Yargıya güven var mıydı?

Olaylar
Star gazetesinden Ardan Zentürk, Taha Kıvanç, Sevil Nuriyeva, Orhan Miroğlu, Mustafa Akyol; Yeni Şafak’tan Markar Esenyan, İbrahim Karagül, Fatma Barbarasoğlu; Sabah’tan Engin Ardıç, Mehme...
EMOJİLE

Star gazetesinden Ardan Zentürk, Taha Kıvanç, Sevil Nuriyeva, Orhan Miroğlu, Mustafa Akyol; Yeni Şafak’tan Markar Esenyan, İbrahim Karagül, Fatma Barbarasoğlu; Sabah’tan Engin Ardıç, Mehmet Barlas, Haşmet Babaoğlu, Hasan Bülent Kahraman; Akşam’dan Vedat Bilgin, Ufuk Ulutaş; Türkiye gazetesinder Yıldıray Oğur bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Ardan Zentürk: Anne sokağa indi mi…

Eylem başladığı gün, önümüze gelen haber cılızdı… 3 anne, Diyarbakır Belediyesi’nin önüne evlatlarının fotoğrafları ile gelmiş, dağa zorlanmış 15 yaşındaki evlatlarının bırakılması için eyleme başlamışlardı. 24’teki Moderatör Gece’nin yaratıcı fikirleriyle çok başarılı bulduğum editörü Tuncay Öz, akşam toplantımızda konuyu gündeme getirdiğinde, “Diyarbakır’dan Şeyhmus Çakan’la mutlaka telefon bağlantısı kurup işin detaylarını alalım, haber bu şekliyle bana biraz zayıf geldi” dedim. Meslek yaşantımda karşılaştığım en araştırıcı, arayıp-bulucu yapımcımız İbrahim Duman, “Ben ajansları arayıp biraz zorlayayım, toplantı öncesi baktım, bazı ek görüntüler geçmişler ama takviye lazım” diye girdi konuya…

Gazetecinin ruhundaki “haber refleksi” toplantıda devreye girmişti, Tuncay, “O zaman haberi manşete çekelim” dedi, ben, “ Lafı ağzımdan aldın” diye tamamladım. Öyle de yaptık. Ertesi gün “medya refleksi” hayal kırıklığıydı… Belli ki, diğer kurumlardaki meslektaşlar 3 annenin belediye önündeki eyleminin “nafile çaba” olduğuna inanmışlar, konunun üzerine gitmekte kararsızlık göstermişlerdi.

Yine toplandık, bu kez ağzımdan ilk kez “Diyarbakır Anneleri” tanımlaması çıktı, haberi, bu başlık altında bir kampanyaya dönüştürecektik, Şeyhmus, bölgenin ruhunu tanıyan iyi gazeteci, telefonda, “Abi, sayıları 7’ye çıktı ama bence çok artacak, üzerine git, halk da destek veriyor”  dedi.

Bastırdık… Dağdaki çocuğun ağabeyi telefon hattında “Sizden başka güvencemiz yok, sesimizi duyurun” dedi, omuzlarım çöktü, ağır sorumluluk…

Üçüncü gün: Siyaset ve medyadan kıpırdanma yok…

Tuncay, toplantı öncesinde öne geçebilecek önemli gelişmeler olduğunu söylediğinde şunu söyledim: “Bir ülkede anneler sokağa indi mi, artık onların önüne geçecek haber yoktur…”

Moderatör Gece’nin o akşamki yayınının büyük bölümü, “Diyarbakır Anneleri”ydi… Bu kez, yorumlarımda doğrudan BDP-HDP’yi, yani “siyaseti” göreve çağırdım, Baro ve Türk Tabipler Birliği gibi konuya hukuki ve insani açıdan yaklaşması gerekirken uzakta duranları da eleştirdim. Annelerin sayısı önce 47’ye, sonra 64’e çıktı!..

Konuyla ilgili dördüncü gün toplantımıza girdiğimizde Tuncay, her zamanki felsefeci tavrıyla “O lafı bir yere yazdım abi, ilerde ben de bir gün kullanırım, bir ülkede anneler sokağa indi mi, onun önüne geçecek haber yoktur” dedi.

Bu çabalarımızdan yaklaşık 2 hafta sonra Türkiye’nin geldiği nokta bellidir, bazı meslektaşlar da Şeyhmus’un günler önce izlediği rotayı izleyerek o annelerin yanına gidip dertlerini nihayet dinliyorlar, dinlesinler, meseleye ortak olsunlar, seviniyorum.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Markar Esenyan: CHP ve MHP’nin son seçimleri…

Son 12 yılın en önemli ve değişmez sorusu, Türkiye’de neden AK Parti’ye denk bir muhalefet partisinin ortaya çıkmıyor çıkamıyor oluşuydu.

Tabii kimileri bu ‘yeni’ muhalefeti Erdoğan’ı alaşağı etmesi için beklerken, siyasete daha ahlaki ve nesnel bakanlar, Kemalist ve elitist olmayan, AK Parti’yi reformlarda engellemek üzere değil, onu daha ileriye yöneltmek üzere çalışan özgürlükçü bir muhalefetin eksikliğini hissediyorlardı.

CHP ve MHP’nin gelecek vizyonları olmaması, bir, iki, üç, dört ve nihayetinde sekiz derken gelen seçim yenilgileri ile ortaya çıkan durum çözümsüz bir denklem muamelesi görmeye başlamıştı. Ne olacaktı da CHP çatlayıp içinden dudak ısırtacak bir sosyal demokrat parti çıkartacaktı? Acaba AK Parti mi bölünür, içinden gelenekselciler ve yenilikçiler diye iki parti mi çıkarırdı? Gezi ruhu AK Parti’ye iktidarı dar eden bir siyasi oluşuma dönüşür müydü?

Çoğunluk, 30 Mart’ta bir başarısızlık durumunda ‘Kılıçdaroğlu gider’ derken, ‘Gitmediği gibi Kılıçdaroğlu daha da güçlenir’ demiştim. Çünkü bu yorumu normal şartlardaki bir ülkenin siyasi standartlarına göre yapıyorlardı. Evet, Erdoğan yüzde 30’un altında kalırsa giderdi, ama CHP ve MHP de böyle bir şey olmazdı. CHP ve MHP birer siyasi parti değil, birer bürokratik kulüptü ve onların tabi olduğu temel kurallar hala başkaydı.

Türkiye’de, özlenen tarzda, halkla hareket eden özgürlükçü, demokrat bir muhalefet partisi çıkmasının tek koşulu, Türkiye’de darbe yapılmasının mümkün olmayacağı şartlara ulaşmış olmaktı oysa.

Türkiye’de öyle ama böyle, vesayetin asker yüzü tasfiye edildikten sonra, darbe yapma gücünün cuntacı askerlerle birlikte tarihe karıştığı yanılgısına düşüldü. Haliyle artık siyasetin normalleşmesi ve yeni muhalefet partilerinin ortaya çıkması beklendi; bu olmayınca, bunun da faturası ‘çok güçlü hale gelmekle suçlanan Erdoğan’a kesildi.

Halbuki, 27 Mayıs ve 28 Şubat’tan da aslında bildiğimiz gibi vesayet bir sınıfa tekabül ediyordu ve asker bu vesayetin itici ana motorlarından sadece bir tanesiydi. 27 Mayıs’ta iktidarı sivillere devretmek isteyen askerlere Menderes’i idam ettiren yargıçları hatırlayın. Sadece kirli işlerini askerlere yaptırmayı ve arka planda kalmayı seçmişlerdi. 2003’te rektörlerin kara kuvvetleri komutanına YÖK Yasası için nasıl gittiklerini, Anıtkabir’e yürüyüşlerini, medyanın ‘Genç Subaylar Rahatsız’ manşetlerini, oda başkanlarının ‘İmam Hatipli bir başbakanı içimize sindiremeyiz’ sözlerini, ‘Ordu göreve’ pankartlarını, YÖK Başkanı’nın Erdoğan’a 27 Mayıs sopasını göstermesini hatırlayınız.

Asker çekilince geriye sivil görünümlü vesayetçiler kaldı ve Gezi’de, 17-25 Aralık darbesinde bizzat ellerini ‘taşın altına’ koydular. Ve evet, görüldüğü üzere Türkiye tarihinin en pespaye ama en etkili darbesini yapma gücüne hala sahiptiler. Yani mesele asker değildi sadece…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Karagül: Ayağını sağlam bas, dizlerin titremesin..

Artık başkalarına imrenmiyoruz. Onların yapabildiklerine özenmiyoruz. Onların sahip olduklarına gıpta etmiyoruz.

Onların çığır açan girişimlerini görüp çaresizlik hissi yaşamıyoruz. Hüzünlenmiyoruz. Ülkemiz ve insanlarımız için acı duymuyoruz.

Deutsche Welle ne demiş, Financial Times nasıl yorum yapmış, BBC ya da CNN durumu nasıl özetlemiş Türkiye sokaklarında yankı uyandırmıyor.

Washington’dan, Brüksel’den bilmem hangi kıytırık makamdaki isim ne demiş, Türkiye ile ilgili analiz ve yargıları nelermiş umursamıyoruz. Ankara’daki büyükelçilerinin vesayet makamı gibi atıp tutmaları ile dalga bile geçiyoruz.

Batı başkentlerinden aldıkları ilhamla, birkaç cümle ile Türkiye’ye elbise biçenleri, Türkiye’yi terbiye etmeye yeltenenleri, küçümseyenleri, yargılayıp mahkum edenleri, hizaya sokmaya teşebbüs edenleri, tehdit edenleri ciddiye almıyoruz. Dinlemiyoruz.

ŞIMARMA, KİBİRLENME SADECE KENDİNE GÜVEN

Biz dinlemedikçe, biz ciddiye almadıkça onların ellerinde hiçbir güç olmadığını, güçlerinin sadece bizim onlara yüklediğimiz roller olduğunu, o günlerin geride kaldığını ve ellerinin ne kadar zayıfladığını görüyoruz.

Bugün hala, o eski hikayelerle avunup, o eski güç vehmine kapılıp vaziyet alanların nasıl da gülünç duruma düştüklerini, bu ülkede nasıl da itibar kaybettiklerini, aslında bir hiç olduklarını farkediyoruz.

Kendi gücümüzü keşfediyoruz; imkanlarımız kadar zayıflıklarımızı ve yeteneklerimizi de görüyoruz. Ama kendi gözlerimizle, kendi düşüncelerimizle, kendi fikirlerimizle yapıyoruz bunu. Ismarlama sözlerle, ezberletilmiş/öğretilmiş gerçeklerle ve kanaatlerle değil.

Bunları gördükçe, kendimizi keşfettikçe nasıl bir yalan tarihle on yıllarımızın çalındığını, ülkemize ve insanlarımıza ne amaçla acılar çektirildiğini, zihinlerimizin nasıl rehin alındığını anlıyoruz.

Yıllarca bizi birbirimize boğazlatanların kimler olduğunu, kimler adına savaş verdiğimizi, kimler için öldüğümüzü anlıyoruz.

Ağırbaşlı, mütevazı bir gurur tanıdı Türkiye. Yüz yıl sonra ilk kez gücü, cesareti, özgüveni ve dik durmayı tanıdı. Şımarmadan, kibirlenmeden, başkalarını küçümsemeden kendine güvenmeyi tanıdı.

Hal böyle iken, böyle bir dönem başlamışken, 20. Yüzyıl’ı bitirecek yeni bir tarihsel kırılma yaşanırken bu ülkenin iyiliğine olan her şeye ‘hayır’ diyenleri tarih bir yere not edecek. Onların başkalarının cümlelerini kurduğunu, başkalarının öfkesiyle hareket ettiğini, başkalarının doğruları ile Türkiye’ye yanlış yaptıklarını kaydedecek. ‘Hayır’a kilitlenenlerin utanmazca bir riyakarlıkla ülkenin her yanına kötülükler saçtığını yazacak.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fatma Barbarosoğlu:Sadece haklarımızı değil, mesuliyet alanlarımızı da genişletmemiz gerekiyor…

Ele aldığımız konu ne olursa olsun karşımıza çıkan engel daima aynı.

Bu engel bizim zihniyet kodlarımızdan kaynaklanıyor.

Bir şeyin yerine bir şeyi koymak ve yapılan her iyi eylem için AMA ya şunlar diyerek sözüm ona engellemeye kalkmak, birinciliği hiç kimselere vermediğimiz milli sporumuz adeta.

Mesela?

Afrika’da açlık sınırındaki insanlara yardım mı gidecek, itiraz: İyi ama esas Türkiye’nin yoksullarına yardım edin.

Afrika’daki açlık sınırındaki insanlara yardım götürmek, Türkiye’nin yoksullarından esirgenerek yapılmış bir eylem değil. Yardımı götüren doktorlar, öğrenciler, iş adamları günlerce orada bilfiil çalışıyor. Bunu yaparken insan kalmak için kendine iyilik yaptıklarının farkındalar.

Yerinden kıpırdamayanlar, gidenlerin duyarlılığını amalarla, lakinlerle öldürmeye çalışıyor.

Duyarlılık noktası işbölümü esasına dayanmaz.

Türkiye’nin yoksulları cümlesini her iyi eylem için engel taşı niyetine otaya atanlardan Türkiye’nin yoksulları için bir seferberlik beklersiniz değil mi?

Nerede… Onlar yerlerinden kıpırdamayacak, lakin yapılmakta olan her iyilik hareketine ama, zaten diye engel olmaya devam edeceklerdir. Hayat enerjilerini engelleme performansı üzerinden kotarmaya çalışan bir tür diyebiliriz bu insanlar için.

Diyebiliriz demesine de, onların bitip tükenmek bilmeyen engelleme cümleleri zaman zaman zihni ve kalbi en berrak olanları bile yaptığı iş konusunda şüpheye sevk eder.

Mesela?

Bir haftadır üstün zekalı/yetenekli çocuklar için yazılar yazıyor Türkiye’nin gündemine bu önemli konuyu dahil etmeye çalışıyorum. Eksik olmayın sizlerden onlarca mektup geldi.(Kimse binlerce mektup almıyor. Onlarca mektup ciddi bir rakam) Yetkililer kendi sahaları ile ilgili olarak yaptıkları çalışmaları gönderdi. Bu köşede yayınlanan yazılar dolayısıyla konu ile ilgili olarak çalışmakta olan kurumlar yalnız olmadıklarını gördü, meseleye farklı açılardan yaklaşanların görüşlerinden istifade ettiklerini söylediler.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Taha Kıvanç: Okur var, bir de ‘kayıtlı okur’…

Önce bir ‘köşe yazarı’nın itiraflarını sunayım: “Türkiye’ye ait olan, Türkiye’de oluşan, ucundan bile olsa Türkiye’ye bulaşmış hiçbir haberi, hiçbir yorumu okumamaya, dinlememeye başladım. Türkiye’den tam anlamıyla mutlak biçimde kopabilmek için Türk gazetelerini okumuyorum. Televizyon kanallarına bakmıyorum. Yabancı gazetelerin sadece popüler kültürle, sanatla ilgili haberlerini okuyorum, onlar hakkındaki yorumlara bakıyorum. Cebinde basın kartı taşıyan, mesleği sorulduğunda utanarak da olsa ‘Gazeteciyim’ diyen bir insanın, üstelik her gün köşe yazısı yazan bir insanın, bu koşullarda neler üreteceğini, neler yazabileceğini görmek ve göstermek istiyorum.”

Yazarımız bu dediği çerçevede yazmaya aynı hızla devam ediyor…

“Böyle yazar mı olurmuş…” diye kendisini tefe koyacağımı sananlar fena halde yanılıyorlar. Tam tersine, hem aldığı karar hem de bunu itiraf etmesinden dolayı, kendisini tebrik ediyorum… Eğer birilerini eleştireceksem… Türkiye’de olup bitenleri takip eder görünen, her konuya maydanoz olmaktan çekinmeyen, ancak herkesin gördüklerini farklı yansıtanlar ne güne duruyor?

Gazetelerde yazan insanlara köşeler hatır gönül düşünülerek verilmiyor; öyle verildiği de oluyordur belki, ama onların uzun ömürlü olacağını sanmıyorum. Gazeteler, daha doğrusu akıllı yöneticiler, ‘hangi yazar ne kadar okunuyor’ sorusuna cevap teşkil edecek araştırmalara mutlaka göz atar…

İnternet üzerinden de anlaşılır yazarların okunup okunmadığı; yazılara gelen ‘tıklama’ yöneticilerin ve patronların önündedir…

Kendisini ‘merkezde’ konuşlandıran ve her fırsatta bunu vurgulayan gazetelerden biri, internette yeni bir uygulama başlattı. Gazeteye internet üzerinden ulaşan okurlar artık kendileri hakkında istenen bilgileri vermeden yazarların yazılarına bakamıyorlar…

Kayıtlı okur olma şartıyla yazarlara ulaşılıyor… Para istenmiyor, sadece küçük bir zahmet…

Peki şimdiye kadar kaç kişi gazetenin bütün yazarlarını okuyabilmek için ‘kayıt olma’ zahmetine katlandı?

‘Medya Summit’ etkinliğine katılan gazete patronu merakımızı giderdi.

