Türkiye’de demokrasi var mı, yok mu?

Olaylar
Star gazetesinden Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren, Taha Özhan, Fadime Özkan; Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Leyle İpekçi, Abdulkadir Selvi; Sabah gazetesinden Rasim Ozan Kütahyalı, Mahmut Övür...
EMOJİLE

Star gazetesinden Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren, Taha Özhan, Fadime Özkan; Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Leyle İpekçi, Abdulkadir Selvi; Sabah gazetesinden Rasim Ozan Kütahyalı, Mahmut Övür; Akşam’dan Murat Keklkitoğlu, Kayhan Uğur; Radikal’den Oral Çalışlar; vatan’dan Hüseyin Yayman bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Fehmi Koru: Bu işte bir yanlışlık var

Türkiye’nin gelir vergisi rekortmenleri listesi açıklandı. İlk altı sırada Koç Ailesi’nden isimler var. Rahmi Koç birinci sırada; onu iki kız kardeşiyle üç oğlu takip ediyor…

Her şeyden önce, vergisini ödeyen, büyük miktarda vergi ödeyecek kadar gelir getiren işler yaparak ülke ekonomisine katkıda bulunmuş herkese minnet borcumuz var. Umarım, gelecek yıl daha fazla kazanır ve daha çok vergi verme şerefine erişirler…

Vergi mükelleflerinden az sayılmayacak bir bölümü, nedense, isimlerinin gizli tutulmasını istemişler; bu sebeple kesin hüküm vermek hayli güç, ama yine de listeye bakıp “Nerede bu hükümetin zenginleri?” sorusunu soranlar çıktı. Bazısı isimlerini de anarak hem de…

Listede yer alan ilk 100 isim arasında göze hemen çarpanlar, ülkemizin bildik işadamları —çoğu da TÜSİAD üyesi— olduğu için pek haksız sayılmayacak bir soru bu… Gerçekten de, nerede bu hükümet tarafından kollandığı söylenen işadamları?

Büyük mükelleflerin vergi kaçırması, yakın takip altında tutuldukları için bayağı zor; ticari faaliyette bulunup da gelir vergisi vermekten kaçınmak büyükler için âdeta imkânsız. Bu durumda, listede olması beklenebilecek kişilerin, isimlerini gizleme ihtiyacı duyduklarını düşünebiliriz.

Neden acaba? Doğru bir iş yapmış, çalışmış, kazanmış ve kazancını yüklü vergi ödeyerek taçlandırmış işadamları isimlerini vermekten neden kaçınsınlar?

Önceki yıllardan biliyoruz: İsimlerini gizleyenler genellikle kira geliri sahipleri, rantiyeler…

Akıl yürütmeyle varacağımız, bu hükümet sayesinde zenginleştiği ileri sürülen işadamlarının en fazla vergi ödeyenler listesinde ilk 100’e girecek kadar kazanç elde edemedikleri sonucudur…

İktidarda bulunan hükümetlerin politikalarından yararlanarak palazlanan ‘yeni zenginler’ her ülkenin ve her devirin gerçeğidir. Kimi kayrılarak zenginleşmiştir, kimi de yeni politikalara kendiliğinden uyum sağlayarak… Geleneksel zenginlerin de, biraz yakından incelenirse, geçmiş hükümetlerin politikalarından yararlanarak palazlandıkları görülecektir…

Eh, Ak Parti de 12 yıldır iktidarda; işadamları arasından onun varlığından yararlanan birilerinin çıkması da doğal sayılmalı… Fakat listeye girecek bir zenginliğe ulaşan işadamı pek çıkmamış hükümete yakın duranlar arasından…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Ayasofya – Camia: İlginç gelişmeler

Ankara’da, Hükümet cenahından Ayasofya’nın açılması yönünde sessiz sedasız, bir çalışma yapıldığı yönünde tam te’yid edilmeyen haberler gelirken, Zaman’da Fethullah Gülen imzalı, 1990 yılında Yeni Ümit dergisinde yayınlanmış bir yazıya yer veriliyor. Yazı, Ayasofya’nın mana ve ehemmiyetine ilişkin bildiğimiz “Müslüman tavrı”nı dile getiriyor. 

Bugünlerde… İlginç!

Ona paralel, Ak Parti’den istifa eden Camia’ya yakınlığı ile tanınan Burdur milletvekili Hami Yıldırım, TBMM Başkanlığı’na “Ayasofya’nın ibadete açılması” talebini dile getiren bir başvuruda bulunuyor. Artı Başbakan Erdoğan’a, Ayasofya’nın açılması teklifine ne diyeceğine dair bir soru önergesi veriliyor.

Bugünlerde… İlginç!

Ve bugünlerde Bugün gazetesinin “Hizmet Hareketi’nden AYASOFYA açılımı” başlıklı haberini okuyoruz. Camia, Twitter üzerinden “Ayasofya ibadete açılsın” kampanyası başlatıyor ve 14 dakika içinde kampanya Türkiye ve dünyanın en yüksek TT’sine ulaşmayı başarıyor.

Şaşırtıcı bir durumla karşı karşıya olduğumuz kesin.

“Ayasofya’nın açılması” yönünde bir girişim Hükümet için yadırganmaz. Gül – Erdoğan – Arınç gibi isimler, gençliklerinden beri “Ayasofya açılsın” sloganları ile yürekleri dolmuş insanlar. Gönüllerinde hep ibadete açılmış bir Ayasofya ümidi yaşayıp gelmiştir. Ama, Ayasofya’nın reel-politiğini de hep dikkate almışlardır. Acaba Ankara’dan gelen bilgiler, Hükümetin bu noktada bir tercih noktasına geldiğini mi göstermektedir? Bu bir soru.

Camia’ya gelince, o yapının, Vatikan’la, Patrikhane ile, ABD ve Avrupa Hıristiyan dünyası ile “Diyalog” ilişkileri biliniyor. Hatta Ak Parti ile yaşanan gerilimin, öncelikle, Ak Parti’nin Batı ile (Ve İsrail ile) mesafeli hatta gerilimli ilişkilerine itirazdan kaynaklandığı da biliniyor.

Camia’nin “Diyalog”u küresel çalışmalara Batılı güç odaklarının tepki göstermemesi arzusuyla tercih ettiği de bir vakıa.

Bugüne kadar böyle gelinmişken, Ayasofya gibi, Batı dünyasının en duyarlı olduğu bir konuda Hükümet’i sollama niteliği taşıyan bir girişimi başlatmalarının sebebi ne olabilir?

Ak Parti İstanbul milletvekili Bülent Turan’ın dediği gibi “rol çalma” girişimi mi?

Ben, aslında bu işte “rol çalma” hamlesinin bile Camia’nın Batı ile ilişkileri adına bir tür risk alma niteliği taşıdığını düşünürüm. O yüzden Camia ya Batı ile ilişkileri, yani “Diyalog”u riske atmayı göze almış oluyor, ki çok stratejik bir karar anlamına geliyor, ya da başka bir şeyi hesaplıyor. Acaba neyi?

Dün, yine Bugün gazetesinde Nuh Gönültaş’ın bir yazısı vardı. Nuh, bir ara fazla agresif bulunduğu için yazılarına ara verilen, ancak son gerilimde, muhtemelen böyle bir agresifliğe duyulan ihtiyaç sebebiyle yeniden yazdırılan bir Camia yazarı.Nuh’un dünkü yazısı, tam anlamıyla ters köşeye yatmış bir yazı. Başlığı şu: “Türkiye Ayasofya’yı açabilecek kadar güçlendi mi yoksa bu bir tuzak mı?”

Bu başlığın hemen altına şu cümleyi yazmış:

“Bunu sordum ya, malum siyasal İslamcılar “Paraleller, Ayasofya’nın cami olarak açılmasına karşı çıkıyorlar” diyecek.

Desinler önemsemiyorum! Ülkemin geleceği onların benim hakkımdaki düşüncelerinden daha önemlidir.”

Belli ki Nuh yazıyı, “Hükümetin Ayasofya’yı açma girişimi” varsayımını dikkate alarak ve “İlk turda Cumhurbaşkanı seçtirme yatırımı” hesabına bağlayarak yazmış. Belli ki Camia’nın kampanyasını ıskalamış.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Taha Özhan: Gülen Grubu ve Amerika

1990’ların sonlarından itibaren ya da 28 Şubat’la birlikte Gülen Grubu Amerika’ya yerleşmeye başladı. Liderlerinin de Amerika’ya yerleşmesiyle beraber, ilk kez, Türkiye merkezli bir ‘İslami hareket’ ana karargahını başka bir ülkeye taşımış oldu. Bu bugüne kadar genellikle sol hareketlerde şahit olduğumuz bir durumdu. Amerika’dan önce de onlarca ülkede faaliyet göstermelerinden dolayı, Grubun, lideri dahil başka bir ülkeye gitmesi ilk anda çok fazla garipsenmemişti. Oysa 28 Şubat darbesinin arkasında nerdeyse açıkça durmuş olan Washington’un, ‘28 Şubat mağduru olduğunu farz eden bir grup’ tarafından tercih edilmesi, üzerine düşünülmesi gereken bir meseleydi. Maalesef olmadı. Ne grubun kendisi ne de dışarıdan münasebeti olanlar ya da değerlendirme yapanlar, Amerika’yı ‘bir mesele’ olarak ele almadılar. 

Bugün Gülen Grubu’nun önünde kabaca iki yol bulunuyor. Ya neredeyse hiçbir şey yaşanmamış gibi davranmaya devam edecekler ya da en başta ‘Amerika’da olmaktan’ başlayarak derin bir özeleştiri yapacaklar. Gruba dair yapılan suçlamalar ve iddiaların tamamına kendilerince ‘cevaplar verdiklerini’ görüyoruz. Lakin bir tek soruya hiçbir cevap veremiyorlar: Gülen niçin Amerika’da? Başbakan’ın son çıkışı da olmasa bu soruya verecekleri hiçbir karşılık olmayacaktı. Muhtemelen mezkur soru uzun süre Başbakan’ın çıkışı bahane edilerek cevaplanacak. Bu elbette Gülen’in 2013’e kadar niçin Amerika’da olduğunu açıklamayacak.

ABD’ye gittikten sonra, birkaç yıl içerisinde, zoraki diaspora ve kendi kendine sürgünün oluşturduğu bir siyasal teolojiye kavuşan Grup, ‘Amerika meselesi’ üzerine düşünemeyecek kadar kendisini ‘Amerikalı hissetmeye’ başlamıştı. Özellikle 11 Eylül sonrası Neocon ‘şeytan ekseni’ söyleminin ortaya çıkardığı travmada ‘iyi Müslüman’ kontenjanına talip olmanın nimetlerini hızla toplamaya başlamıştı. Grubun bu durumu açıkça ilk ifade ettiği yer ise Abant’ın ilk kez 2004’de yurt dışında, Washington’da Neocon bir kurumla ortak yaptığı toplantısıydı. İmalı bir dil ihtiyacı bile hissetmeden, 11 Eylül sonrası Amerikan politikalarında üzerlerine düşecek görevler için hazır olduklarını söyleyeceklerdi. 

17 Aralık sonrasında siyasi eksenini AK Parti karşıtlığına konumlamış olan Gülen Grubu, geri dönüşü zor bir yola girmiş oldu. Artık sadece iktidarla değil, AK Parti’yi var eden bütün dinamiklerle de uzun yıllar boğuşmak durumundalar. Bu durum ise hali hazırda yaşadıkları yabancılaşmayı daha da derinleştirecektir. Liderliğinin başka bir ülkede olması da bu sürecin hızlanmasına sebep olmaktadır. Zira her diaspora gibi fanatizm ve keskin inançlılık artacaktır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fadime Özkan: Yeni Türkiye’nin eski sorunu: Bizim eziklerimiz!

Sanki burası sömürge ülkesiymiş gibi, “beyaz efendi”lerine karşı hayranlıkla beraber bir eziklik hisseden ne çok siyasetçimiz, gazetecimiz, aydınımız varmış meğer. Sayın Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi “insan gerçekten hayret ediyor!”

Bir Batı ülkesinden bir siyasi lider, bir yetkili, bir yazar yahut bir artist gelmeye görsün. Ya da bu örselenmiş kişilikler, yurdun batısına düşen ülkelerden birine hele bir ayak bassın. Anında başlıyorlar kendi ülkelerini, ülkenin seçilmiş yöneticilerini ve halklarını şikâyet etmeye.

Şikâyet seansı boyunca kurdukları cümlelerin terkibinden tutun da, aktardıkları bilgilerin eksik ya da çarpık olduğunu en başta kendilerinin bilmesinden dolayı gösterdikleri ekstra çabaya, mimik ve jestlerine dek, dinleyenlere zengin bir gözlem imkânı veren hallerinden anlıyorsunuz ki yaptıkları şeyin gayet de farkındalar! 

Bu bir feda eylemi!

Bunca yılda biriktirilmiş iyi kötü bir itibar, edinilmiş bir kimlik var neticede ama huzurunda konuştukları şu çizmesi parlak, kırbacı şaklak beyaz efendinin zihnindeki Türkiye’nin imajına kara çalmak adına, hepsi feda edilebilir. Yeter ki sömürge valisi muamelesi yaptıkları Batılı, bu rolü kabul buyursun ve teftişe geldiği lejyonun yöneticilerine bir güzel verip veriştirsin.

Nitekim Alman Cumhurbaşkanı önyargılarla yüklü olarak Türkiye’ye geliyor, eleştirilerini nezaketsizce boca edip gidiyor ve bizim kompleksli muhaliflerimiz, kendilerinin güç yetiremediği siyasi rakiplerine laf söyledi, ayar verdi diye görülmemiş bir neşe içinde!

Eşitler arasında olması gereken ilişkiyi Türkiye aleyhine bozmaya cüret eden kişiye, ülkenin devlet adamları, verilmesi gereken cevabı hakkıyla verdi diye, bakıyorsunuz bizimkiler bu defa kahırlanmakta. Batılı bir lidere nasıl söylenir bunlar diye dövünmekte.

Utanıyoruz. Geçen yıl CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, AP Sosyalist Grup Başkanı Swoboda’yı ziyaretinde Türkiye Başbakanını katil Esed’e benzettiğinde ve Swoboda da protesto amacıyla toplantıyı terk ettiğinde çok utandığımız gibi utanıyoruz.

Bu “kindar eziklik” Türkiye hakkında hazırlanan raporlar değerlendirilirken de nüksediyor. Kimin hangi niyet ve kriterle sağlıklı bir değerlendirme yapıp yapmadığına bakmak varken, bizim “kaybedenler kulübü müdavimlerimiz” olumlu olanı görmezden gelip yanlış ya da kasten çarpıtılmış olanın ipine sarıldıklarında insan hakikaten hem hayret ediyor hem utanıyor. 

Lakin bu, yeni Türkiye’nin bir sorunu. Siyasi yenilgiyi ideolojik tükenmişlik ve Kemalist/solun genetik ezikliğiyle mix etmiş vaziyetteler. Çıkışsızlık, geleceksizlik durumun vahametini ve müdahalenin aciliyetini artırıyor. Görünen o ki iş yine “baş”a düşüyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ali Bayramoğlu: Türkiye’de demokrasi var mı, yok mu?

Açıkçası nereden baktığınıza bağlı…

Türk demokrasisinin son dönemine ilişkin iki farklı okuma yapmak mümkün.

Birincisi daha çok sosyolojik, demokrasiyi (eşitlik, özgürlük, adalet arayışlarını) daha çok ekonomik, kültürel, sosyal unsurlar etrafından ele alan bir okumadır.

Bu açıdan karşımızda, tarihsel, simgesel ve sınıfsal yer değiştirmelerin, eşitlenmelerin, iç içe girmelerin yaşandığı, Kürtlerden dindarlara varoluş sahalarının ve özgürlük alanlarının genişlediği bir öykü bulunmaktadır.

Büyük sosyolojik bir devinim…

Siyaset ve siyasi iktidar üzerine hiç bir tartışma, Gezi ve sonrası, 1 Mayıs ve benzerleri aşağıdaki unsurlardan oluşan bu büyük sosyolojik devinimi ortadan kaldırmaz:

Kök-siyaset, kimlik-kamusal alan ilişkilerin görece özgürleşmesi, görece bir açık toplum düzenine doğru ilerlemesi… Farklı kesimler arasında konjonktürel siyasi kutuplaşmaların perdelediği toplumsal etkileşimin ve sentezin varlığı, bir tür toplumsallaşma süreci… Buna bağlı olarak seküler, dini, geleneksel ve modern değer sistemlerinin aynı kişi tarafından tüketildiği iç içe geçmeler… Kimlik-tarih karşılaşması, gayri müslimlerin keşfi, cumhuriyet döneminin yeniden okunması, verili kimliğin şeffaflaşması arayışı… Sivil değerlerin kah asker, kah devlet kah siyasi iktidar karşısında galebe çaldığı toplumsal bir hareketlilik…

Bu gelişmeler, demokrasinin tanımı itibariyle devrimsel niteliktedir.

Bunları mümkün kılan siyasi başarıları zikretmemek hem kadirşinaslık olmaz, hem sizi Türkiye’yi anlamaktan uzaklaştırır. Orta sınıfın nüfus içindeki payını 2001’den 2012’ye yüzde 21’den yüzde 41’e çıkaran ekonomik ve sosyal politikalar, kemalist vesayetçi düzeni ters yüz eden demokratikleşme politikaları ve bunun doğrudan sonucu olarak şekillenen toplumsal özgüven iklimi bu başarıların üç temel ayağını oluşturur.

Bugün Türk demokrasisine yönelik olumlu ve bu açıdan yadsınamaz kefenin temelini de bu durum oluşturmaktadır.

Kaldı ki, demokrasinin bu öyküsü bitmiş, dünde kalmış bir öykü değildir.

Tersine sürekliliği olan bir öyküdür ve AK Parti’nin en zor döneminde aldığı yüzde 45 oy bu durumun bir göstergesidir.

Gelelim madalyonunun öteki, son dönemde tartışmaların merkezini oluşturan, Türkiye’yi kasıp kavuran yüzüne…

Türk demokrasisinin ikinci okunma biçimi ülkede gelenekleşmiş ‘hakim yönetim tarzı’yla, buna ilişkin ‘normatif değerler’le ve ‘kurumlaşma düzeyi’yle ilgilidir. İşin bu tarafı son dönemlerde baskın olmakla birlikte, hemen her zaman bir ‘zaaf’ ve ‘sıkıntı’yı ifade etmiştir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Leyla İpkeçi: Çoğulcu hareket ve tek sesli seçkinci dil

İnsan, kendi istikametini değişmez sabite olarak addettiği sürece, duruşunu kutsamaya başlıyor. Hayatın akışını inkar etmek daha kolay çünkü kendine diktiği putları yıkmaktan. Bu inkar, özellikle son bir yıldır bazılarımızı kendine kör kalmaya mahkum ediyor. Bizzat benim de geldiğim laik liberal sol kesimdeki aydınlara bakarsak önce.

28 Şubat sürecinden 27 Nisan sürecine dek bu liberal sol çevrelerle birlikte içinden geldiğimiz ulusalcı zihniyete karşı duruşumuz bizi belli bir ittifakın içine itmişti. 2010 referandumu için ‘yetmez ama evet’ demiştik sözgelimi büyük ölçüde. Ve yine ulusalcı çevrelerin nefret söylemine, hedef göstermesine ve itibarsızlaştırma kampanyasına birlikte hedef olmuştuk.

AKP ne yaparsa onu savunmak değildi mesele. On yıllardır memleketin hayrına olarak savunduğumuz çoğulculuk, özgürlük, demokratikleşme gibi değerlerin ilk kez bir hükümet döneminde toplumsal, yasal ve siyasi bir karşılığı olduğunu görmemizdi. Bu partinin ortak geleceğimizi inşa etme yolundaki gayretlerini desteklemek, daha fazlası için onu iteklemek gibi bir amaç bizi birleştirmişti. Eleştirilere devam ederek, belli bir mesafeyi gözeterek, demokratik açılımları destekledik yine birlikte. Bir yandan yıllar içerisinde muhalif dilin ne kadar gerilere düştüğünü ve yapıcı bir muhalefete duyulan ihtiyacı da kayda geçirdik durduk.

Şimdi artık ‘uluslararası mahkemede yargılansın’dan ibaret kalmış son derece apolitik bir muhalif söyleme teslim olan Erdoğan nefreti ise hızla ayrıştırıyor bizi birbirimizden. Entelektüel zihinleri donduran bir ‘inanç biçimi’ bu. Bir benzeri de muhafazakar kesim içindeki ‘gönüller ittifakı’nda yaşanıyor. İster laik sol kesimden, ister bir dini camiadan gelsin, kendi doğruları istikametinde ilerlemeyen ‘tek adam’a karşı kurulan ‘nefretler ittifakı’ giderek sığlaştırmaya başladı bu farklı kesimlerin zihin dünyasını.

Bunun ardında hep dediğimiz gibi AK Parti’ye ve ona oy verenleri hakir görme, aşağılama, gerici bulma gibi benzer bir klişe mevcut. Geniş kitleleri ya güce biat ettiklerine dair ya da güce taptıklarına dair kaba bir genellemeye hapsetmek üzerine oluşan bir seçkincilik zaafı bu. ‘Onu oraya biz getirdik’ yaklaşımında olanların çoğunda bu patoloji tezahür ediyor. Farklı kesimlerden gelseler de.

Kimi ‘Biz olmasak vesayetle kim gerçek anlamda mücadele edebilirdi’ diyor. Kimi ‘Biz olmasak İslam’ın Taliban çizgisinden kim ayırabilirdi?’ diyor. ‘Biz olmasak Türkiye’nin dış imajına ve iktisadi kalkınmasına bu kadar olumlu katkıyı kim yapabilirdi?’ Böyle diyenler de fazlaca var. Liberal sol kesimde ise Kürt barışına uzun süre ‘Erdoğan hükümeti asla Kürtlerle barış yapamaz, bunu tek yapacak olan solcular ve sosyalistlerdir’ gibi bir muhalefetle yaklaşıldı. Açılıma uzun süre karşı koydular. O kadar ki, bazıları açılım sürecindeki kanlı provokasyonları destekler hale geldi. Kürt gençlerin sokağa inip halk savaşı başlatması doğrultusunda yazıp çizdiler.

Oslo sürecini medyaya sızdıranların ya da hükümetin yolsuzluklarını yıllarca biriktirip hukuk dışı bir operasyonla seçim öncesi gündeme getirenlerin hesaplayamadığı tam da buradaydı işte. Türkiye’nin kalbi bir gerçeğin odağında atıyordu artık. Kan akmaması sadece gençlerin ölmemesi demek olmayacaktı sözgelimi. (Aslında bu bile yeterdi.) Aynı zamanda hayatın giderek sivilleşmesi, mekan esaretinin bitmesi, algı sınırlarının yıkılması, insanların kendilerine ortak bir gelecek tahayyülü kurmaya başlaması demekti.

17 Aralık sonrasında ise Erdoğan’ın her ne olursa olsun ‘halledilmesi’ konusunda oluşan mutabakatın psikolojisinde hakir gördükleri iktidar tarafından önemsenmemeleri de yatıyor olmalı. Zira 30 Mart’ta geniş kitleler ‘Erdoğan yargılansın’ projesine itibar etmedi. Hem de yolsuzluk dosyalarının gerçekliğine ikna olmalarına rağmen.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdulkdari Selvi: Paralel operasyonun düğmesine ne zaman basıldı?

17 Aralık darbe girişimi yaşandığında paralel yapıya, ‘Bu ihaleyi kimden aldınız, ne zaman aldınız ve neye karşılık aldınız?’ diye sormuştuk.

Tabii önüne ve arkasına bazı değerlendirmeleri de ekleyerek.

Bazı soruların cevabı zaman içinde alınıyor, bazı soruların cevabını da zamanın bizzat kendisi veriyor.

Gazetecilikte fikri takibin önemine inanan biri olarak, bu soruların cevabını zamana bırakmak istemedim.

Başbakan, ‘Bu kadar mı içli dışlılar’ demekten kendini alamıyor ama CIA Başkanı’na olumlu ya da olumsuz hiçbir yanıt vermiyor.

Bizzat takip ettim.

Geçen hafta, bu ihaleyi kimin verdiğine dair sorunun bir ayağını paylaşmıştık.

CIA Başkanı Petraeus’un Başbakan Erdoğan’la görüşmesindeki bir anekdotu paylaşmak suretiyle.

O bölümü olduğu gibi aktarıyorum: ‘CIA Başkanı Petraeus, ‘Siz İsrail’in özrünü kabul edin, biz de sizin Cemaat’le ilişkilerinizi düzenleyelim’ diye teklifte bulunuyor.

Başbakan, ‘Bu kadar mı içli dışlılar’ demekten kendini alamıyor ama CIA Başkanı’na olumlu ya da olumsuz hiçbir yanıt vermiyor’

Bu diyalog paralel yapı operasyonunun perde arkasında kimlerin olduğu sorusuna ışık tutuyor ve bir fikir veriyor ama bu ihalenin ne zaman verildiği sorusunu cevaplamaya yetmiyor.

AK Parti ile uyumlu çalışan, iktidar nimetlerinden en fazla yararlanan Cemaat’in, Başbakan Erdoğan’ı tasfiye etmeye yönelik operasyonun düğmesine basmasının bir nedeni bir de bu operasyonun başlangıç tarihinin olması hazım.

Ya da bu soruyu başka bir şekilde sorayım.

Çünkü şu satırları okurken, ‘Operasyonunun düğmesine Cemaat mi bastı yoksa birileri düğmeye bastı’ diye sorulduğunun farkındayım.

Hatta, ‘Recep Tayyip Erdoğan’ı tasfiye etmek isteyen birileri düğmeye bastı. Bu ihalenin bir parçası da paralel yapıya verildi’ yorumlarına da saygı duyarım.

Benim aydınlatmaya çalıştığım nokta ise, bu operasyonun düğmesine ne zaman basıldığı konusu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İsmail Kılıçarslan:Cici Müslüman

11 Eylül saldırısı yeni olmuş. Amerika ve bütün dünya şokta… Televizyon kanalları, gazeteler, internet siteleri bu ‘yeni nesil saldırı’nın nasıl ve niçin olduğunu tartışıp duruyorlar. Cevval bir Amerikalı muhabir, ünlü Müslüman boksör Muhammed Ali’ye mikrofon uzatıyor. Soru şu: ‘Bu saldırıyı yapanlarla aynı dinden olmak nasıl bir duygu?’ Muhammed Ali, hiç telaş etmeden yapıştırıyor cevabı: ‘Adolf Hitler’le aynı dinden olmak nasıl bir duygu?’

BU, BURADA BİR DURSUN

İslam korkusu anlamına gelen İslamofobi, Amerika ve Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada çokça konuşuldu, çokça yazılıp çizildi. Nasıl yapıldığı hala bir sır olan 11 Eylül saldırısından sonra hayatımıza giren bu kavram, zaten modern dünyanın tek gerçek ötekileri olan Müslümanları daha da ötekileştirmeye yaradı.

Estirilen hava şuydu: Biri Müslümansa, her an üzerine bağlı bir C4 ile bir alışveriş merkezine, bir otobüse, bir uçağa binip kendisini havaya uçurabilir.

Hatırlayın. 11 Eylül sonrası gerzek Amerikalılar, uçaklarda yanlarında bir Müslüman yolcu ile seyahat etmeyi reddediyorlardı. En komiği de bir üniversite öğrencisinin başına gelenlerdi. Bush aleyhtarı bir tişört giyen Amerikalı ve Hristiyan bu delikanlı ‘özgürlükler ülkesi Amerika’da tişörtü yüzünden gözaltına alınmıştı.

Avrupa’da durum daha da enteresan bir hal aldı. Hollanda, Belçika, Fransa ve Avusturya gibi zaten ‘göçmen karşıtı bir kitle’ye sahip olan ülkeler, bu karşıtlıklarının yanına hemen İslamofobi’yi de koydular. Sakallı ve hafif bol pantolonlu her Müslüman erkek ‘potansiyel tehlike’ olarak sınıflandırıldı. Hitler’in yaptıklarından Almanları sorumlu tutmayan ‘anlayışlı Avrupa’, Muhammed Atta ve arkadaşlarının yaptıkları varsayılan bir eylemden tüm Müslümanları sorumlu tuttu.

28 Nisan günü Viyana’da düzenlenen ‘Nefret Suçları ile Mücadelede Kolluk Güçleri ve Toplum İlişkilerinin Geliştirilmesi’ konulu toplantıda kurulan bazı cümleler son derece ilgi çekici. Toplantıda konuşan Avusturya İslami Cemaatler Lideri Fuad Sanac şöyle diyor: ‘İslamofobi kelimesi yanlışlıkla veya kasıtlı olarak kullanılıyor. Avrupa’da olan şey İslam korkusu değil, İslam düşmanlığıdır. Müslümanlara hakaret edildiğinde bunu İslam düşmanlığı olarak kayıt etmiyorlar. Sokakta saldırıya uğramış olarak kaydediliyor ve geçiştiriliyoruz. Hakikaten bir çözüm isteniyorsa bu konuda gereken tedbirler alınmalı!’

Sanac’a göre alınabilecek en önemli tedbir, Yahudi, Katolik, Protestan ve Budist cemaatlere verilen hakların Müslümanlara da verilmesi. ‘Mezarımızı, düğünümüzü, evliliğimizi, ibadetimizi, din dersimizi özgür bırakmalılar’ diyor Sanac.

Bu son derece iyi niyetli taleplerin Avrupa ülkelerinde bir karşılık bulması her bakımdan zor… Niçin? Çünkü ‘medeniyetler çatışması’ dediğimiz şey kendisine bulduğu düşmanı amacına ulaşmadan bırakacak gibi değil. Müslümanları ‘insana benzeyen varlık’ olarak tanımlayan ‘medeniyetler çatışması’ tezi, durmadan aradaki düşmanlığı güçlendirecek hikayeler üretmeye devam ediyor. Temel amaç dünyadaki mevcut dengelerin Müslümanlar lehine değişmesini geciktirebilecekleri kadar geciktirmek! Bunun için ‘cici Müslümanları’ kullanmaktan da hiç mi hiç çekinmiyorlar.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Rasim Ozan Kğtahyalı: Deniz’lerin idamı ve Demirel sendromu

Bugün Deniz’lerin idam edildiği gün. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan. Bu üç genç insan 42 yıl evvel bugün katledilmişti. Deniz ve Yusuf 25, Hüseyin ise 23 yaşındaydı. Tam anlamıyla bir hukuk cinayetiyle öldürüldü bu üç insan. 

***

Bu üç gepegenç insanın katledilmesi için en çok heves edenlerden biri Süleyman Demirel’di. Dönemin AP grubu iki elleri havada bu alçakça idam kararlarını onaylıyordu. AP grubundan “3’e 3” sesleri yükseliyordu. Dönemin AP milletvekillerinin neredeyse tamamının yüzleri gülüyordu “3’e karşı 3” derken. O “üç” diye kastettikleri Zorlu, Polatkan ve Menderes’ti. 27 Mayıs cuntasının alçakça katlettiği üç insan. 

***

Gezmiş, Aslan ve İnan’ı katletmek isteyen zihniyetle Menderes, Zorlu ve Polatkan’ı katleden zihniyetin ve gücün aynı olduğunu büyük bir körlükle göremiyordu Demirel ve arkadaşları. Ya da özellikle görmüyorlardı. Çünkü o katil zihniyeti büyük oranda Demirel ve dönemin AP’si de paylaşıyordu. Türkiye’nin trajedisi buydu zaten. Zalimlerle mazlumların aslında aynı İttihatçı zihniyet paydasında buluşabilmesi. Bundan önceki 8 yazımda farklı yönleriyle anlatmaya çalıştığım 1915 kıyımına da imza atmış İttihatçı zihniyet. 

***

Bugün mazlum olanın eline güç geçtiğinde başkalarına karşı çok zalim olabilmesiydi bu toprakların dramı. Bu toprakların insanları olarak, hepimizin temel hastalığıydı bu. Bugün de bu hastalıklı bakıştan tam olarak kurtulabilmiş değiliz. Bugün Demirel’le aynı cephede olan eşimin program arkadaşı Altan Öymen 1976’da Demirel’in Deniz’lerin idam edilmesiyle ilgili yaptıklarını şu satırlarla anlatıyordu:

“Süleyman Demirel, Mobilya Yolsuzluğu’ndan yargılanan yeğeni Yahya Demirel’le ilgili olarak ’25 yaşında çocukla uğraşıyorlar’ diyor. 6 Mayıs 1972’de ise idam edilen Deniz, Yusuf, Hüseyin’in idam kararları oylanıyordu. Süleyman Bey ise AP Grubu’nun en önünde oturuyordu. Elini ‘İdama evet’ için kaldırdığında arkasına dönüp baktı, herkesin kaldırıp kaldırmadığını kontrol ediyordu. Sonra vakur bir ifadeyle önüne döndü. İdamlar kabul edilmişti. Deniz ve Yusuf da 25 yaşındaydı. Süleyman Bey onlar için hiç ’25 yaşında çocuklar’ demedi. İdam edilmelerini istedi. İsteğine ulaştı da…” 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mahmut Övür:  Cumhurbaşkanı seçiminde “ters köşe” olmak

Cumhurbaşkanlığına en güçlü aday hiç kuşkusuz Başbakan Erdoğan. Kamuoyu yoklamaları da bunu gösteriyor.

En son Optimar araştırma tarafından yapılan kamuoyu yoklamasında ilk sırada Başbakan Erdoğan yer alıyor. Onu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül izliyor.

İki siyasi aktörün toplum nezdinde ciddi bir karşılığı olması sürprizlere hatta başbakanın deyimiyle “ters köşe” yapacak gelişmelere de yol açabilir.

AK Parti’de adı cumhurbaşkanlığı için geçen başka isimler de var ama onların oranı çok düşük. Bu nedenle de cumhurbaşkanı adayı denilince akla AK Parti’nin iki siyasi aktörü geliyor ve onlar tartışılıyor.

Muhalefetin durumu ise iç açıcı değil. 30 Mart seçim yenilgisi nedeniyle kendilerini toparlayamayan muhalefet partileri, bırakın ortak aday çıkarmayı, tek tek aday bulmakta bile zorlanıyor. Muhalefetin bu durumu Türkiye siyasetinin en temel sorunu.

Araştırmalara göre CHP’nin olası adayları arasında ilk sırada yüzde 28.8 oranıyla eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ görünüyor. Onu yüzde 13’le Kılıçdaroğlu izliyor. Mansur Yavaş’ın bile yüzde 7.5’e ulaştığı araştırmada eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın oranı sadece yüzde 5.9.

Kim bilir belki de sağa açılan CHP’ye en çok eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yakışır. Mehmet Haberal’dan daha ilginç olacağı kesin.

MHP’deki en güçlü isim ise yüzde 25.4’le Devlet Bahçeli… İlginçtir MHP adayı olması istenen ikinci isim de CHP için birinci sıraya konulan İlker Başbuğ. Belki de bu, ortak aday için bir işaret.

Bu tabloya bakınca, 10 Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimleri için en hazırlıklı ve güçlü parti AK Parti. Ancak AK Parti’de de 3 dönem kuralı değişmediği ve yeni aktörlerle seçime gitmenin nasıl sonuç vereceği bilinmediği için ince hesaplar yapılıyor.

En ince hesap da Başbakan Erdoğan, cumhurbaşkanı adayı olup seçildiğinde partinin başına ve başbakanlığa kimin geleceği üzerine yapılıyor. Haziran 2015’te yapılacak genel seçimlere kadar 10 aylık bir geçiş dönemi söz konusu.

Bu dönemde Başbakan ve AK Parti genel başkanı kim olacak? Başbakan Erdoğan bu iki yapının ayrılmayacağını çok net açıkladı. Ayrıca Cumhurbaşkanı Gül, milletvekili olmadığı için başbakan olma ihtimali yok. İki yapı ayrılmayacağına göre en azından 10 aylık süre içinde AK Parti genel başkanı da olamayacak.

O zaman parti içinden başka bir isim 10 veya 8 aylık süre için hem başbakan hem parti genel başkanı olacak. Çünkü 45 gün içinde kongre yapılması gerekiyor. Kulislerde en yoğun Ahmet Davutoğlu ismi geçiyor ama benzer bir isim de olabilir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Murat Kelkitoğlu: Zekeriya Öz ve kaçak Mercedes

Geçen hafta yaşananlara başlık atmak gerekirse buna ‘paralel yapıya soruşturma haftası’ diyebiliriz. 17 Aralık operasyonuyla birlikte bugüne kadarki gelişmelerle ilgili kamuoyunun merakla beklediği soruşturmalar için tek tek start verildi. Bunların arasında en dikkat çekici olanlarından biri de hakim ve savcılarla ilgili olanı. 

Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) 3. Dairesi, 17 Aralık ‘sivil darbe’sinin mimarları savcılar Zekeriya Öz, Muammer Akkaş, Celal Kara ve hakim Süleyman Karaçöl hakkında soruşturma açılmasına karar verdi. 

Soruşturmanın tamamlanmasının ardından bugüne kadar ortaya çıkmayan, yazılmayan, çizilmeyen nelerle karşılaşacağız kim bilir! 

Bugün, bu çok önemli soruşturmada üzerinde durulması gerektiğini düşündüğüm bir konuya değineceğim. 

Soracağım soruların cevabının bulunması oldukça önemli. 

SAVCI TSE’Yİ NEDEN ARADI? 

Hatırlarsınız! 

Magazin ve spor dünyasının birçok ünlü isminin de gündeme geldiği kaçak Mercedes operasyonu yapıldı. 

Şimdi soruyorum! 

– Bu operasyonun deşifre olmasıyla birlikte o dönem çok kudretli olan savcı Zekeriya Öz, Türk Standartları Enstitüsü’nü (TSE) aradı mı? 

– TSE’deki yetkilileri arayarak kaçak Mercedesler için onay belgesi verilmesini istedi mi? 

– Öz’ün talebini geri çeviren TSE personeli daha sonra, kimi çirkin yayınlar yapılarak veya yaptırılarak görevden alındı mı? 

– Aynı isimler 17 Aralık operasyonu sonrası ‘paralel yapı’nın oyunlarının ortaya çıkmasıyla birlikte tekrar görevlerine döndü mü? 

Benden sorması. Soruşturmaya dahil edilir edilmez, o yetkililerin bileceği iş!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kayhan Uğur:  #Diren Amerika (!)

Bir insan nasıl etkisiz hale getirilir?  Bıçakla mı, silahla mı, linç edilerek mi, açlıkla mı, psikolojik gerilimle mi, zehirlenerek mi? Ülkeleri yıkmak ve boyunduruk altına almanın da benzer yolları vardır. Hepsi Türkiye’de, üstelik son yıllarda denenmiştir. Küresel kapitalizmin merkezleri, dünyanın diğer ülkelerinde tek tek deneyip başarılı oldukları yöntemleri sırayla, üstelik bazen birkaçını aynı anda Türkiye’de sahneye koydular. Başarılı olamadılar. 

Doğrudan müdahalede bulunmadan da bir ülkeyi kontrol altına almak onlar için olanaklıydı.  Bunun yolları belliydi: 

1. Ülke içinde etnik çatışmaları körüklemek. Yugoslavya’da başarılı olan bu yöntem Türkiye’de barış süreciyle boşa çıkarıldı.

2. Etki ajanları aracılığıyla gerilim yaratılıp kukla generallere darbe yaptırmak. Bu formül Mısır’da denenip başarılı olabildi. Ama Batı’nın çok yönlü manevralarına, hatta bazı generalleri ‘ABD think tankları’nın senaryolarına katma çabalarına rağmen darbe senaryosu bu kez Türkiye’de sonuca ulaşamadı.

3. Değişik kesimlerden eylemcileri  meydanlara toplayıp  halkın seçtiği ama Batı’nın beğenmediği bir hükümeti turuncu devrimle bertaraf etmek. Tehditle dayatılan  bir anlaşmayı imzalamak istemeyen Ukrayna hükümeti bu yöntemle düşürüldü. CNN, BBC, Reuters gibi medya organlarının hazır bulundukları tertiplerle sahneye konulan bu bildik senaryo Türkiye’de çöpe atıldı.

4. Ekonomik baskıyla, haksız not indirimleriyle, finans oyunlarıyla ülkeleri destabilize etmek. Venezüella’da, İran’da, Kıbrıs olayından sonra ülkemizde  ve daha nice ülkede başarılı olan bu taktik, dinamik ekonomisiyle, girişimci ve çalışkan insanlarıyla direnen  yeni Türkiye’de fos çıktı.

5. Gerçek veya gerçek dışı, haklı veya haksız  tarihsel sorunları gündeme getirip kampanyalarla ülkeleri itibarsızlaştırmak, izole etmek. Her yıl 24 Nisan’da 1915 olaylarını gündeme getirip birkaç milyarlık daha silah pazarlamak isteyenlerin kurnazlığını Türkiye vicdanlı tutumuyla boşa çıkardı.

6. Scientology, Falun Gong, Moon tarikatı  gibi dinsel görünümlü  örgütleri kullanarak ülkelerin yargı kurumlarına, bilim merkezlerine, etki odaklarına sızmak, sabotaj yapmak. Örneğin Kore’de başarılı olan bu taktik F tipi ajanlara direnen sağlam iradeyle Türkiye’de akamete uğradı.

Şimdi, global odaklar diz çökertemedikleri Türkiye’nin  direnişini önemsiz göstermek  için bahaneler aramaktalar. Bu çerçevede Türkiye’de bir diktatörlüğe gidiş iddiasında bulunuyorlar ve medya özgürlüğünden söz ediyorlar. Bu, kendi başarısızlıklarını örtbas etme çabasından başka bir şey değildir.   

‘Tüm bindirilmiş kıtaları Taksim’e topladık, oligarşinin olanaklarını açtık, milyarder ayı avcılarını yalılarından kaldırıp meydanda poz verdirdik, olmadı. Yargı darbesi düzenledik, kaset, video, şantaj, montaj yaptık, diplomatik temsilcimiz bile militanlaştı, yine olmadı.’  …Düşünceleri budur. Kendilerine mazeret bulmak zorundalar. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kürt savaşı sürerse demokrasi mi gelir?

Onlar, Erdoğan’la barış müzakeresi yapılmasını anlamlı bulmuyorlar. Peki Kürtler kiminle görüşecekler? 30 yıllık savaş, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde büyük tahribata neden oldu. Türkiye’nin batısındaki ruh halini de bozdu ve gergin bir toplumsal kültür oluştu. Şiddet, gündelik hayatımızın kaçınılmaz bir parçası haline dönüştü. 

Savaş, taraflara, ekonomik, siyasi ve toplumsal rant sağlamanın yanı sıra bir iktidar biçimi de oluşturdu. Elinde silah olan taraflar, toplum üzerinde anti-demokratik bir egemenlik kurdular. Kürt savaşının temel nedeni, kimlik inkârıydı. Her isyan, daha büyük mağduriyetlere neden olmuş, Türkiye’deki yönetimin daha da otoriterleşmesini beraberinde getirmişti. PKK’nın 1984 yılında başlattığı silahlı ayaklanma, bu isyanların en uzun süreni ve en yıpratıcı olanı. Kürtler, her zaman olduğu gibi bu ayaklanmada da büyük kayıplar verdiler. Bu kez, devlet ve Türkiye’nin batısı da ağır kayıplara uğradı. İsyan, askeri yollarla bastırılamadı. Askeri yöntemler Kürtlerin daha büyük çoğunluğunun isyana doğrudan ve dolaylı katılmasına yol açtı. Müzakere dönemi  her savaş gibi, bu savaşın da sonu geldi. İki taraf da sorunun diyalog ve müzakere yoluyla çözülmesi konusunda makul bir ortam içine girdi. Şu anda ikinci aşamadayız. Barışın yasal zemine oturması ve Kürtlerin taleplerinin bir demokratik sistem içinde şekillenmesi arayışı içindeyiz.  Demokratların, aydınların, liberallerin yıllardır istediği bu değil miydi? Kürtlerin haklarının verilmesiiçin, meselelerin masa başında ele alınmasını istemiyor muyduk? 

Yol ayrımı Gariptir ki aydınların, liberallerin, demokratların bir kesimi, Kürtlerin savaşı sona erdirmesine sevinemediler. “DevletinPKK ile diyaloğu, Türkiye’nin demokratikleşmesi sürecini sekteye uğratacak” iddiasıyla ortaya çıktılar.  “Özgürlük olmadan barış olmaz”, “Demokrasi olmadan barış olmaz” diyerek görüşmelere, uzlaşma ortamının oluşmasına karşı çıktılar. Onlara göre Tayyip Erdoğan’la barış sağlamak mümkün olamazdı. Çünkü o, demokrat değildi; Erdoğan’la yapılacak olan her uzlaşma, onun diktatörlük eğilimine destek vermek anlamına gelecekti. 

Önce küçük itirazlarda bulundular. Olmadı, Kürtlerin aralarındaki çelişmelerden çatışma umudu doğabilirdi. “Kandil İmralı’yı dinlemez” söylemi, bir dönem temel beklentilerinin başında geliyordu. “Çatışma mı istiyorsunuz?” denilince çok öfkeleniyorlar ama bazı yazılardan, ‘savaş sürse fena olmaz’ duygusunu ediniyorum. “Kürtler, Türkiye’deki demokratikleşme çabalarını desteklemiyor” derlerken ne demek istiyor olabilirler? Kürtlerin son dönemde yaptıkları, asıl olarak barış sürecine asılmak. İç çatışmayı tırmandırmak isteyen ve buradan ‘darbecisonuçlar’ çıkarmak isteyen bir muhalefet tarzından uzak durmak. Kürtler, kendilerine uzak olduğunu bildikleri milliyetçi cepheye; açıkçası, CHP omurgasında örgütlenen ve siyaset dışı öyöntemleri tercih eden muhalefet tarzına itibar etmediler. Çatışma isteyenlere, onlar dağlardan ve kentlerden silah sıkarak katılsalar ne yapacaktık?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hüseyin Yayman: Turgut Özal ile Tayyip Erdoğan arasındaki on fark…

Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça Erdoğan, Özal; AK Parti, ANAP mukayesesi yapılıyor. Tabii ki iki lider de ‘aynı dağın yeli ve aynı sazın teli’ bir gelenekten geliyor. Birbirinin devamı olan bu isimlerin pek çok benzerlikleri ve birçok farklılıkları da var. İşte o farklar:

1. Özal bürokrattı, Erdoğan doğuştan siyasetçi: Turgut Özal, mühendislik fakültesini bitirince bürokrasiye girdi ve en tepeye kadar yükseldi. DPT ve Başbakanlık Müsteşarlığı yapan tek başbakan ve cumhurbaşkanı oldu. Arada özel sektörde çalıştı, Dünya Bankası’nda görev aldı. 1977 seçimlerinde MSP İzmir adaylığı dışında ANAP’ı kurana kadar siyasetin dışında kaldı. 1983’te Başbakan olduğunda 56 yaşındaydı.

Tayyip Erdoğan ise doğuştan siyasetçi. Öğrencilik yıllarından itibaren MTTB ve MSP gençlik örgütlenmelerinde yer aldı. Sırasıyla Refah Partisi’nin Beyoğlu İlçe Başkanı, İl Başkanı oldu. İstanbul Belediye Başkanı olduğunda 40 yaşındaydı.

2. Özal dört eğilimi birleştirdi, Erdoğan yeniden tanımladı: Özal mühendis rasyonalitesiyle dört eğilimi birleştirip ANAP’lılık kimliği inşa etmeye çalışırken, Tayyip Erdoğan kimyagerlik yaptı. Erdoğan, merkez sağ seçmene yeni bir kimlik vererek politik mühendislik yaptı. Elli yıl sonra DP’ye yeniden ruh verdi.

3. Özal 3, Erdoğan 6 seçim kazandı: Turgut Özal, 1983, 1987 genel ve 1984 yerel seçimlerini kazandı. İki referandum kaybetti. 1989’da Köşk’e çıkarken ANAP’ın oyu yüzde 20’ydi. Tayyip Erdoğan ise girdiği tüm seçimleri kazandı. Dünyada eşine az rastlanır biçimde 3 genel, 3 yerel seçim ve iki referandumu kazanarak ‘seçim sihirbazı’ olduğunu kanıtladı. RP döneminde keşfettiği ‘politik çatışmayı’ kaldıraç olarak kullandı ve cephe siyasetini başarıyla yürüttü.

4. Özal’ın rakibi Demirel’di, Erdoğan’ın rakibi yok: Özal, Demirel’in DPT ve Başbakanlık Müsteşarlığını yaptı. Aralarında önce ağabey-kardeş ilişkisi vardı. Sonrasında ise sert siyasal rekabet oldu. Demirel, Özal’a ‘tapulu arazime gecekondu yaptırmam’ dedi ve Çankaya’dan indirmek için mücadele verdi.

Erdoğan ise merkez sağ seçmeni AK Parti çatısı altında toplayarak bu alanda rakipsizliğini ilan etti. Zaman içinde kendisine rakip olabilecekleri de yanına aldı. Merkez sağ bloğun tek adresi oldu.

5. Özal’ı askerler, Erdoğan’ı siyasal krizler getirdi: Turgut Özal’ı bulunduğu makamlara biraz kader, biraz konjonktür biraz da askerler taşırken, Erdoğan engelli koşuda birinci oldu. 12 Eylül 1980 darbesi olmasa Özal belki de emekli olacak ve köşesine çekilecekti. Tayyip Erdoğan ise gençlik kolları, ilçe başkanlığı, il başkanlığı macerası sırasında engell(emel)eri aşarak ve yasaklamalarla çarpışarak zirveye çıktı.

6. Özal Amerikanvari, Erdoğan Türk tipi yöneticidir: Partisine, rakipleriyle ilişkilerine ve kampanyalarına bakıldığında Özal, Amerikanvari bir siyasetçiydi. Siyasi yasakların kalkmasıyla ilgili düzenlenen referandumda ‘No’ yazılı tişörtler giydirmesi, Cumhurbaşkanı olduğunda şortla karakol denetlemesi akıllara gelen ilk örneklerdir.

Tayyip Erdoğan ise daha çok Türk tipi bir başbakan olarak hafızalara kazındı. Ailesini ve özel yaşamını medyadan uzak tutu. Özal’a göre daha muhafazakâr bir profil çizdi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız