alınmayacak, adı yıpranacaktı. O sıralarda olayları günü gününe izleyip bu işleri yazan biri olarak, daha o sırada söz konusu hamleyi bu şekilde yorumlamıştım ki, muhtemelen Gül’ün o adımı atmasını sağlayan ana amil zihninde çok canlı olan 1980 öncesi Cumhurbaşkanlığı seçimleriydi. O seçimlerde bilmem kaçıncı tura gelinmiş, sonuç alınmamış, parlamento da adaylar da yıprandıkça yıpranmıştı.

Benzeri bir durum bugün de cereyan ediyordu. Gül’ün adı Cumhurbaşkanı olarak, içinde yer almadığı, hiç fikir beyan etmediği tartışmalarda, günlük ve ucuz politika maksatları doğrultusunda gündemde tutuluyordu. Bu, onun adına karar almak, karar vermek manasını taşıyordu, o maksadı taşıyamasa da. Gül’ün Başbakanlığı, parti genel başkanlığı, siyasetten uzak kalacağı konusunda mana dışı yorumlar yapılıyordu.

Bu sadece Gül’ün değil, Ak Parti’nin ve bizzat Başbakan Erdoğan’ın da yıpranması anlamına gelirdi. Türkiye bir kere daha karmaşa içinde kalmış, Cumhurbaşkanlığı seçimini kaotik hale getirmiş bir ülke görüntüsü verirdi. Böyle bir çıkışla tartışmanın kendisine ait sınırlar içinde cereyan etmesi sağlandı. 

Gül’ün aynı açıklamasında değindiği ikinci nokta en az bunun kadar önemli değil mi?

Gül, Türkiye’nin Rusya olmadığını, bir Putin- Medvedev formülünü kabul edemeyeceğini belirtiyor. Bu, şartları olgunlaştığında, evet şartları olgunlaştığında ve yerli yerine oturduğunda değişiklik olamayacağı anlamına gelmez. Değişiklik olabilir. Türkiye’nin bu derecede deneyimli, birikimli ve başarılı iki siyasetçisini değerlendirememe gibi bir lüksü olamaz.

Burada makamlar değildir tartışılan. Yöntemdir. Putin- Medvedev örneği de o bağlamda verilmiş gibi durmaktadır. Yani, daha açık belirteyim, bir tarafın tam hâkimiyeti diğerinin ona tabiyeti! Rusya modeli budur.

Makamları ne olursa olsun, Gül- Erdoğan ikilisinin böyle bir modeli kurması ve kabul etmesi, iki taraf için de, düşünülemez. Çünkü olmaz ama hangi kombinezon içinde olursa olsun, Türkiye gibi bir ülkedeki, böyle bir ilişki dış dünya tarafından kabul edilmez. Hızla ve şiddetle reddedilir. Türkiye’yi dış dünyaya kapar. Dolayısıyla çevreden gelen bu tür yorumlara karşı şimdi oluşturulan baraj aynı zamanda Erdoğan’ı ve en geniş manasında Türkiye’yi koruyan bir barajdır. 

Yazının devamı için tıklayınız

Emin Pazarcı: Ölüm cezasıyla doğanlar

Dün, birkaç gazetemizde küçük bir haber vardı. Motosikletiyle kırmızı ışıkta geçtiği için arkadan vurularak öldürülen gençten bahsediliyordu. Olay, Doğu Türkistan’ın Kelpin Kasabası’nda gerçekleşmişti. 

Aslında Çin polisi olağan bir uygulama yapmıştı. Öldürülen bir Uygur Türküydü. Yıllar boyunca katledilen 35 milyondan sadece biriydi.

Motosiklete açılan ateşle yaralanan iki genç de cezaevine konulmuştu. Çünkü onlar da kırmızı ışıkta geçen bir motorda bulunmak gibi büyük bir suç işlemişlerdi! Sonuçta onları da aynı akıbet bekliyordu. Ya ölecekler ya da sakat kalacaklardı. 

Hür dünya ise, her zaman yaptığı gibi yine gözlerini kapattı. Uygur dramını bir defa daha görmezlikten geldi.

***

Kaşgar’da kurulan Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin 1949’da işgali ile birlikte, o topraklarda her Uygur  “ölüm cezası” ile doğuyor. Kiminin cezası infaz ediliyor. Kimi de o cezanın ağırlığı altında bir ömür boyu korku ve baskılar içinde kıvranıyor. 

Hatta daha doğmadan o cezaya çaptırılanlar da var. Bir Doğu Türkistanlı kadın plan dışı hamile kalmayagörsün. Hamileliğinin son günü olsa dahi, kendisini kürtaj masasında buluyor. 

Çinliler, 1949-1952 yılları arasında 2 milyon 800 bin Uygur’u katlettiler. 

1952-1957 yıllarında bu rakam 3 milyon 509 bine yükseldi. 

Kıyım, her geçen yıl daha da arttı. 1958-1960 yılları arasında 6 milyon 700 bini buldu. 

1961’den 1965’e kadar da 13 milyon 300 bin Uygur Türkü, ya Çin Ordusu tarafından katledildi ya da kıtlık sonucu hayatını kaybetti. 

1965’ten bu yana sürdürülen sistemli 

katliamlar sonunda ise, rakam 35 milyon gibi inanılmaz bir sayıya ulaştı. 

Uygurların nasıl katledildiklerine gelince… 

Doğu Türkistan’ın merhum lideri İsa Yusuf Alptekin’in Türkiye’de yayımlanan kitaplarında ayrıtlılarıyla bahsediliyor. Kimi iki ayaklarından iki ayrı öküze bağlanarak bedenleri parçalanarak katledildi. Kimisi öldüresiye dövülerek kar üzerinde ölüme terk edildi. Kimileri de aç bırakılarak bebekleri yiyecek duruma getirildi. Kurşunlananlar, işkenceler altında ve zindanlarda yok olan hayatlar da cabası.

***

Çin’de yaşayan bir Uygur’un hiçbir değeri yoktur… 

Polis isterse keyfi olarak evine girebilir, üzerini arayabilir, sorguyla çekebilir. Çinliler, Uygurlara nefretle bakabilme hakkına sahiptir. Taksiciler ve otobüs şoförleri Uygurları araçlarına almayabilir. Hatta alışveriş merkezlerinde bir dükkan sahibi, mikrofondan anonsta bulunabilir: 

-Çevrede bir Uygur var, dikkat edin. 

Bütün bunlar, Çin yönetiminin uyguladığı politikaların sonucu. 

Çinlilerin, Sincan (kazanılmış topraklar) adını koyduğu Doğu Türkistan, adeta serbest bir zulüm, katliam ve asimilasyon bölgesi. Uygurların toprakları, evleri, istimlak bahanesiyle bedavaya ellerinden alınıyor, gruplar halinde başka bölgelere sürülüyorlar. Yerlerine de Han Çinlileri getiriliyor. 

Tepki gösteremiyorlar, çünkü boyunlarında “idam fermanları” asılı. Yaşamak, ayakta kalmak zorundalar. Tepki gösterenlerin akıbetlerini biliyorlar. 

1998’de Kulca Şehri’nde Kadir Gecesi Kuran okuyan kadınları topladılar. “Onlar suç işlemedi” diye karakolun etrafında toplananların önüne üçünün cesedini attılar. 

2003’ten itibaren, genç kızları Orta Çin’deki Şogun’a ve Guangdong’a “zorunlu işçi” olarak götürdüler. Çoğunu fabrika yöneticileri ve başka erkeklere peşkeş çektiler. Onları korumak isteyen nişanlıları ve sevgililerini katlettiler. 

Yazının devamı için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Artık gülümsemeyin, çekiyorum!

Bazı insanları anlamam…

Hem siyasette sinsilikten şikâyet ederler hem de yapmacık siyasi gülümsemelere prim verirler. 

Oysa berrak bir kızgınlık ve kırgınlık ne güzel durur! 

Gülümseme siyaset gibi alanlarda çoğu zaman altına pisliklerin süpürüldüğü bir halıdır.

Görüyoruz işte! 

“Kıskananlar çatlasın, ben de balkondakiler arasında yerimi aldım!” duygusuyla yüze yerleşen çizgiler karşısında içinizde bir sıcaklık uyanıyor mu? Hayır!

Görüyoruz. 

Seçim yenilgisini açıklarken kameralar karşısına zafer kazanmış gibi bir gülümsemeyle çıkanlara inanıyor musunuz? Hayır.

Nezaket falan değil bunlar.

Birbirinden karanlık ve şüpheli ifadeler. 

Neyse…

Gündelik hayata dönelim.

Gülümsemeyi, hani görenin içinde güller açtıran o güzelim ifadeyi giderek kaybediyor muyuz ne!

Yanlış anlamayın! “Sokakta, işte, alışverişte birbirimize gülümsemiyoruz” türünden bir huysuz ihtiyar yazısı okumayacaksınız.

Aksine, daha önceleri rastlamadığımız kadar çok gülümsüyoruz.

Ama vesikalık bir poz, kısa süreli bir kredi, sinsi bir hesap, hızlı bir kaçış gibi gülümsüyoruz.

Bazen alışveriş gibi. Ben sana, sen bana…

Şoklanıp dondurulmuş ve anlamını yitirmiş gülümsemeler çoğu. 

“Sabah uyanınca kendinize aynada gülümseyin, gününüz güzel olur!” türünden saçma sapan popüler kültür önerileriyle dolu bir dünyada başka türlüsü beklenir miydi, bilemiyorum. 

Kandırmaya kendinden başlıyorsun, sonra başkalarıyla devam ediyorsun. 

Ve bunu yaparken yanakların geriliyor, dudakların yayılıyor, hafifçe dişlerin görülüyor.

Gülümseme mi bu?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yusuf Kaplan: İki büyük ‘püsküllü belâ’: Selefiler ve Şia

Hasan Yıldız Bey, Mahmud Sami Gülcü ve Abdullah Kadıoğlu kardeşimden oluşan İFAM ekibiyle kitapçıları ‘talan etmek'(!) ve Müslümanların hallerini, dertlerini ve meselelerini yerinde tetkik etmek ve bizzat kendilerinden dinlemek için çıktığımız Lübnan ve Tunus duraklarından sonra nihayet son durağa, Libya’ya geldik.

LİBYA’DA KİTAP, SİLAH’TAN DAHA TEHLİKELİ!

Libya’ya girerken Libya’lı ‘şımarık’ ve ‘kazma’ gümrükçülerin kitaplarımıza kafayı takmaları, Libya ziyaretimizin sorunlu geçeceğinin ilk işareti gibiydi sanki.

Libyalı gümrük polisi, güvenlik gerekçesiyle, Tunus’tan getirdiğimiz kitaplarımıza el koydu! ‘Neden böyle bir şey yapıyorsunuz; bu, Libya’nın imajı için hiç de iyi olmaz!’ dediğimde, görevli, sadece kitap dolu bavuldan rastgele aldığı bir kitabın sayfalarını bir ileri bir geri çevirerek, ‘suç bunlar!’ dedi!

Anlaşılan Libya, belli bir süre daha durulacak, kendine gelecek gibi değil.

Değil; çünkü kitap, silahtan daha tehlikeli burada.

Değil; çünkü kitabı -hele de hiç anlamadıkları, zekaları anlamaya yetmeyecek bir kitabı suç unsuru olarak görenler, kim olurlarsa olsunlar, kendilerine de başkalarına hiç bir zaman güvenemezler, güven veremezler ve huzur yüzü göremezler.

‘ARAP BAHARI’NDAN ‘KARŞI-DEVRİM HAREKETİ’NE…

Libya’ya ‘Arap baharı’ndan önce de gelmiştim. O zaman Kaddafi rüzgârı ediyordu her tarafta.

Zamanla Kaddafi rüzgârı, ‘Arap baharı’ olarak adlandırılan sonu nereye varacağı belli olmayan bir fırtınaya, -deyim yerindeyse- çöl fırtınasına dönüştü adeta… Kaddafi’yi de tozu dumana katarak yok etti; ülkeyi tarumâr etti ve büyük bir kaosun, iç çatışmanın ve belirsizliğin eşiğine sürükledi…

Dün İFAM ekibi olarak kendisiyle görüştüğümüz Libya İhvan’ının Parlamenterler Grubu ve Dış İlişkiler Konseyi başkanı Nizar Ka’wan’ın da belirttiği gibi bir ‘karşı-devrim’ hareketiyle karşı karşıya, başta Libya olmak üzere bütün ‘Arap baharı’ yaşayan ülkeler.

Soru şu burada: ‘Karşı-devrim’ hareketi ne anlam ifade ediyor ve bu hareketi kimler organize ediyor, hangi aktörler arkadan kontrol ediyor?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Oral Çalışlar:Erdoğan, Gül ikileminde ‘gerginlik dinamiği’

Cumhurbaşkanlığı seçimi, Gül etkenini de içine katarak, yeni boyutlar kazanıyor. Muhalefetin izleyeceği yol da, Erdoğan’ın stratejisini etkileyebilir.Gül, bugünkü koşullar içinde aktif siyaset içinde yer almayacağınısöyledi. AK Parti içinde bir belirsizlik ve saflaşma dikkat çekerken,muhalif çevreler, Erdoğan ve Gül arasındaki rekabet veya uzlaşma matematiğine göre, değerlendirme yapmayı sürdürüyorlar. AK Parti içinde, Erdoğan’a yakın çevre; Abdullah Gül’ün, Erdoğan’ın yerine partinin başına geçmesine, belki de hiçbir zaman çok sıcak bakmadı. Son dönemde ise, tutumlarını, biraz daha netleştirdiler. Temel gerekçe şu: “Paralel yapıyla mücadele, hayati önem taşıyor. Partinin başına geçecek olan lider, aynen Erdoğan’ın yaptığı gibi kararlı ve cesur bir mücadele yürütmezse, paralel yapı, zarar vermeye, tahribat yapmaya devam eder.” Onlara göre Gül, bu dönemece uygun bir isim değil. Erdoğan’ın çevresi; Davutoğlu gibi, Erdoğan’la daha uyumlu çalışacağı düşünülen, ona daha yakın olarak kabul edilen bir ismi tercih ediyor. Tabii meselenin başka boyutları da var: Gül’ün partinin başına geçmesinin, partideki “yeniden yapılanma”yı farklı bir boyuta ve formata taşıması, mümkün. Bu da, parti içindeki dengeleri ve hükümetin bazı siyasetlerini değiştirebilir. Tayyip Erdoğan’a dönersek… Erdoğan’ın şu andaki imkânlarına ve hedeflerine daha uygun olan, Fransız modeli. Fransa’da da, Cumhurbaşkanı’nı halk seçiyor. O Cumhurbaşkanı, başbakanı atıyor, hükümetin kimlerden oluşacağı konusunda da, etkin bir rol oynuyor. Cumhurbaşkanı, partili olarak da, o koltuğa çıkabiliyor. Yani, birçok açıdan, daha geniş yasal yetkileri bulunuyor. Başbakan Erdoğan’ın, önündeki yasal olanaklar içinde, böyle bir yönetim tarzını benimsemesi olası. Abdullah Gül’ün geri çekilme eğilimini, bu arkaplanda anlamaya çalışabiliriz. Muhalefetin umudu Muhalefetin değişik kanatları, bu durumu, farklı şekillerde değerlendiriyorlar. “Cemaat”e yakın olanlar; Gül’ün Erdoğan’a karşı açıktan bir direniş göstermesi umudunu beslediklerini gizlemiyorlar. Özellikle, 17 Aralık sürecinde, bu konudaki beklentiler artmıştı. Ama, Gül, operasyoncuların yanında yer almadı, hükümete destek çıkan bir tavır sergiledi. Tabii, gözler, her şeye rağmen, hala Gül’de. İki farklı “dünya okuması”ndan söz edebilir miyiz bilmiyorum ama; iki lider arasında, bir çok meselede, çok net ve giderek daha da somutlaşan, tutum farkları var. Gezi Parkı’ndan, Twitter’ın kapatılmasına, MİT Yasası’ndan, HSYK değişikliğine kadar, birçok kritik olayda, aradaki farklılık yoğunluk kazandı. Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Cemaat’le Hükümetin çatışmasını yumuşatmaya yönelik çabaları” da (bu çabalar,Cemaat’i tatmin etmese de) muhtemelen bir gerginlik konusu oldu. Ancak buna rağmen, iki lider; ilişkilerini, en azından biçimsel olarak, sağlıklı bir zeminde tutmayı başardı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: Papazlara da özgürlük

Pek Kemalist bir hanım kızımız (kız dedik, belki kadındır) bu işe çok bozulmuş… Aynen şöyle diyor: 

“Paskalya dolayısıyla her sene Büyükada kilisesinde yapılan ayin bu yıl Büyükada’nın sokaklarında yapıldı. Önde dört-beş papaz kilise kıyafetleriyle, onların arkasında ellerinde büyük haçlar olan ve İsa resimleri taşıyan gençler ve ellerindeki kâğıttan ilahiler okuyan kadınlar vardı… Böyle bir şeye kim müsaade etti? İbadet dini mekânlarda yapılmaz mı? Ayrıca papaz elbiseleriyle sokakta dolaşmak normal mi?”

Normaldir yavrum.

Bütün Hıristiyan ülkelerinde ve de bütün laik ülkelerde normaldir.

Bir tek senin “Kemal Paşa zagonunda” yasaktı, şimdi bizde de normal.

Din adamlarının dini elbiseleriyle sokakta dolaşmalarını yasaklamış olan ülke, laik geçinen Türkiye’ydi. (Sana öyle öğrettiler ama “kilise kıyafeti” diye bir şey yoktur.)

İbadet sadece dini mekânlarda yapılmaz, özellikle katoliklerde “prosesyon” denilen bir “resm-i geçit ayini” vardır: İsa ve Meryem resimleri, hatta heykelleri sokaklarda dolaştırılır, arkasından papazlar ve halk yürür. Bilmiyorduk, demek ki ortodokslarda da varmış.

Yasak olduğu için bilmiyorduk.

Böyle bir şeye kim mi müsaade etti?

Halkın temsilcileri müsaade ettiler.

Sen şimdi ağla, bağla ve git oyunu Kılıçdaroğlu’na ver.

Hadi yürü, anca gidersin.

Yazının devamını okumak için tıklayınız