Eskiden güç ve kontrol ayrılmaz ikiliymiş, yeni dünyada tam tersine evrilmiş bu ilişki; artık güç kontrolü paylaşmaktan geçiyormuş… Onlar da gazetede bunu sağlamak için kayıt işlemine başlamışlar. “Büyük yazarlarımızın altına okur yorumlarını nasıl açacaktık?” diye sormuşlar ve cevabı “Tabii ki, kayıt yoluyla” olmuş… “Bu, büyük bir devrim” de diyor gazetenin patronu…

İddia büyük, ama katılım ne durumda?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Sevil Nuriyeva: Rusya ve Türkiye ekseninde Türk devletlerinin zorunlulukları

ürk Dili Konuşan Ülkeler Konseyi 4. Zirvesi’nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ev sahipliğinde, Rusya’nın Avrasya Birliği çalışmalarının paralelinde gerçekleştirilmesi daha da anlamlı oldu.

Türkiye’nin son yıllarda bu coğrafyaya verdiği önem, farkedilir oranda yol katedilmesine hizmet etmektedir.

Coğrafyanın baş taliplerinden Rusya da her fırsatta bölgenin sahipliğine soyunarak, düşüncesini gizlememekte ve buna hakkı olduğuna inanmaktadır.

Mesela bir kaç gün önce Rusya Federasyonu İstihbarat Servisinin Başkanı’nın eski Sovyet Cumhuriyetlerinde Batı eksenli devrimlere izin vermeyeceklerini dile getirmesi ve çok rahat, cesurca başka ülkelerin içişlerine müdahalede bulunmayı kendi hakları olarak görmesi , meselenin basit olmadığının işaretidir.

Ayrıca Batının özellikle Almanya ve ABD’nin, Ukrayna meselesinde taraf olarak Rusya ile masaya oturması, Putin’in Ukrayna ile ilgili siyaset belirlemesi , bunun akabininde Rusya’yı yaptırımlarla tehdit eden Avrupa’nın sonuç veren bir şey yapmaması, coğrafyadaki ülkelerin tutumunu ciddi anlamda etkilemektedir.

Türkiye’nin de bu zor dönemde, kendi akraba ve etki alanında bulunan coğrafyada daha ciddi hareket etmesi için ise bu ülkelerin tavrına ve siyasi iradesine ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak Türk devletlerinin siyasi tutumu, söylemlerden fiili adımlara geçmede zayıf bir görünüm arz etmektedir.

Türkiye’nin yıllardır yaptığı çalışmalar ve bu ülkelere verdiği destek anlamlı geri dönüş yapmamaktadır. Azerbaycan ve Kazakistan’ın daha fazla siyasi irade gösterdiği doğrudur fakat ilişkilerin derin olduğu da fazla iddialı bir ifadedir. Zira ciddi sonuç ortaya çıkmamaktadır.

Türkiye’den her durumda destek gören bu ülkelerin farklı siyasi irade göstermesi gerekirken, halen ihtiyatlı ve başkalarını dikkate alan tavrı Türkiye’ye haksızlıktır. Her fırsatta Türkiye’den beklenti içine giren Türk devletleri, taviz verilmesi söz konusu olduğunda başkalarından  değil de yine Türkiye ile ilgili tutumundan taviz vermektedir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Orhan Miroğlu: Diyarbakır Çalıştayı’nın düşündürdükleri

Çalıştay’a diğer Kürt siyasetçi ve aydınlarının davet edilmemesi bir eksiklikti. Kürtlerarası iç barış bugün ciddi manada risk altında. Çözüm süreci bu iç barışın nasıl tesis edileceğine cevap aramadan, başarıya ulaşamaz. Kürtler birbiriyle kavga edip dururken, daha doğrusu bir grup kendisi gibi düşünmeyen hemen herkese şiddet temelinde yaklaşırken, devlet Kürt barışı yaptım diyemez. Böyle bir barış ta olmaz zaten. PKK’yle alakalı sorunlar, silahsızlanma ve başka gruplara karşı şiddet kullanma salt PKK/BDP’yle konuşarak çözülecek bir sorun değildir. Federasyonu savunan Kürtler, gelin bizimle de federasyonu konuşalım demiyorlar zaten. Ama onlar Kürt toplumunun bir parçası. Çözüm sürecinde onların düşüncelerini de almak ve bu türden toplantılara davet etmek gerekir. Kürt toplumunun PKK/BDP’yle özleştirilmesi, ve çözüm deyince akla başka bir şeyin gelmemesinin doğurduğu sonuçlar, çözüm sürecini yürüten aktörleri yeniden düşündürmelidir. Nasıl olacak, ya da  olacak mı, bilmiyorum ama, ama bugünkü anlayışlar korunacaksa,  yarın çözüm olduğunda, PKK/BDP dışında kalan Kürt siyasetçi ve aydınlara ve hatta nüfusun önemli bir kesimine Batıda kalacakları yer aramak gerekebilir. Bölgeye giden herkes bu gerçeği görebilir. Barış, Kürtleri anahtar teslimi PKK/BDP’ye emanet etmek olmamalıdır. Tam tersine Kürtlerarası barışın inşa edileceği bir süreç olmalıdır. Kürtlerarası barış dendiğinde, Türkiye Cumhuriyeti devletine yakışan, ağabeylik yapmasıdır. HÜDA-PAR’a saldırılar devam ediyor. Mesut Barzani’nin bir CIA ajanı olduğunu ispat için yazılan yazılar tam sayfa çıkıyor. Kürt siyasetinin hedefinde Mesut Barzani ve Başbakan Erdoğan aynı oranda yer alıyorlar. Sertaç Bucak’ın başkanlığını yürüttüğü Kürt demokratlar platformuna saldırılar oldu. Kürtlerarası barış bugün ciddi bir sorun..

Çalıştayın en önemli vurgusu Beşir Atalay’dan geldi:

-Çözüm süreci İmralı’ya gidip gelmelerle devam edemez, siyaset kurumunun elini taşın altına koyması ve çözümün siyasi zeminde güçlenmesi gerekir.

-Hedef eve dönüşlerin sağlanması

-Devletten daha devletçi,  örgütten( kastedilen PKK’dir) daha örgütçü anlayışlarla bu iş yürümez.

Çözüm süreciyle alakalı hem siyasal hem entelektüel zeminin zayıf olduğunu yazıp duruyorum. Bu zayıflığı bölgeye gittiğim her seferinde görüyorum.

-Türk aydınları ve özellikle PKK/BDP’nin periferisinde dolananlar iyi bir sınav vermediler. Bunların içinde bir ayağı Kürt siyasetinde bir ayağı hükümette olanlar var. Bunun yarattığı konforu kaybetmemek için, gerçek görüşlerini gizliyor ve olağanüstü bir maharet sergiliyorlar. Hükümete dönük yüzleri başka bir şey söylüyor, Kürt siyasetine dönük yüzleri başka bir şey.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mustafa Akyol: Tabiat yasaları, Allah’ın yasaları

Elim Soma faciasının ardından meselenin “ilahiyatı”na dair farklı görüşler ifade edildi. Ama kanımca bunların en isabetlisi, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in konuyla ilgili yorumları oldu. Geçen hafta Mardin’de düzenlenen İl Müftüleri Konferansı’da konuşan Prof. Görmez, “kader” itikadının tedbirsizliğe bahane olarak kullanılmasına karşı çıkarak şöyle dedi:

“Yaratıcının sonsuz kudretini yok saymak ne kadar yanlışsa, insanın suç ve sorumluluklarına ilahi kudret üzerinden mazeret üretmek de o kadar yanlıştır.”

Diyanet İşleri Başkanı’nın bu yorumu, basında dikkat çekti ve yankı buldu. Ancak en az bunun kadar önemli olan, dahası onun felsefi zeminini oluşturan bir yorumu daha vardı ki, yeterince dikkat çekmedi. Onun için ben o bahsi biraz büyüteç altına almak istedim.

Evvela Sayın Görmez’in ne dediğini aktarayım:

“Tabiat Müslüman’dır ve tabiat yasaları Allah’ın yasalarıdır. Allah, biz insanlara bu yasaları anlama kabiliyeti vermiş, bizden bu yasalara uygun hareket etmemizi emretmiştir. Allah’ın emrine ve rızasına uygun olan, fiziki olarak bu facianın oluşmasına neden olan sebepler karşısında gerekli tedbirlerin alınmasıdır .”

Ve hemen belirteyim: Bu yorum, İslam düşüncesinin daha aklîleşmesi ve bilimselleşmesi açısından önemli bir açılım içermektedir.

Çünkü, İslam düşüncesinde “tabiat yasaları” kavramına sıcak bakmayan bir düşünce ekolü de vardır. Bu ekole göre, “tabiat yasaları” bir yanılsamadır, çünkü her olay birbirinden bağımsız olarak yaratılmaktadır. Ateşin pamuğu yakması, bir sebep-sonuç ilişkisi içinde gerçekleşmez; bunu böyle görmek imani zaaftır.

Buna karşılık, sebep-sonuç ilişkisini kabul etmenin imani bir zaaf olmadığını, bilakis ilahi kudretin keşfi olduğunu savunan, dolayısıyla tabiata daha “bilimsel” bakan bir ekol de vardır.

Bazı bilim tarihçilerine göre, İslam medeniyetinin ilk beş asrında parlak bir “bilim çağı” yaşanmışken, bunun giderek duraksayıp sönmesi, üstte anlattığım ilk ekolün ikincisine baskın gelmesiyle yakından ilişkilidir. Dini ilimlerde de “akıl” yerine “nakil” düsturunu esas kılan da, aynı dinamiktir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç:  Ayıp oluyor Neşeciğim

Yeni havaalanımızın temeli atıldı.

Kaç uçağın inip kalkacağını, kaç milyon kişinin gelip geçeceğini okumuşsunuzdur. (Berlin’deki inşaatı da Almanlar inşallah yirmi ikinci yüzyıla kalmadan tamamlayacaklar, şu anda o köhne Tegel Havaalanı’nda doğru dürüst bir “duty free shop” bile yok, gidenler bilirler.)

Bu büyük olaya muhalif basın bile geniş yer verdi.

Doğrusu da buydu, “Tayyip yaptı” diye olayı görmemek, hani Stalin’e kızıp “Kızılordu Berlin’e girdi” haberini atlamak gibi bir şey olurdu…

Hürriyet manşet yapmış. “Dünya hedefi” demiş.

Milliyet manşete başka şey çekmiş ama havaalanı törenini manşet üstüne almış, “tarihi gün” demiş.

Vatan, manşet yanından görmüş ve başbakanın “zafer anıtını dikiyoruz” cümlesine yer vermiş. “Misyon gazetelerini” okumadığım için onlar ne halt ettiler bilmiyorum. “Muvafık gazeteleri” de geçiyorum, dedikodu olmasın.

Fakat Taraf’a baktım. Hani şu az satışlı ve az satışlı denilince bazı yazarlarının çok bozulduğu gazeteye…

Manşet: ABD, El Kaide listesi verdi. (İyi etmiş.) Sürmanşet: Lider duracağı yeri bilmeli. (Başbakana dokundurmaca.) Manşet yanları: Salih Uçan uçtu uçuyor. (Fenerliler düşünsünler.)…

Sharapova yeniden şampiyon. (Onu da sosyete düşünsün.)…

Brezilyalı Boğaz’da döner kebap yapıyor. (Eh, bu beni de ilgilendirir.) Manşet altı: Kılıçdaroğlu basın özgürlüğü sözü verdi. (Şimdi yokmuş.) Bir süre aradım, havaalanı haberi nerede?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Yargıya güven var mıydı?

Anket yapılmış.

Sonucuna göre “yargıya duyulan güven yüzde yirmilere düşmüş.”

Doğrusu…

Öğrenciler alıştırma yapsın, öğretim üyelerine de makale konusu çıksın, kamuoyuna açıklanınca da okulun reklamı olsun diye yapılan üniversite anketlerine pek aldırmam.

Ama şunu bilirim…

Bu ülkede hangi tarihte olursa olsun, üç kişi oturup hukuktan söz ettiğinde dile getirdikleri tek şey “güvensizlik” oldu..

İmtiyazsız, arkasız, desteksiz halkın “adalet karşısında boynumuz kıldan ince” tavrı güvenden değil, edepten kaynaklanır.

Yargıya güven hiç yukarıda olmamıştır ki, şimdi düşsün!

Çünkü kamuoyunun yargı algısı siyasal- sosyal süzgeçlerden geçerek oluşur.

Yani siyaseten gözden düşmüş bir yargının adi suçlardaki kararlarına veya yargı personeli hakkındaki tasarruflarına da güven duyulmaz.

İstiklal Mahkemeleri’nden KCK iddianamelerine; Yassıada’dan askeri casusluk davasına kadar uzanan tarihsel tecrübeyi hukuk kurumu paranteze alabilir ama kamuoyu bunları gündelik gerçek olarak yaşar.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hasan Bülent Kahraman Gezi ve Gezi: Dialoji ve diaboloji

İki Gezi var. Birincisi çevreci, sosyo-kültürel bir hareket olarak başlayan, sivil bir direniş olarak gelişen Gezi, diğeri politik ve karmaşık bir tepkiye dönüşen Gezi. Şu son bir yılın getirdiği değerlendirmeler ikinci anlamın birinci anlamı neredeyse kökünden erittiğini ortaya koyuyor.

Biz ikisine birden bakalım ve bu geçiş nasıl oldu irdeleyelim.

Gezi, özünde, apolitik olan bir kuşağın çıkışıydı; sessiz, sakin ve kırılgandı. Bu kuşak aynı zamanda aşırı denebilecek ölçüde yalıtılmış (izole) bir bireyciliğe sahipti.

Kuşak ilk defa direndi ve bir talep ortaya koydu. O talebi geliştirirken bireyci bir kollektivite sergiledi. DayanışIyordu ama birey(ci)liğini koruyordu. İyi eğitimli, kentli, çağdaş teknolojiyle iç içe bu kuşağın taleplerinin sınırı belliydi. Çevreci isteklerde bulundular. Direnişlerini de bugünkü, çağdaş, çok daha incelmiş bir politikanın/ demokrasinin biçimlendirdiği bir direniş olarak sundular. Direniş, onlar için, demokratik olmaktan bile önce sivil bir haktı. Eski terimli ve yüzlü bir direnişle ilgileri yoktu.

Hadise ikinci evresinde oraya çekildi: eski yüzlü ve terimli politika hareketi teslim aldı ve bir paradoks doğdu: hareketin yeni politik yapısı eski siyaset tarafından kavranıp kapsanmayacak kadar değişik ve farklıydı.

Yeni siyaset ise taleplerini siyasallaştıracak bir dil ve yöntem bulamıyordu. Değişen Türkiye’nin ve dünyanın doğurduğu bir hareket kendisini doğuramıyordu. Böylece boşluğa düştü.

Gezi hareketi bu bakımdan mesela CHP’ye uzak durdu. CHP, Kemalistler ve Ulusalcılar onu içermeye kalkıştı ama kavrayamadı. İşin bu yanını çok önemsiyorum. Çünkü, bu durum, Türkiye’deki siyasal muhalefetin yetersizliğini, hatta imkansızlığını açıklıyor. Ama tam da bu niteliği Gezi’nin hudutlarını tayin etti: Türkiye’de siyaset hala temel ve çok zaruri ihtiyaçlar etrafında ve büyük kitle mobilizasyonlarıyla yapılıyor. Gezi’deki gibi talepler iktidar tarafından da muhalefet tarafından da kabul görümüyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: Tarih illa ezber gerektiren bela bir ders değildir

Padişah sıcak bir ağustos gününde Aksaray’ın Et Meydanı’ndaki “Yeni Odalar” diye bilinen yeniçeri kışlasında, sayıları 196 olan ve “Orta” denilen yeniçeri bölüklerini birer birer teftiş etmektedir. Zaten Padişah da, halefleri gibi 1’inci Orta’nın 1 numaralı neferidir…

Padişah, sarayın av köpeklerine bakmakla görevli 64’üncü Orta’yı, turna kuşlarını besleyen 68’inci Orta’yı teftiş etmiş, orta komutanları olan “Seksoncu”dan, “Zağarcı”dan çalışmaları hakkında bilgiler almıştır.

Ancak güneş yükseldikçe hava daha da sıcak olmaktadır. Padişah bir ortanın önünde “Bana soğuk bir su verecek yok mu” diye seslenir… Bunun üzerine Orta’nın Ağası, bir kase içinde buz gibi bir şerbet sunar Padişah’a. Osmanlı hükümdarı teşekkürünü ifade etmek maksadıyla şerbet kasesinin altınla doldurulup o ortaya iade edilmesi için, yanındaki Enderunlulara emreder.

Bir geleneğin oluşumu

Aradan bir yıl geçmiştir. Padişah yine sıcak bir ağustos gününde, yine Et Meydanı’ndadır ve yine yeniçeri ortalarını teftiş etmektedir. Ancak Yeni Odalar’da, kışlanın kapısına ayak attığında bütün ortaların ağalarının, ellerinde şerbet kaseleri ile kendisini beklediklerini görür. Bunun üzerine bütün şerbet kaselerinin alınmasını ve hepsinin altın doldurularak ortalara iade edilmelerini emreder. Artık bu bir gelenek olmuştur. Padişah gelmese de, her ağustosta saraya şerbet kaseleri gönderilir. Bu kaseler altınla doldurularak yeniçeri ortalarına dağıtılır. Ertesi yıllardan birinde bir ağustos ayında yeniçeriler Felemenk’le savaşırlarken, cepheden İstanbul’a saraya, şerbet kaselerini gönderirler… Savaşlar yüzünden hazine sıkıntıda olduğu için bu kaselerin doldurulması gecikir. Bunun üzerine yeniçeriler bir nevi grev yapıp, savaşa katılmazlar.

Darbe geleneğinin kökeni

Saray paniktedir… Hemen saray mutfağındaki altın tabaklar eritilip, bu altınla sikkeler basılır… Şerbet kaseleri yine altınla doldurulup cepheye gönderilir…

Yeniçeriler de yeniden savaşa katılırlar… Yeniçeriler bu gibi örneklerle kendi çıkarlarını devletin çıkarlarının üzerinde tutmaya başladılar… Kabakçı Mustafa’nın elebaşı olduğu sokak ayaklanması ile Padişah 3’üncü Selim’in katledilmesine kadar dayandı iş… Sonunda 15 Haziran 1826’da, Yeniçeri Ortaları topa tutuldu, Yeniçeri Ocağı lağvedildi ve ülke çapında yeniçeri avı başlatıldı. İdamdan kurtulmak için bir grup yeniçeri bugün “Belgrad Ormanı” diye bildiğimiz ve o dönemde ucu bucağı bilinmeyen ormana kaçmıştı…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Oral Çalışlar: Göstericiyi öldüren müdahale yöntemi

Güvenlik güçleri, silahlı olmayan gösterilere daha özenli davranmak, daha dikkatli müdahale çizgisi izlemek zorunda. Yurttaşların karakol inşaatlarına karşı gösteri yapması, bunu şiddete dönüştürmediği sürece demokratik bir haktır. Şiddete dönüştürmesi halinde bile, üzerine gerçek mermilerle ateş etmek, öldürmek kastıyla silah kullanmak, haklı ve meşru sayılamaz. Devletin güvenlik güçleri, silahlı olmayan gösterilere daha özenli davranmak, daha dikkatli bir müdahale çizgisi izlemek zorundadır. Bu nedenle göstericilere silahla müdahale eden sorumludan bunun hesabı mutlaka inandırıcı bir biçimde ve hızla sorulmalıdır.

Çözüm ve çatışma

Kürt sorununda “Çözüm” ve “çatışma” dinamikleri; uzun süredir birbirini itekleyerek, birbirinin önünü keserek bir arada var olmayı sürdürüyor. “Çatışma mı çözüm mü” sorusu karşısında; taraflar, “tabii ki çözüm”, “tabii ki barış” söylemini sürdürüyorlar. İki tarafta da, güçlü bir çatışmacı potansiyel varlığını sürdürse de; bir buçuk yıldır süren çatışmasızlık durumu, toplumun geniş kesimlerinin ruh halini tahminlerin ötesinde olumlu yönde etkiledi.  Öcalan’la İmralı’da, PKK yönetimi ile Kandil’de devlet görevlileri ve BDP aracılığıyla yapılan görüşmeler, sürecin meşru muhataplarının diyaloga dahil olmasını sağladı. Ilımlı bir iklim oluştu. 18 aydır ölüm olmaması toplumda bir rahatlama yarattı.  Bu ortamda doğal olarak, kimse, masayı deviren taraf olmak istemiyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Vedat Bilgin: Türkiye’nin önlenemez yükselişi

Kalkınma denilen olayın iki önemli dinamiği var. Bunlar harekete geçtikten sonra, onu geriye çevirmek mümkün değildir. Bu iki faktörden biri, toplumun değişme talebini karşılayacak toplumsal ve siyasal aktörlerin ortaya çıkması, ikincisi ise ekonomide “üretim faktörlerini harekete geçmesini “ sağlayacak alt yapının kurulmasıdır.

Başbakan Erdoğan’ın 3. havaalanının temel atma töreninde yaptığı konuşmanın, meydanda toplanan binlerce insanda yarattığı dalgalanma, medya üzerinden ülke çapında heyecana dönüşmesi bazı karamsarların içlerinde dahi bir kıpırtı uyandırma ihtimali, Türkiye’nin ilerleyişinin yeni bir boyut kazanmış olmasının işareti olarak görülebilir.

Kalkınma nasıl olur? 

İktisadi gelişme derslerinde hocaların üzerinde çok sık durduğu bir mesele vardır: Ulaştırma sistemi sadece bir ulaşım imkânından ibaret değildir. Ulaştırma, ekonomideki üretim faktörlerini bir  araya getirerek, üretim imkânına dönüştürecek olan başlı başına bir “üretim dinamiğidir”. Bu sebepledir ki Türkiye’nin son on yılda olağanüstü bir hızla geliştirdiği bu sektör, bölünmüş karayolu sistemi, hızlı tren projeleri ve nihayet milyonlarca insanı taşıyan havayolu sisteminin yarattığı ekonomiyle, bütün sektörleri etkileyen bir ”tamamlayıcı, entegre edici” bir tesir yaratmaktadır.

Türkiye’nin kalkınmasını taşıyan, toplumsal aktörlere bakıldığı zaman, bilhassa beşeri kaynağın zenginleşmesinin bu süreçteki rolünü görmek gerekir. Türkiye, teknolojiden üretim organizasyonuna, tasarımdan reel üretim sürecine, finansmandan uluslararası yatırımcılığa kadar, hemen her alanda zengin bir insan kaynağına sahiptir. Bugün bu toplum, iş yapma kabiliyeti, kapasitesi ve tecrübesi küreselleşmenin dinamikleriyle bütünleşerek uluslar arası pazarlarda kendisini kanıtlamış ve bu tecrübeyi ülkenin kalkınma hamlesine sokan, sokmakta olan “yenilikçi bir girişimci” zümreye sahiptir.

Bütün bunların olması tek başına yeterli değildir. Halkın devlete güven duyduğu, devletin toplumla ilişkilerinin bu güvenle beslendiği bir yönetim anlayışına ve “demokratik istikrara” ihtiyaç bulunmaktadır. Demokrasi olmadan, ekonomik gelişmenin başarılması bu topraklarda mümkün değildir. Bu ülkenin insanları, devletiyle barışarak, demokrasi içerisinde büyük zorlukları aşabileceğini 1950’lerden bu tarafa, her demokratikleşme hamlesine verdiği cevapla adeta ispatlamış gibidir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ufuk Ulutaş: Suriye halkının dağınık dostları

Suriye krizinin Suriyeli aktörlerinin fazlaca olması ve dağınık bir görüntü vermesi sıklıkla tartışıldı. Fakat aynı çok seslilik (kötü manada) ve dağınıklık Suriye’deki krize taraf olan bölgesel ve uluslararası aktörler arasında da var.

Suriye’de iki tane ana bloktan söz edebiliriz: Suriye Halkının Dostları Grubu ve Suriye Rejiminin Dostları Grubu.

Suriye rejiminin dostları deyince aslında formel bir çatıdan bahsetmiyoruz. İran, Rusya ve Çin ülke olarak ön plana çıkıyor. Bu gruba Irak Merkezî Yönetimi’ni ve Lübnan Hizbullahı’nı da eklememiz mümkün. Savaşın bu cephesi, kurumsal bir yapının içerisine girmeden olabildiğince harmonik ve hedef odaklı bir politika yürüttüler. Baas rejiminin direncini kısmen Suriye rejiminin dostları grubunun aralıksız desteğine bağlamak mümkün.

Diğer tarafta ise işler oldukça karışık. Suriye halkının dostları grubu Şubat 2012’de Tunus’ta yüzü aşkın ülkenin katılımıyla kuruldu. Fakat ardından bu geniş platformdan 11 üyeli bir çekirdek yapı ortaya çıktı. 5 Batı ülkesi (ABD, Fransa, İngiltere, İtalya ve Almanya), 5 Arap ülkesi (Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün ve Mısır) ve Türkiye çekirdek grubu oluşturdu. İroniktir ki formel bir yapı altında Suriye halkına yardım amaçlansa da hiçbir zaman ihtiyaç duyulan eşgüdüm ve hedef odaklı politikalar hayata geçirilemedi.

Ford’un itirafları

Bu durumun sebeplerini açıklamadan önce geçtiğimiz hafta ABD’nin eski Suriye Büyükelçisi Robert Ford’un önce CNN’de Christine Amanpour’a ardından PBS’te Newshour’a verdiği itirâf-vari mülakatlara bakalım. Yakın zamanda görevinden istifa eden Ford, ABD’nin Suriye’deki bir numaralı ismiydi. Ondan önce de Obama’nın Suriye Özel Temsilcisi Frederic Hof istifa etmişti. Ford kısaca “artık ABD’nin Suriye politikasını savunabileceğimi düşünmüyorum” diyordu ve ABD’nin Suriye politikasını muhaliflere gerekli yardımı yapmamak suretiyle rejimi ve radikal unsurları güçlendirmekle itham ediyordu.

Suriye meselesinde kulise hâkim olanlar bilir, Ford aslında şu an savunamadığını söylediği hataları savunmasıyla bilinen bir diplomattı. “Yardım edelim de hangi muhalefete?” şeklindeki bayat kalıbı defalarca dillendirmesiyle muhalefetin beklentilerini suya düşürdü. Şimdi ise açık bir şekilde “muhalefeti çok iyi tanıyoruz ve kime yardım etmemiz gerektiğini biliyoruz” demekte.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yıldıray Oğur: Savaş için son nesil…

Yer, bir önceki sahibi, 1994’te Fenerbahçe Orduevi’nin önünden iki arabayla alınıp Sapanca’da devlet tarafından infaz edilen Liceli Kürt işadamı Behçet Cantürk olan Diyarbakır’ın en eski otellerinden Liluz Oteli’nin (1950’lerde açılmış otelin bilinen adı Demir, bu arada liluz lale demek) balo salonu.

Karşımızda az önce konuşmasında “Devletten çok devletçi, örgütten çok örgütçü olarak çözüm sürecini yönetemeyiz” diyen Başbakan Yardımcısı oturuyor. Hemen yanında oturan İçişleri Bakanı ise bir zamanlar valilik yaptığı şehirden Ankara’nın deforme etmeden önceki orijinal adıyla bahsediyor: “Diyarbekir”.

İsmet Özel’den bile barış için mısralar bulabilen Tarım Bakanı ise zaten buralı. Karşılarında çalıştay sıralarında oturan İMC TV’den Ayşegül Doğan, 1994’te Meclis’in önünde başından tutulup polis arabasına sokulan eski DEP’li Orhan Doğan’ın kızı. Barış anneleri eylemine devlet gibi cevap veren HDP’li vekillere bütün hafta boyunca yöneltilen “tabii onların çocukları yurtdışında okuyor” taarruzlarına karşı kendi zorunlu yurtdışı macerasını anlatarak cevap veriyor.

Karşısında oturan DTK yöneticisi Seydi Fırat, 1999’da devlet-Öcalan anlaşması sonucunda Öcalan’ın çağrısı üzerine gelip teslim olan barış grubunun üyesi eski bir PKK’lı. Barış için bu iyi niyet adımını devlet 5.5 yıl hapisle karşılamıştı.

Masanın başında oturan İhsan Arslan ise eski Mazlumder başkanı. İslami camianın en önemli isimlerinden biri. 25 yıl önce Kürdistan dediği için İslami kesimde nasıl linç edildiğini anlatırken gözyaşlarını tutamadı.

Ona bu sözleri söyleten hemen yanında oturan Hakkarili yazar Halit Yalçın’ın salondaki herkese kahkaha attıran hoş üslubuyla İçişleri Bakanı ve Başbakan  Yardımcısı’na söylediği “Abdülkadir de güzel bir isim ama Benim adım Halit, Abdülkadir değil. Buranın adı da Güney Doğu Anadolu değil, Kürdistan” sözleriydi.

İşte bu yüzden siyasi mazisini 27  Mayıs öncesi öğrenci olaylarıyla başlatan Gencay Gürsoy’un “Son 50 yılın en kötü Türkiyesi bu” tespiti “insaf” sesleri arasında salonun tepesindeki altın varaklı avizelerden bile daha yukarılarda bir yerde havada kaldı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız