Yargı hala 27 Mayısçı

Olaylar
Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Akif Emre, İsmail Kılıçarslan, Atilla Yayla, Ersin Gürdoğan; Star gazetesinden Ahmet Taşgetiren, Fehmi Koru, Yalçın Akdoğan; Sabah’tan Mehmet Barlas, Burhane...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Akif Emre, İsmail Kılıçarslan, Atilla Yayla, Ersin Gürdoğan; Star gazetesinden Ahmet Taşgetiren, Fehmi Koru, Yalçın Akdoğan; Sabah’tan Mehmet Barlas, Burhaneddin Duran; Radikal’den Oral Çalışlar bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Ali Bayramoğlu: Sahte siyasetçi

Pazar günü Danıştay açılışında ortaya çıkan tablo her anlamda ‘sert’, ‘sıkıntılı’ ve ‘olmaması gereken’ türden görüntüler içeriyordu.

Türkiye bu tür gerginlikleri hızlı tüketiyor, hızlı tavır alıyor ve bunlar üzerinden hızla kutuplaşıyor.

Bir yanda başbakanın tavrı ve tarzını otoriterliğin bir emaresi olarak görenler ve Feyzioğlu’nu yüceltenler, öte yanda başbakana tümüyle hak verme ötesinde çıkışını alkışlarla karşılayanlar…

Bırakın sade vatandaşları, yazarlar, gazeteler bile bu bölünmeye ve hızlı tepkiye tabi…

Görüntüleri ilk izlediğim an aklımdan geçenler değişmedi:

Kimileri gibi burnumdan solumadım. Şaşırdım, görüntüleri baştan sona, sondan başa doğru her saniyesinde yanlış buldum. Keşke, dedim, Başbakan Tayyip Erdoğan tepkisini gösterecek başka bir yol bulsaydı. Örneğin Cumhurbaşkanına söyleyerek, bilgi vererek toplantıyı terk etseydi. Ya da keşke tepkisini, duygusunu kontrol edebilseydi. Veya sonuna kadar dinlediği konuşmanın son 20 saniyesine de sabır gösterseydi.

Başbakanı bu açıdan eleştirmek ve ondan farklı bir davranış beklemek son derece doğaldır, hatta demokratik usüller açısından kaçınılmazdır.

Ancak bir de madalyonun diğer yüzü var.

Hem de hiç hafife alınamayacak ve bana yukarıdaki keşkelerle başlayan cümleleri kurduran yüzü…

Evet, madalyonun diğer yüzü…

Günlerdir söyleniyor, aklı başında bir CHP Genel Başkan Yardımcısı da söyledi.

Başbakanın tepki gösterdiği meslek odası temsilcisi saygısızlık ve fırsatçılık yapmıştır. Bir töreni siyasi şova çevirmeye girişmiş ve siyasallaştırmaya soyunmuştur.

Açılış törenlerini siyaset meydanına çevirmek, bunu kuralları delerek, teammüleri aşarak yapmak, başbakanı karşısına alıp icraatiyle ilgili nasihat çekmek ve verip veriştirmek, hele bunun bir meslek odası temsilcisinin yapması, demokrasi kültürü açısından her halde kabul edilebilir bir durum değildir.

Başbakanın fevri davranışı, bu durumun üstünü örtmez…

Şunun altını da özellikle çizmek isterim:

Danıştay gerginliğine bakıp başbakana ilişkin kimlik, kişilik tahlili yapmaya soyunmak, otoriter, diktatör çığlıkları atmak, son derece ‘sahte’ ve ‘fırsatçı’ bir tutumdur.

ABD’de, Avrupa’da bir meslek örgütü başkanının, etik açıdan kendisine böyle davranmaya müsade edeceğini, kuralların böyle bir duruma imkan vereceğini düşünmeniz mümkün müdür?

Şu anda başbakana oy veren milyonlarca insan, belki fazlası onun bu davranışını alkışlıyor ve sahipleniyor.,

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Akif Emre: Sömürge kompleksi ve terör

Medyatik algılarımız yeni bir şiddet dalgasıyla, daha doğrusu türü ile tanışıyor. Kara Afrika’da yükselen ‘kara şiddet’ bir anda dünya gündemine oturdu. Zaman zaman duyulan Hristiyanlara, kiliselere yönelik saldırılara, Müslüman köylere ve hükümet güçlerine yönelik kitlesel ölümlerle sonuçlanan saldırılar ekleniyordu. Eylemlerin sorumlusu Boko Haram’ın aslında olağan suçlu olarak El-kaide bağlantılı olması istenmişti.

Son günlerde uyguladığı sıra dışı eylemlerle daha da dikkat çeken örgüt en son çok sayıda kız çocuğunu kaçırıp rehin almasıyla büyük tepki topladı.

Buraya kadar olup bitenlere dair yapılacak her yorumun bir gerçeklik payı var. Bu örgütün eylemlerinin Batılıların Afrika politikasına uygun manipüle edildiği, Afrika’da binlerce insan Batılıların gözetiminde katledilirken ses çıkarılmadığı, ancak El-Kaide türevi bir örgütün tek başına hedefe konduğu, Çin-Amerika rekabetinden dolayı ABD’nin bölgede askeri ve stratejik müdahalesi için bu tür örgütleri kullandığı, Nijerya gibi Hristiyan ve Müslümanlardan oluşan, Afrika’nın en büyük ekonomisine sahip bir ülkede Müslüman kitlelerin tepkisinin sonucu olarak bu tür örgütlerin ortaya çıktığı, El-Kaide anlayışının sahra-altı bölgelerde yayılmasının sonucu olarak bu tür örgütlerin eylemleriyle dünyada terörle İslam imajını eşleştiren bir stratejiye hizmet edildiği… Bu tür yorumların hemen hepsinde şu veya bu oranda haklılık, gerçeklik payı olabilir.

Özellikle Afrika gibi, devletlerin oyun sahasına dönüşen kara kıtada küresel sömürücülerin stratejik çıkarlarına uygun yerel aktörlerin devreye sokulmasının yadırganmadığı bir yeni emperyalizm çağında yaşıyorsak…

Yorumlar ne olursa olsun şu bir gerçek: ortada kimin kontrol ettiğinden emin olamadığımız bir şiddet sarmalı var ve bu şiddet belli güçler tarafından manipüle ediliyor. Şiddetin tırmanması ve bu tırmanışın zamanlama ve medya boyutunun devreye girerek uluslararası boyut kazanmasının tesadüf olmadığı ortada. Tırmanan şiddetin Batı’da İslamofobik propagandayı yeniden alevlendirmesi ve Batılı güçlerin Afrika stratejilerini meşrulaştıracak biçimde kullanışlı propaganda malzemesi haline gelmesi bir gerçeği değiştirmiyor: Şiddeti doğuran şartlar ve bu şiddeti gerçekleştiren yapılar…

Epeydir kafamı kurcalayan konulardan biri olarak, özellikle İslam dünyasında şiddet ve sömürgecilik ilişkisinin doğasına dair ortak özelliklerin bu vesile ile tartışılması gerekiyor. Her ne kadar sömürgeciliği, geçmiş yüzyılın kötü bir hatırası olarak unutmamız isteniyor olsa da gerçekte resmi varlığının ortadan kalkması, fiili etkisinin ve sonuçlarının da yok olduğu anlamına gelmiyor. Ayrıca sömürgeciliğin resmen bitmesi ile örtük biçimde daha etkin olarak fiilen devam ediyor olması gerçeğini karıştırmamak gerek.

Yıllar önce Nijerya’ya gittiğimde başkent Abuja’da bile ciddi bir güvenlik sorunu hissediliyordu. Bu, sıradan kriminal bir güvenlik sorunuydu. Şu anda yaşananların bununla doğrudan alakası olmayabilir.

Asıl dikkatimi çeken yerli halkın yabancılarla, özellikle beyaz yabancılarla kurduğu ilişki biçimiydi. Sıradan bir işyeri yahut bakkalla muhatap olduğunuzda sergilenen davranış biçimleri adeta efendi-köle ilişkisini hatırlatıyordu. Aşırı bir çekince, abartılı bir saygı ve itaat gösterisi… Misafirperverlikten öte kamusal alanda yerleşen davranış kodlarında sömürge toplumu özellikleriyle açıklanabilecek davranış kalıpları, günlük hayatın bir parçası olarak duruyor.

Siyasal özgürlüklerin olmadığı, taleplerin siyasette karşılık bulmadığı, adalet yokluğu ve yoksunluk duygusunun kök saldığı ülkelerde siyasal gruplar yeraltına çekilir ve bunlar bir müddet sonra şiddet yoluyla siyasete müdahil olmaya hazır hale gelir. Bu durumda ya devlet ya da başka güçler tarafından bu gruplar manipüle edilmeye uygun hale gelir, şiddet sarmalına itilerek toplumsal desteğini ve meşruiyetini yitirmesi istenir. Bu demek değil ki her şiddete başvuran, toplumsal ve devrimci hareket birer kukladır. Ama şunu biliyoruz ki, iktidar mücadeleleri daha büyük iktidar güçlerinin ilgisini çeker.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İsmail Kılıçarslan: Üçer beşer onar

Yıllar önce bir İslami cemaat, bir televizyon kanalı açmak için çeşitli altyapı çalışmaları yapıyordu. Bir yandan teknik olarak nasıl yayıncılık yapılacağını araştırıyorlar, bir yandan da sektörden isimlerden çeşitli içerik raporları talep ediyorlardı. Sağ olsunlar, benden de bir rapor talepleri oldu. Raporuma ‘bir televizyon kanalı açmak zorunda değilsiniz’ cümlesiyle başlamış ve şöyle devam etmiştim: ‘Ama ille de açacaksanız biliniz ki İslami televizyon diye bir şey olmaz. Televizyon, yapısı gereği İslami bir araç değildir. Yapılabilecek en iyi ve makul şey Müslüman bireylerin yönettiği ve İslam’ı merkeze alan bir yayıncılığın peşine düşmektir. Bu yayıncılık, verili televizyon estetiğini reddedip kendi estetiğimizi geliştirme iddiası da taşırsa tadından yenmez.’

Bu, burada bir dursun.

Hafta sonu Bursa seyahatinden dönerken arabanın müzik çalarında bir radyo istasyonuna tesadüf ettik. Gayet ağlak sesli bir amca ‘ahiret bankasına yatırım yapan’ bir adamın kıssasını anlatıyordu. Sesini bazen çok alçaltıyor, bazen de bağırma, hatta -affınıza sığınarak- böğürme moduna geçiyor ve dinleyende kesinkes bir yabancılaştırma efekti oluşturarak bir şey pazarlamaya çalışıyordu. Neydi pazarlamaya çalıştığı şey biliyor musunuz? Kur’an!

‘Üçer beşer onar’ diyordu durmadan. Yani ya üç, ya beş, ya on Kur’an alın. Ne yapılacakmış bu Kur’an’lar? Hafızlara hediye edilecekmiş. Kur’an kurslarında Kur’an’ları olmayan öğrenciler, biz iyiliksever insanların üçer, beşer, onar aldığı Kur’an’lar sayesinde ilim tahsil edeceklermiş. Sanırsın İsmet İnönü döneminin baskı ortamındayız da, Kur’an kurslarındaki öğrencilerimiz Mushaf bulamıyorlar. Sanırsın o kursları açan Diyanet İşleri Başkanlığı, vakıflar ya da cemaatler Kur’an kursu talebelerinin Mushaf ihtiyacını karşılayamadıklarından çocukların eğitim hayatı tehlikede.

Ağlıyor, bağırıyor, böğürüyor radyodaki adam. ‘Ahiret bankası’ diyor, çeşitli sahabe ve evliya isimleri sıralıyor. ‘Kur’an alan herkese hatim hediye ediyoruz’ diyor. Dümdüz şekilde madrabazlık yaparak Allah’ın dinini üç kuruşa pazarlıyor. Kusura bakmayın ama aklıma, Ankara oyun havaları çalan radyolarda yayınlanan cep telefonu reklamları falan geliyor adamı dinledikçe. Aynı süfli numaralar. Ardından da dinlemeye tahammül etmekte zorlandığınız bir zikirli ilahi koyuyor yayına bizim ağlak. Arka koltuktan hanım itiraz ediyor artık: ‘Şu rezilliği kapatır mısın lütfen!’

‘Gene de’ diye düşünüyorum kendi kendime, ‘gene de bu amatör madrabazın idare edilebilir bir tarafı var. Hiç olmazsa amatörlüğünü saklayabilecek kabiliyete sahip değil. Allah’ın dinini üç kuruşa pazarladığını inkar edemiyor. Ya bugünün dünyasında gayet profesyonel şekilde bize Allah’ın dinini pazarlamaya çalışan profesyonel madrabazları ne yapacağız?’

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Atilla Yayla: İfade özgürlüğünü anlamak

İfade özgürlüğü bireyin özellikle kamusal meselelerle ve otoritelerle ilgili görüş ve kanaatlerini başına ‘kötü bir şey’ gelmeden açıklayabilme hakkına sahip olmasıdır. Bu kötü şey diğer insanlar, gruplar ve bilhassa kamu gücünü kullanılabilen otoriteler tarafından gerçekleştirilebilir. İfade hürriyeti negatif karakterlidir. Bunun anlamı kişinin ifade özgürlüğüne sahip olması için var olması gereken şeyin onun kendini ifade etmekten engellenmemesidir. Tersinden bakarsak, ifade özgürlüğü pozitif bir özgürlük değildir; yani ifade özgürlüğünü kullanması için kişilere üçüncü şahıslar (veya bazı organlar) tarafından bir araç sağlanmasını gerektirmez. Kişiler tarafından hangi ifade araçlarının kullanılabileceği bir taraftan genel ortama diğer taraftan kişinin imkân ve kabiliyetlerine bağlıdır. Kişiler bu bakımdan teorik olarak eşit fakat fiiliyatta eşitsizdir. Meselâ, ağzı iyi laf yapan biri, iyi konuşamayan birine göre daha avantajlıdır. Eli iyi kalem tutan biri de tutmayan birine karşı. Ancak, bilinçli olarak teşhis edilebilir bir özne tarafından yaratılmadıkları sürece bu farklılıkların ifade özgürlüğü açısından hak edilmemiş eşitsizlikler teşkil ettiği söylenemez.

Meseleleri felsefî düzlemde ve ilke seviyesinde tartışmak heyecan verici ve nispeten kolaydır. Ancak, gerçek hayat daima kitaplardan daha karmaşıktır. Bu yüzden, kâğıt üzerinde mükemmel görünen ilkelerin nasıl uygulanacağı ve yorumlanacağında insanlar arasında ciddî ihtilâflar çıkabilir. İfade özgürlüğü de bu durumdadır. Seri kitap basma imkânının olmadığı zamanlarda ifade özgürlüğü deyince daha çok her şeyin konuşulup konuşulamayacağı tartışılırdı. Binlerce kitabı kısa sürede basma imkânı doğunca düşünürler bu sefer ifade özgürlüğünün ne demek olduğunu ve sınırlarının olup olmayacağını, olacaksa nerede olacağını kitap üzerinden tartışmaya başladı. Renkli fotoğraf basma teknolojisi gelişince yeni bir tartışma doğdu. Meselâ, pornografik dergilerde çıplak insan fotoğrafları konulması ifade özgürlüğü kavgalarını tekrar alevlendirdi. Kimisi bu fotoğrafların basımının ifade özgürlüğüne girdiğini kimisi girmediğini söyledi. Aynı ülkeler içinde bile farklı zaman dilimlerinde farklı görüşler ortaya çıktı. Başlangıçta bu malzemeler daha az ifade özgürlüğü sınırları içinde görülürken zamanla bazı toplumlarda ifade özgürlüğü onları da kapsayacak genişlikte yorumlanmaya başladı. Televizyon ifade özgürlüğü tartışmalarına başka bir boyut kazandırdı. Hem görsel ve işitsel olanı birleştiren yeni bir mecraydı hem de sınır aşma özelliği vardı. İnsanların televizyon üzerinden ifade özgürlüğünü tartışması, irdelemesi zaman aldı. Bu konuyla ilgili kimi ihtilâflar hâlâ tam olarak çözülemedi.

Görüldüğü üzere, ifade özgürlüğü bir temel hak olarak var olmaya devam ediyor ama insanların kendini ifade etmede kullanabileceği yeni araçlar ortaya çıktıkça tekrar tekrar tartışmaya açılıyor. Bunda şaşılacak bir şey yok; zira insanlar yaşadıkları ortamdan etkilenirler ve hemen hemen her düşünen kafa bildiği araçlar çerçevesinde tartışma yapabilir. Örneğin, John Milton, John Locke, J. Stuart Mill gibi ifade hürriyeti bakımından önemli isimler televizyon üzerinden bir ifade özgürlüğü tartışması yapamazdı, çünkü onların zamanında televizyon yoktu. Zamanın akışı içinde, araçlar arttıkça kaçınılmaz olarak ifade özgürlüğünün ne olduğu, nerede başlayıp nerede bittiği, diğer değerlerle çatışması hâlinde neler yapılması gerektiği tartışmaları yapıldı. Bundan sonra da yapılacak.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Swoboda-Erdoğan

Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Hannes Swoboda, Hürriyet’ten Cansu Çamlıbel’e konuşmuş. Konuşma gazeteye “II. Erdoğan otokrat” başlığı ile yansımış. 

Nasıl ki içerde bir “Erdoğan olayı” tartışması yaşıyorsak, Amerika – Avrupa dünyasında da “Erdoğan olayı” yaşandığının tipik göstergesi bu konuşma.

Swoboda’nın sözlerinin özeti ne derseniz, içerde muhalefetin söyleminin izdüşümüdür denebilir.

Swoboda’ya göre, Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa, hükümeti de partiyi de yönetir, dolayısıyla bu onu “Otokrat” kılar, yönetimi de “Tek Parti yönetimi” haline getirir.

Çare?

Halk Erdoğan’ı seçecekse çare yok?

Swoboda’nın değerlendirmeleri, Avrupa’daki “Erdoğan imajı”na ilişkin ipuçları veriyor. Kendisine şu sorulmuş:

“- Başbakan Erdoğan’la en son ocakta Brüksel’e geldiğinde görüştünüz. İyimserlikten bu kadar uzak oluşunuz o  görüşmeden çıkardığınız izlenimlerden mi kaynaklanıyor?”

Cevabı şöyle olmuş:

“- Biraz çelişkili bir görüşmeydi o. Diplomatik inceliklerin ötesine geçip açık ve dürüst bir tartışma yapmış olmamız çok iyiydi. Ancak Başbakan’ın bizim eleştiri ve önerilerimizi dikkate aldığını düşünmüyorum. Kendi çizgisi, kendi yolu var ve sadece o yolda yürümek istiyor. O yol da şöyle bir yol; Batı’yı bazı dış politika hamleleriyle memnun edip ülke içinde bildiğini okumak, siyasi sistemi o şekilde düzenlemek. Dolayısıyla da çok fazla buluşabileceğimiz nokta yok.”

Bu ifadelerin Batı’daki “Erdoğan imajı”na yönelik şu cümlesi ayrı bir önem taşıyor: “Batı’yı bazı dış politika hamleleriyle memnun edip ülke içinde bildiğini okumak, siyasi sistemi o şekilde düzenlemek.”

Ben, zaman zaman, Batı karar odaklarında Türk politikacılara ilişkin bu tarz analizlere işaret ederim. Mesela böyle bir analizin, Turgut Özal hakkında Washington’da yapıldığını, Ufuk Güldemir’in Teksas – Malatya kitabında anlatıldığını yazmışımdır. “Acaba Özal takıyye yapan bir gizli islamcı mıdır, yoksa İslam dünyasında Batı’nın anlayacağı dili bilen, dolayısıyla kendisiyle iletişim kurulacak modern bir müslüman lider midir?” Amerikan think-thankları bunu tartıştı uzun süre ve bu soru gündemlerinden hiç düşmedi, der Ufuk Güldemir.

Şimdi Tayyip Erdoğan’ın tüm Batı başkentlerinde bu tarz değerlendirmelere konu olduğunu tahmin etmek zor değil. Swoboda’nın Erdoğan izlenimlerine benzer izlenimler, kısa süre önce Obama ile yaptığı görüşmeden sonraki kulislere de yansımıştı.

Erdoğan’ın İslam dünyasında farklı bir devlet adamı profili çizdiğinde kuşku yok. Batı’nın sorularının odağında “Farklı bir gündem peşinde mi?” sorusunun bulunduğu da açık.

Şu tarz değerlendirmeler de yansıdı Batı medyasına: “Erdoğan AB reformlarını kullanarak askerleri devre dışı bırakıyor, oysa Türkiye’de Batı’nın olmazsa olmazı olan laikliği koruyan tek güç ordudur. Acaba AB, kendi elleriyle Türkiye’deki kendi dayanağını ortadan kaldırmış olmuyor mu?”

Bu değerlendirme ışığında Swoboda’nın yukarda altını çizdiğim cümlesini birlikte okuduğunuzda, “Güven sorgulaması”nın mahiyetini daha iyi anlayabiliriz.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fehmi Koru: CHP ile MHP de gömleklerini çıkarabilecek mi?

Barolar Birliği başkanı Metin Feyzioğlu cumhurbaşkanı adaylığı düşünüyorsa, “Bunun üzerinde biraz daha düşünsün” derim. CHP ile MHP arasında sağlanacak mutabakatla belirleneceğe benzeyen cumhurbaşkanı adayının belirgin özelliği ‘ortak’ değil ‘çatı’ ile irtibatlı olacak gibi… 

MHP liderinin seslendirdiği özellikleri baskın olacak bir aday yani…

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu “Ortak aday ile halkın karşısına çıkalım” teklifini yaptığında, MHP lideri Devlet Bahçeli derhal “Olmaz” tepkisini vermişti. Arada ne yaşandıysa yaşandı, MHP lideri “Çatı adayı olabilir” deyince, CHP lideri derhal “Varız” cevabını verdi.

‘Ortak aday’ ile ‘çatı adayı’ arasındaki en önemli fark, özellikleri… Devlet Bahçeli ‘çatı adayı’ için şu özellikleri saydı: Milliyetçi olacak… Muhafazakâr olacak… Manevi yönü bulunacak (yani ‘dindar’ olacak)… Bir özelliği de, ‘Cumhuriyet’in değerlerini içine sindirmiş’ lâik ve demokrat biri olması…

Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Varız” dediği işte böyle bir aday…

Yeni cumhurbaşkanını halk seçeceği için adayın herkese hoş gelecek özellikleri bulunması gerekiyor; bu sebeple CHP’nin ve MHP’nin ayrı ayrı adaylar çıkarması durumunda kendi partilerinin özelliklerini taşıyan adaylarla halktan alabilecekleri oylar belli: Taş çatlasa CHP’li aday yüzde 30, MHP’li aday da yüzde 20 alabilir…

Devlet Bahçeli’nin saydığı özellikler ise toplum yapısının en az yüzde 70’ine tekabül ediyor…

Bir ufak sorun var; o da şu: ‘Çatı aday’ için aranan özellikler, programında ve kuruluş beyannamesinde kendisini tanımlarken Ak Parti’nin kullandığı sıfatlarla örtüşüyor…

Abdullah Gül veya Tayyip Erdoğan gibi birini çağrıştırıyor ‘çatı aday’ tanımı… Nitekim, muhalefet partilerinden bazı isimlerle muhalif bazı kalemler, Ak Parti’nin adayı Tayyip Erdoğan olacaksa, onay verdiği taktirde Abdullah Gül’ü aday gösterebilecekleri mesajını verip duruyorlar…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yalçın Akdoğan: Muhalefetin adayı: Mitolojik yaratık

Afyonkarahisar kampındaki coşku veya grup toplantılarındaki alkışlar bazı kesimleri çok rahatsız ediyor. ‘Kendi kendilerine gelin güveyi oluyorlar, yandaş kitle içinde kendilerini rahat hissediyorlar’ gibi sözlerle Türkiye gerçeği ile başbakanın katıldığı programlar arasında uçurum olduğu propagandası yapıyorlar. AK Parti organize törenlerle kendisini çok güçlü gösteriyormuş, başbakan da yandaş tezahüratıyla kendisini çok mutlu hissediyormuş. Bu yorumu yapan kifayetsizleri görünce insan donup kalıyor. Sanki Türkiye daha yeni seçimden çıkmadı ve sandıkta tüm partiler boyunun ölçüsünü almadı… 

Bugün törenlerdeki coşkuya laf söyleyen tipler seçimden önceki mitingleri de aşağılıyorlar, bu kalabalıkların ülke gerçeğini yansıtmadığını söylüyorlardı. Oysa ortada objektif bir ölçü ve gösterge var. Millet sandığa gitti ve kimi ne kadar desteklediğini ortaya koydu. AK Parti, CHP ve MHP’nin toplamından fazla oy aldı, Erdoğan tüm liderleri çırak çıkardı. Buna rağmen hala utanmadan sıkılmadan ahkam kesen kifayetsizler acınacak hallerini anlamaktan bile acizler.

Tabii liderlik koltuktan gelmez

Erdoğan’ı lider yapan, oturduğu koltuk değil, milleti peşinden sürükleme gücüdür. Danıştay töreninde ortaya çıkan tablo karşısında ‘Erdoğan devletin zirvesini peşinden sürükledi’ türü yorumlar yapılması, sadece Erdoğan’ın haklılığını göstermiyor aynı zamanda ‘etki gücü’nü de gösteriyor.

Erdoğan, bir şehrin belediye başkanıyken ülkenin her şehrinde genel başkan veya başbakan gibi karşılanıyor, etki uyandırıyordu. 2002 sonunda genel başkan olarak Avrupa turuna çıktığında Türkiye’nin lideri muamelesi görüyordu. Başbakan olarak gittiği uluslararası toplantılarda bölgesel bir lider olarak karşılanıyordu.

Erdoğan’ın ‘etkileme ve sürükleme gücü’ tabiidir, koltuğa ve etikete bağlı değildir. Erdoğan bu gücüne ve karizmasına rağmen devlet nezaketini hiç elden bırakmamış, anayasal statülere gereken saygıyı göstermiştir. Erdoğan’ın ‘tabii liderlik’ hali yadsınamaz bir gerçektir ve oturduğu koltuğun sınırlarını aşan bir etki üretmektedir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: Kendi ülkenizin geleceğine ecnebi gibi yaklaşmayın

Ankara’da havaalanında gece geç vakit İstanbul’a dönmek için uçak bekliyordum… Yedekteydim… O yıllarda THY şimdiki gibi değildi. Şehirlerarası seferler yapan otobüs şirketlerinden farkı, otobüs yerine uçakların kullanılmasıydı.

THY bankosunun önünde birikmiş, yer hostesinin hangi yedek yolculara uçakta yer açıldığını duyurmasını bekliyorduk… O sırada Van’a gidecek uçağın kalkışa hazır olduğunu duyurdu yer hostesi ve “Van yolcuları gelsin” diye seslendi.

İstanbul için yedekte bekleyen bir Amerikalı, bu “Van” kelimesini İngilizcenin “Bir” anlamına gelen ve “Van” diye telaffuz edilen “One” şeklinde algıladı. İstanbul uçağına bir yedek yolcunun çağırıldığını sanıp, “I am one” diye bağırmaya başladı.

Algılama meselesi 

Dış ülkelerdeki insanların bizim karmaşık sosyo- politik yapımıza bakış açılarında da, buna benzer yanlış algılamaların sık sık tekrarlandığını görmez miyiz? Örneğin hiç askeri darbe görmemiş, 20’nci yüzyılın ikinci yarısında bile başbakanları idam edilmemiş, siyasetin kişilere dönük saplantılı nefret biçiminde anlaşılmadığı bir ülkenin en uzman kişileri bile, “Van” denilince bundan “One” anlamını çıkarmazlar mı?

Neticede bunlar için Türkiye dünyadaki 190 dolayındaki ülkeden biridir. Eğer bu uzmanlar Amerikalı ise önce “Türkiye bizim müttefikimiz mi” diye bakarlar… Sonra da Türkiye içindeki kişilerden kendileri için “Daha fazla müttefik” olanlara ve hatta ajanlarına danışırlar.

Farklı anlamlar 

Bizim için “Barış Açılımı”nın anlamı, Türkiye’nin geleceğindeki barış, istikrar, demokrasi ve özgürlükler benzeri içeriklere dayalıdır. Onlar ise Ortadoğu coğrafyasındaki “Kürt Realitesi”nin, Türkiye’de nasıl yansımalar gösterdiğini merak ederler…

Bizim için sınırlarımız içinde dökülen kanlar, annelerin acıları ile özdeşleşir… Onlar içinse Türkiye’deki terör kurbanlarının sayısı, global ölçekteki istatistiklerin konusudur.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Burhaneddin Duran: Mısır’da seçimler ve İhvan’ın geleceği

Mayıs sonuna doğru Mısır’da cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Her seçim yeni, taze bir soluktur demokrasilerde. Ancak bugün Mısır, Tahrir’in özgürlük havasında seçimlere gitmiyor.

İdam kararlarının ve İhvan’a yönelik cadı avının eşliğinde kapalı devre seçimlere tanık olacağız. Bu seçimler de demokrasiye geçişi mümkün kılamayacak.

Mübarek rejimi Tahrir devrimi ile alaşağı edildiğinde demokratik yeni Mısır’ın hayali kurulmuştu. Kadim bir medeniyet beşiği olan Mısır, Arap dünyasının da kalbiydi. Mısır, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı demokrasiye taşıyacak dalganın sahibi bir modele dönebilirdi.

Ancak umulan olmadı. Cumhurbaşkanı Mursi, 3 Temmuz 2013’te kitlesel gösteriler eşliğinde bir darbe ile devrildi. Muhalefeti entegre edemeyen ve kendi getirdiği Abdülfettah Sisi’nin oyununu göremeyen Mursi şimdi demir parmaklıklar arkasında…

Mısır’ın kaybı nedir? 

Mursi yönetiminin devrilmesiyle neler kaybedildi? S. Arabistan’ın ve diğer Körfez ülkelerinin darbeye verdiği destekle demokratik İslam deneyiminin önü kapatıldı. Bölgedeki statükocu, otoriter devletler mühlet kazandı. En azından başka bir bahara kadar…

Mısır liberal görünümlü yeni bir otoriterliğe sürüklendi. İslamcı hareketlerin dönüşümüne örnek olacak İhvan, terörist ilan edildi. Binlerce darbe karşıtı, İhvan bağlısı gösterilerde öldürüldü, 16 bin kişi tutuklandı ve lider tabakanın neredeyse tamamı içeride.

Lider kadronun geriye kalanı Londra, İstanbul ve Doha’ya sığınmış durumda. Minye Ceza Mahkemesi önce 528 daha sonra 683 İhvan üyesi hakkında idam cezası verdi. Bu baskı, İhvan’ın 1954’te Cemal Abdül Nasır döneminde gördüğünden daha ötede… Darbe yönetimi darbe karşıtı diğer hareketleri de bastırdı. 6 Nisan Hareketinin önde gelenleri de tutuklandı.

Böylesi baskıcı bir ortamda Sisi kolaylıkla yeni cumhurbaşkanı seçilecek. Bu seçimin normalleşme getirmesi beklenebilir mi? İhvan’ın Mısır siyasal sistemine entegre edilmesi umulabilir mi?

Kısa vadede mümkün görünmüyor. Zira Sisi’nin seçim vaatlerinden birisi de İhvan’ı tümüyle yok etmek. Sisi’ye göre Mısır halkı İhvan’ın siyasi ve ideolojik olarak ortadan kaldırılmasını istiyor. En azından kısa vadede iktidarını pekiştirene kadar Sisi’nin demir yumruğunun İhvan üzerinde olacağı kuşku götürmez.

İhvan ne yapacak? Öncelikli hedef, teşkilatın hiyerarşisini korumak ve terörize olmasını engellemek. Tahrir’in devrim ruhunu canlandırarak darbe karşıtı bir cephe oluşturmak da diğer hedef. Ancak henüz seküler grupları ikna edebilmiş değil.

İhvan, özeleştiri ve samimiyet testinden geçmekte… İhvan’ın asıl sıkıntı yaşadığı grupların başında Selefi Nur Partisi geliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Oral Çalışlar: Yargı hâlâ 27 Mayısçı

27 Mayısçılık; bütün gücüne, elindeki etkili kurumlara rağmen iktidardaki büyük payını, eninde sonunda yitirecek. 27 Mayısçılık, bir düşünme ve olayları algılama yöntemidir. 27 Mayıs, Türkiye’nin son 50 küsur yılına damgasını vuran bir ‘yönetme ve devlet kurumlarını biçimlendirme’ kültürüdür.  27 Mayısçı düşünce sistematiğine göre; asıl egemenlik sahipleri, devlet kurumlarıdır. Seçilenlerin güvenilmez olma ihtimali ve yanlış yapma riski, her zaman yüksektir. Çünkü, onları seçen halk, geridir. Halkın doğru bir tercih yapması, çok da olasılık dahilinde değildir. Bu nedenle de iktidarı seçilenlere teslim etmemek, onları değişik kuşatma mekanizmalarıyla sıkboğaz etmek; son derece önemlidir. Yoksa, memleket gericiliğin eline düşer.  27 Mayıs Anayasası’nın da ondan sonra aynı doğrultuda darbeler döneminde hazırlanan anayasaların da temel mantığı; ‘seçilene güvenmemek’tir. ‘Seçilene güvenmemek’, bir dizi yasal ve anayasal önlemi de içeren bir anlayıştır. Asker, yargı ve bürokrasi, anayasal kurumların ana eksenini oluşturur. İlk direnişi, bürokrasi örgütler. Seçilmişleri,’kırmızı kitap’la yönlendirir. Siyasetçilerin bilmedikleri devleti, onlara öğretir. ‘Ana omurga’ ise yargıdır. Savcılarıyla, hâkimleriyle, Yargıtayı’yla, Danıştay’ıyla, askeri mahkemeleriyle, Anayasa Mahkemesi’yle; tam bir örgütlenmedir. Buna HSYK’yı da ekleyince, tablo tamamlanır.  Siyasetçiler yargılanır, partiler kapatılır. ‘Devletin âli menfaatleri’ için yargı her an hazır ve nazırdır. Bizde, yargı; uçan kuştan hesap soran, kendini her şeye kadir hisseden, kendini hatasız gören bir kurumdur. Onlar, kendilerini ‘asıl devlet’ olarak görürler. Yıllarca, memlekette ne yazılıp, ne konuşulabileceği, onların kontrolünde oldu. Hangi partinin nasıl siyaset yapacağı, onların konusuydu… Mahkemeler, yalnız düzen vermekle kalmazlar, siyasetçileri her yıl yıldönümü bahanesiyle azarlamayı da bir gelenek olarak sürdürürler. Siyasetçiye ayar vermeyi, hem hak hem görev addederler.  27 Mayıs’tan bu yana, tam 54 yıldır, bu memlekette, bürokrasi ve yargının dediği oluyor. Onların yetmediği hallerde; askerin devreye girip, darbelerle siyasete ‘format çektiğini’ de unutmayalım. Son yıllarda, işler biraz karıştı. Askerin siyaset üzerindeki ağırlığı, büyük ölçüde kırıldı. Yargı, buna rağmen, süreçten; ‘güçlenerek’, yani ‘militanlaşarak’ çıktı: Yargı alanında, ‘ulusalcılıktan bağımsızlaşma’ya doğru bir arayış görülse bile; yargının siyasete yaklaşma biçiminde, yargı zihniyetinde, köklü bir değişiklik olmadı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız