Solcuların Amerika’ya yıldırım aşkı

Olaylar
Akşam’dan Kurtuluş Tayiz, Kayahan Uygur,  Turgay Güler; Yeni Şafak’tan Akif Emre, İsmail Kılıçarslan, Müfit Yüksel, Mehmet Şeker, Ali Bayramoğlu; Star’dan Ahmet Kekeç, Engin Ard...
EMOJİLE

Akşam’dan Kurtuluş Tayiz, Kayahan Uygur,  Turgay Güler; Yeni Şafak’tan Akif Emre, İsmail Kılıçarslan, Müfit Yüksel, Mehmet Şeker, Ali Bayramoğlu; Star’dan Ahmet Kekeç, Engin Ardıç, Mahmut Övür bugün neler yazdı?

Turgay Güler: Ekrem Dumanlı, varsa o makbuzu gösterebilir misin?

Fethullah Gülen, Ekrem Dumanlı’ya verdiği röportajda “Hayatımda hiçbir zaman iki ceketim olmadı” demişti. 

Demişti de yer gök inlemişti! 

O sözleri tarihe geçti! 

Maalesef böyledir bu işler; attığınız her adımda karşınıza çıkarıverirler o sözlerinizi. 

Mesela onlarca kişiye yüzlerce dava açarsınız, bu davalar için yüz binlerce lira para yatırırsınız; “Bir ceketin iki cebine bu kadar para nasıl sığar?” diye sorarlar adama. 

Sorarlar! 

Amerika’da gazetelere IŞİD için yüz binlerce dolarlık ilan verirsiniz, yine sorarlar. 

Sonra Google’a girerler, görsellerde arama-tarama yaparlar, onlarca farklı ceketli görüntü bulurlar! 

Bulurlar; öyledir bu işler. 

Biz gelelim şimdi asıl meseleye. 

Bir fakirlik edebiyatıdır gidiyor. 

Biri der ki ceketim yok, öbürü der ki evim yok, bahçem yok. 

Sanırsınız ki bir dilim kuru ekmeğe muhtaçlar. 

Ekrem Dumanlı’dan söz ediyorum, o da bu kervana katıldı. 

Diyor ki: 

“Benim de dünyada bir tek evim, bahçem yok.” 

Hadi fazlasını da ben söyleyeyim; Dumanlı Başakşehir’de bir sitede kirada oturuyormuş! 

Neyse. 

Ekrem Bey bu sözleriyle kamuoyunda “ben fakirim” algısı oluşturmaya çalışıyor. 

Ama gerçeği o cümlelerinin içerisinde ustaca saklıyor. 

Dumanlı “benim de dünyada bir tek evim, bahçem yok” cümlesinin peşine şunu bağlıyor. 

 “Bunu bir fedakârlık olarak söylemiyorum, hayat tercihidir benim için”. 

Oldu mu şimdi Ekrem Bey? 

Bu şu demek; param var ama… 

Ne yazık ki bazı dostlar da bu “algı operasyonuna” kurban gidip Ekrem Dumanlı’nın fakir edebiyatına alet oldular. 

Sonrasında kurduğu ikinci cümleyi göremediler. 

Oysa asıl irdelenmesi gereken o ikinci cümleydi. 

Yani “tercih” meselesi. 

Sorulması gereken gerçek soru şuydu: 

“Tamam, ev-bahçe almıyorsun da kazandığın paraları ne yapıyorsun”? 

Vaktiyle Cağaloğlu’nda biraz safça bir delikanlı vardı. Boynunda tablayla çiklet satar, almayana da çıkışırdı: 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kurtuluş Tayiz: Tehditler savurma yerine diplomasi yapın

Çözüm sürecinin tarafı olan KCK’lı yetkililerin son günlerde yaptıkları açıklamaları takip ediyorum; demeçlerinde şantaj var, tehdit var, hakaret var ama aklı başında tek bir cümle yok. Türkiye devleti ile masaya oturan bir hareket olmalarına karşın hâlâ eski silahlı örgüt dilini kullanıyorlar. Ne siyaset kanallarını kullanabiliyorlar ne diplomasi yapabiliyorlar. Masaya akıl ürünü bir proje getirdikleri yok; sadece öfkeleri var, bir de masaya koydukları silahları… 

Kandil, İmralı ve hükümet arasında mekik dokuyan, aracılık yapan HDP’lilerin heybesinde de KCK’lı yöneticilerin savurduğu tehditten başka bir şey yok. HDP’li heyet, Kandil’den sürekli tehdit ve şantaj dolu mesajlarla Ankara’ya dönmek zorunda kalıyor. İki yıldır silahları konuşturmuyorlar ama diplomasi de yapmıyorlar. Ellerinde silah öylece bekliyorlar. Dağda saplanıp kalmışlar eski önyargılarına. Ne politika üretiyorlar, ne eski politikaları gözden geçiriyorlar, ne yeni bir fikir ortaya atıyorlar. 

Bu darlıkları yüzünden Mesud Barzani’yle bile aralarını açtılar. Türkiye’nin Kürtlerin birleşmesini istemediğini savunuyorlar ama hükümet PYD ve Barzani’nin arasını yapmak için bir süre önce taraflara aracı bile gönderdi. Onlar ne yaptı dersiniz? IŞİD’in Erbil’e saldırdığı en kritik zamanda, PKK ile Barzani arasında buzların erimeye başladığı sırada KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık, çıkıp peşmergeyi aşağılayarak, Barzani’ye ağır suçlamalarda bulunarak bu yakınlaşmayı sabote etti. Biraz siyaset bilen bir örgüt yöneticisi böyle bir politik hata yapar mı? Tehdit, suçlama, aşağılama dili sadece Türkiye’deki çözüm sürecini etkilemiyor, Kürtlerin birliğine de mal oluyor. Rojava’da PYD’nin yalnız başına kalması da bunu yeterince gösteriyor mu? 

Kürt hareketi, Türk hükümetine ve Barzani’ye ciddi eleştiriler yöneltebilir. Ama diplomasi ve siyaset dilini kullanmadan hiçbir problemi çözemez. Sıkıntılar, şikâyetler ancak politik hamlelerle, yeni taktiklerle, açılımlarla aşılır; akıldan yoksun tehditler Kürt hareketine fayda getirmez, daha fazla zarar verir. 

Rojava’daki sorunu aşmak için hükümeti sürekli tehdit etmek bir işe yaramaz. Kobani’deki sıkışmışlık ancak akılcı manevralarla aşılır. Batı’yla yeniden yakınlaşma gündeme alınabilir, Türkiye’ye değişik öneriler getirilebilir veya Barzani ile yaşanan sorunları tamir etme yoluna gidilebilir. IŞİD gibi Amerikan silahlarına sahip olmadığına göre PYD ve KCK’nın yapacağı en doğru şey tehdit savurma yerine masaya siyasi önerilerle gelmektir. 

KCK’nın şikâyetleri arasında çözüm sürecinin ilerlememesi, bir üst aşamaya geçmemesi de önemli bir yer tutuyor. Peki “çatışmasızlık bitti, eylül sonunda savaşı başlatıyoruz” tehdidiyle hükümet adım atar mı? Hükümet çözüm sürecini baskıyla yürütebilir mi? Bence atacağı adımlar varsa bile bu tehditler nedeniyle onu da atmaz, erteler. Hükümet içte ve dışta kendini neden zaaf içinde göstersin? Tehdide boyun eğerek kendi imajını neden beş paralık etsin? 

Politikada sert çıkışlar yapmanın, bazı kozları masaya sürmenin elbette yeri vardır. Ancak bunun dozu kaçtığında tehditler ters teper ve en büyük koz bile politikacıların elinde işlevsiz hale gelir. Kürt hareketinin daha fazla siyaset üretmesi, daha fazla diplomasi yapması ve daha az tehdit savurması daha doğru olur. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kayahan Uygur: Solcuların Amerika’ya yıldırım aşkı

Elinde kırk yıldır okuyadurduğu Lenin, Mao kitapları, parkası kızıl yıldızlı gerilla liderinin Irak ve Suriye’de sivil halkı bombalayan ABD uçaklarını alkışlamasına şahit olduk. Ortaöğretimdeki başörtüsü serbestisini ‘kafa kesme özgürlüğü de yakındır’ şeklinde manşetten vererek Batılılardan aferin almaya çalışan devrimcileri  gördük. Kadıköy çarşısında ‘Işid’e karşı Kobani-Gezi el ele’ diye pankart asan  solculara rastladık.  Şaşırmak mı gerekir? Hayır. Bu ABD sevgisi, kapitalizm karşısında bu  yaltaklanma  Türk veya Kürt sadece Türkiye solcularına mı özgüdür? Hayır. Daha önce de vurguladığımız gibi sol, her ne kadar kendini muhalif olarak tanıtsa da kapitalizmin hizmetinde bir akımdır. 

Kapitalizm,  alt ve üst yapısıyla, ekonomik temeli, kültürü ve yaşam biçimiyle bütünlüklü bir sistemdir. Sol, kapitalizmin yaşam biçimini militan bir şekilde savunmasıyla kendini sağdan ayırır. İşçilerin sömürülmesine karşı çıktığını iddia ederek de  kendini gizlemeye çalışır. Oysa ücretli işçilik veya İslam uygarlığındaki adıyla ecir sistemi zaten başlı başına kapitalizmin kendisidir. Solun verdiği mücadele sadece teknolojinin gelişmesine ve sonuçta emeğe olan ihtiyacın azalmasına yol açar ki bu da solun sisteme verdiği başka bir hizmettir. 

Kapitalizm iki yüz yıl önce ortaya çıktığından beri merkez ülkeler ve çevre arasında sürekli gerilim olmuştur. Merkez ülkeler, kapitalizmi dünyaya kan ve ateşle kabul ettirmişlerdir. Aynı zamanda kapitalizmin teknolojiyi geliştiren, içi boş fakat parıltılı yönlerine vurgu yaparak çevre ülkelerdeki aydınları etki altına almışlardır. Bu çevre ülkelerde kapital ve kapitalist bulunmasa da işte bu aydın kesimlerden Marx’ın deyimiyle ‘kapitalizmin fikir çavuşları’ devşirilmiştir. 

Rusya, Çin, Vietnam, Küba gibi ülkelerde iktidarı devrim adını verdikleri darbe veya terörle ele geçirenler, olmayan sermaye birikimini esir kampı yöntemleriyle zorla yaratmak, oluşmamış kapitalizmi de  devlet kapitalizmiyle ortaya çıkarmak  görevini üstlenmişlerdir.   Fikir ve hayat tarzı bakımından ise bu çavuşlarla onların New-York ve Londra’daki benzerlerinin hiçbir farkları yoktur. Hepsi ‘aydınlanma’nın çocuklarıdır.   İşte bu nedenle Cumhuriyet  eliyle palazlanmış Türk oligarşi mensuplarıyla Gezi’deki çapulcu solun el ele vermesi tesadüf değildir. Yine bu nedenle, eğer açık bir CHP-PKK  işbirliğiyle karşılaşırsak bu da şaşırtıcı olmayacaktır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Akif Emre:Yahudilerin tarihsel travması

Ortadoğu’nun boynuna asılı yaftada okunan cümlelerden bazıları: Radikal İslamcı şiddet, insanlara dini yaşam tarzının zorla dayatılması, dini kuralların zorla hayata geçirilmesi, insanları dini kurallara uymaya zorlamak…

Bu cümlelerin bolca kullanıldığı ve şiddet içerikli görüntülerle desteklenen olayların dünyayı ayağa kaldırdığı sırada Londra’da çıkan bir haber fazla etki yapmadı. Londra’nın Stamford Hill bölgesinde bir dinî grup, inançları gereğince kadınların caddenin belli bir tarafının dışındaki yerleri kullanmalarını yasaklayan afişler asmış. Kadın ve erkek ayrımının çok rijit olduğu bu dini grubun görüşüne göre yolda iki cinsin karışmaması, karşı karşıya gelmemesi için kadınların yolun bir tarafında yürümeleri isteniyor. Hackney Belediyesi bunun kabul edilemeyeceğini açıklayarak afişleri kaldırmış. Ancak haberden dünyanın en önemli metropollerinden biri olan Londra’da, şehrin merkezinde bir bölgede, afişlerin ne kadar asılı kaldığı, belediyenin neden buna göz yumduğu, afişleri asanlara herhangi bir yasal işlem yapılıp yapılmadığı hakkında bir fikir edinemiyoruz. Üstelik Ortadoğu’da radikal dinci bir harekete karşı askeri koalisyona katılan İngiltere’nin başkentinde, seküler toplum hayatını tehdit eden bir tehlike olarak algılanıp algılanmadığı, eğer algılandı ise ne tür tedbirler alındığı yönünde de bir fikir sahibi olamıyoruz. Habere konu olan afişlerin asılı olduğu semtin ismini duyar duymaz bir zamanlar ikamet ettiğim, Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı semte doğru yola çıktım adeta…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ali Bayramoğlu: İki mesele: Sünni siyaset ve Kürt sorunu

Türkiye’yi de yakından ilgilendiren, önümüzdeki on yıllarda Ortadoğu’ya her anlamda damga vuracak iki büyük bölge meselesi var.

İlki ‘Sünni siyaset’ meselesidir.

Arap Baharı’yla karşımıza çıkan bu mesele, Kuzey Afrika’dan güney sınırlarımıza uzanan Sünni bir alanda, ‘toplum-siyaset ilişkileri’nin yeni bir ivme kazanmasına işaret ediyor. Bu çerçevede bölgede siyasi rejim formatları değişiyor, en azından, sarsılıyor ya da evriliyor. Baskı altında tutulan toplumsal bir enerji açığa çıkarken, bu enerjinin İslami niteliği üzerinden siyaset ve din arasında yeni temaslar yaşanıyor. Bu temaların içerdiği yeni siyasi biçimler, bunlar arasındaki farklılaşma ve çatışmalar ortaya çıkıyor.

Körfez’de hüküm süren mutlakiyetçi rejimler, el Nusra, IŞİD gibi Selefi hareketler, İhvan-Hamas gibi ılımlı ve potansiyel olarak çoğulculuğa dönebilecek diğerleri arasındaki farklılaşma, hatta dolaylı çatışma, bölge dışı güçlerin bu farklılıklar üzerine oynadıkları ‘çıkar bahisi’ bu gelişmenin somut ifadeleri.

Tüm bunlar bugünden yarına belirleyici olacak bir çizgiye işaret etmektedir.

‘Hangi biçim, hangi dengelerle, hangi siyasi format nerede galebe çalacak, bunlar siyasi güç dengelerini, kendi siyasal çevrelerini, İslami hareketleri nasıl etkileyecek’ soruları gelecek ve stratejik düşünce için hayatidir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İsmail Kılıçarslan: Gönüllü ihanet

Gazze’nin bombalandığı günlerdi. TVNET ekranlarında ramazan programı sunuyordum. O günkü konuğum TİKA Başkanı Serdar Çam idi. Şöyle demişti: ‘Gazze’de şehit vermeyelim, insan kaybetmeyelim yeter. Maddi hasarlar sorun değil. Çünkü İsrail’in yakıp yıktığı yerleri onarıp yeniden ayağa kaldırmamız Allah’ın izniyle ve devletimizin imkânlarıyla çok az vaktimizi alacaktır. Onlar yıkmayı bilir, biz ise yapmayı.’

Programdan sonra Serdar Çam, Gazze’den gelen ve tüm tedavileri TİKA tarafından karşılanacak yaralıları bizzat karşılamak için havaalanındaydı. Yaralıların Türkiye’ye getiriliş öyküsünü anlatırken gözlerinde ‘başarmış olmanın’ o muazzam pırıltısı vardı.

O gün bir kez daha, TİKA’nın Türkiye’nin en önemli kurumlarından biri, belki de birincisi olduğunu düşünmüştüm. Hala da o kanaatteyim.

Nedir Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı; yani TİKA? 32 ülkede koordinatörlüğü bulunan, 100’e yakın ülkede faaliyet yürüten bir ‘insani kalkınma’ ajansıdır. Son 12 yılda dünyadaki pek çok benzerlerine her bakımdan fark atmış bir yapıdır.

Peki, ne iş yapar? Öncelikli hedefi ‘kalkınma odaklı proje’ yürütmektir. Mesela Pakistan’ın üç köyünde ‘sulama kanalı’ açar, köylülere ‘sulu tarım eğitimi’ verir. Artık o üç köyün makûs talihi yok edilmiştir. Mesela Bosna’nın bir kasabasında ‘kilim dokuma atölyesi’ açar. 80 kadının çalıştığı bu atölye, işsizlik ve fakirlikle inleyen bu kasabayı Bosna’nın neredeyse en zengin kasabası haline getirir. Fakir nehir balıkçılarına alabalık çiftliği kurmaktan dağ köylülerine arı kovanı temin etmeye, yarım kalmış fabrika projelerinin tamamlanmasından Afrikalı işsiz gençlerin istihdamına yönelik meslek edindirme kursları açmaya kadar duyduğunuzda ‘bir Türkiyeli olarak göğsünüzü kabartacak’ pek çok gerçek öykünün başrolünde TİKA vardır.

Nerede bir ecdat yadigârı varsa orayı restore edip ayağa kaldırmayı da görev bilir TİKA. Bosna’da, Karadağ’da, Makedonya’da, Kosova’da, Sırbistan’da onlarca camii, medrese, han, hamam restore edilmiş, kapılarına Türk bayrağı ve TİKA logosu asılmıştır.

Bu muazzam öyküler, kendi kirli amacına ulaşmak için ülkesine ihanet etmeyi… Bırakın ülkesine ihanet etmeyi, bu amaca ulaşmak için insanlık ailesine ihanet etmeyi ‘gönüllülük esası’ ile yapan birilerini elbette rahatsız edecektir. Ne bekliyorduk ki?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Müfit Yüksel :İdeolojik İslamcılık/Selefilik ve dindar Müslümanlık

19. Yüzyıl Batı’da, İdeoloji Çağı olarak nitelendirilmiştir. Klasik Batı düşüncesi, Aristo’nun kategorilerine dayanan bir anlayış çerçevesinde tarihi ve düşünce tarihini kalsifikasyonlara tabi tutar. Ortaçağ olarak nitelendirdikleri dönemi inanç/iman çağı (The Age Of Blief), Rönesansı, Serüven Çağı (The Age Of Adventure), 17. Yüzyılı, Rasyonel Akıl Çağı (The Age Of Reason), 18. Yüzyılı Aydınlanma Çağı (The Age Of Enlightenment), 19. Yüzyılı İdeoloji Çağı (The Age Of İdeology), 20. Yüzyılı ise Analiz Çağı (The Age Of Analysis) olarak nitelendirmişlerdir. Ethnocentric bir yaklaşımla yapılan bu kategorizasyona göre 19. Yüzyılda İdeolojilerin, İdeolojik sistem teorilerinin zirve yaptığı bir dönemdir. Aydınlanmacı düşünce akımlarının ve Batı Avrupa’daki ekonomik ve siyasal-toplumsal değişimlerin , bahusus 1789 Fransız Devrimi, sonucu olarak ideolojilerin yükselişi söz konusu olmuştur.

Batı Avrupa’nın Cartesian düşünce ile paralel olarak, coğrafi keşifler, sömürgeciliğin yükselişi sonrasında güç kazanması, uzak denizlerde hakimiyet tesis etmesi bütün uzanımlarıyla dünya üzerinde sürekli artan bir nüfuz sağlaması, Müslüman Dünya’yı da etkisi altına almış, zamanla âlem-i İslâm’ın askeri yenilgiler ve toprak kaybıyla başlayan çöküşünü hızlandırmıştır. Özellikle, Batı Avrupa ile coğrafi ve güç anlamında âlem-i İslâm nâmına karşı karşıya olan Osmanlı Devletinin, yenilgi ve Avrupa’daki toprak kayıpları ile başlayan zevâli aynı zamanda batılılaşmanın başlangıcını da teşkil etti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ali Bayramoğlu: İki mesele: Sünni siyaset ve Kürt sorunu

Türkiye’yi de yakından ilgilendiren, önümüzdeki on yıllarda Ortadoğu’ya her anlamda damga vuracak iki büyük bölge meselesi var.

İlki ‘Sünni siyaset’ meselesidir.

Arap Baharı’yla karşımıza çıkan bu mesele, Kuzey Afrika’dan güney sınırlarımıza uzanan Sünni bir alanda, ‘toplum-siyaset ilişkileri’nin yeni bir ivme kazanmasına işaret ediyor. Bu çerçevede bölgede siyasi rejim formatları değişiyor, en azından, sarsılıyor ya da evriliyor. Baskı altında tutulan toplumsal bir enerji açığa çıkarken, bu enerjinin İslami niteliği üzerinden siyaset ve din arasında yeni temaslar yaşanıyor. Bu temaların içerdiği yeni siyasi biçimler, bunlar arasındaki farklılaşma ve çatışmalar ortaya çıkıyor.

Körfez’de hüküm süren mutlakiyetçi rejimler, el Nusra, IŞİD gibi Selefi hareketler, İhvan-Hamas gibi ılımlı ve potansiyel olarak çoğulculuğa dönebilecek diğerleri arasındaki farklılaşma, hatta dolaylı çatışma, bölge dışı güçlerin bu farklılıklar üzerine oynadıkları ‘çıkar bahisi’ bu gelişmenin somut ifadeleri.

Tüm bunlar bugünden yarına belirleyici olacak bir çizgiye işaret etmektedir.

‘Hangi biçim, hangi dengelerle, hangi siyasi format nerede galebe çalacak, bunlar siyasi güç dengelerini, kendi siyasal çevrelerini, İslami hareketleri nasıl etkileyecek’ soruları gelecek ve stratejik düşünce için hayatidir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Şeker: 

Neşet Ertaş yazılır ‘Neşe, dert, aşk’ okunur

İki yıl önce kaybettiğimiz muhteşem insan Neşet Ertaş’ın hayatı, Devlet Tiyatroları tarafından bu yıl sahneye aktarılacak.

Henüz hangi sahnede oynanacağı açıklanmadı.

Şirin Aktemur tarafından yazıldığını biliyoruz.

Ve heyecanla bekliyoruz.

***

‘Neşet Ertaş yazılır, neşe, dert, aşk olarak okunur’ demiş bir güzel insan.

Kim dediyse, helal olsun.

Çok güzel söylemiş.

Oyunun adı da ‘Neşe, Dert, Aşk’ olacak.

Devlet Tiyatroları bünyesinde bu kararı vereni, alanı, yazanı, oynayanı, yöneteni, seyredecek olanı şimdiden tebrik etmek isterim.

Değerli bir okurumuz, ‘İsmi okundukta, bir yerlerde bırakılan izlere neşeyle, dertle, aşkla geri döndürür.

İsmi anıldıkta, bir başkasının hatırası da onunla gelir, güler, gider…’ diye not düşerek haber verdi, sağ olsun.

***

‘Yazımı kışa çevirdin, karlar yağdı başa Leylam

Viran oldu evim yurdum, ne söylesem boşa Leylam

Her an gözümde perdesin, nere baksam sen ordasın

Mevlam ayrılık vermesin, gökte uçan kuşa Leylam’

Bendeniz bu satırları yazarken, rahmetli üstadın bu eserini dinledim.

Size de tavsiye ederim.

Galiba insanları, çalıp söyleyenler ve dinleyenler olarak ikiye ayırmak mümkün

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Kekeç:

Kötü niyetlisiniz, sizden her melanet beklenir!

Başörtüsü yasağının kaldırılması doğal olarak muarızlarını üretecekti. Nitekim üretti. 

Sol kesimin gazete ve televizyonları kararı eleştiren yayınlar yaptılar.

Bekleniyordu.

Beyaz Türk kesimi hop oturup hop kalktı. 

Bu da bekleniyordu.

Hatta bir sol gazete (“Halkın gazetesi” iddiasıyla çıkan bir sol gazete) daha da ileri gitti: Başörtüsü kararını “kafa kesme özgürlüğünün” ilk adımı ilan eden bir manşet attı. Türkiye Cumhuriyeti devletiyleIŞİD arasında ilişki mi arıyorduk? İşte size ilişki… Bugün başörtüsünü ortaöğretime sokanlar, yarın kafa kesme özgürlüğünü savunacaklardı; yani kafa kesme özgürlüğü isteyenlerin taleplerini karşılayacaklardı…

Böylesine özensiz ve pespaye yayınlar.

Bu yaklaşımı biliyoruz… Bu tarz siyaseti de biliyoruz ve artık alıştık…

Militarist alışkanlıklarla kuşatılmış Türkiye’de yapılan değişiklikler hiçbirinin vicdanında makes bulmadı, bulmayacak…

Beni asıl şaşırtan, “özgürlüklerden yanaymış gibi” görünenlerin tepkisi oldu.

Sırası mıymış yani başörtüsünü okullara sokmanın?

Başörtüsü özgürleştiriliyormuş ama sair alanlarda yasaklar devam ediyormuş.

Başörtüsü özgürleştiriliyormuş ama korkunç bir baskı rejimi hüküm sürüyormuş.

Ne oluyormuş mesela?

Kürtlerin talepleri karşılanmıyormuş. Alevilere hakları verilmiyormuş. Basın rahat bırakılmıyormuş. Dindar olmayanların özgürlüğü dikkate alınmıyormuş. Müthiş bir hürriyetsizlik hâkimmiş. Varsa başörtüsüymüş, yoksa başörtüsüymüş…

Başka ülkelerde durum nedir bilmiyorum ama “nefret” bizde tek ve geçerli siyaset yordamı olmaya başladı.

Daha önce de yazmıştım:

Nefret, “zehirli” bir duygudur.

Patolojik bir haldir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: Batıyormuşuz abi

Muhalefetin akım derken başka bir şey demesine bayılıyorum. Hani “MHP ile ittifak yürümeyince HDP ile ittifak aramak” gibi bir şey bu.

En çok da muhalif amigoların yalpalarını seviyorum. Psikopat bedduasıyla “Tayyip ölecek” sandılar, bir türlü ölmediğini görünce sustular. Bu ölecek lafını yaymaktan utanmayanlar arasında profesörler de vardı, yani çoluğunuzu çocuğunuzu emanet ettiğiniz bilim adamları, hocalar.

Şimdi başka yerlerden vurmaya çalışıyorlar ama tutturamıyorlar. “Ekonomik kriz başladı” diyorlar, azıcık üstlerine gidince “yok yok, başlamadı ama başlayabilir” diye kıvırtıyorlar. 

“Dolar çok düşük, bu kur gerçekçi değil” deyip duranlar, dolar yükselince “ihracat patlama yapacak” diye sevinenler, şimdi lafı çevirip “dolar yükseldi, batıyoruz” türküsünü çağırmaya başladılar.

Doların yükselmesi (dolayısıyla avronun ve altının düşmesi) bizimle hiç ilgisi olmayan bir Amerikan para politikasının sonucu ama onlar doların yükselmesini “Tayyip’ten bilmeye” çalışıyorlar.

Bir süre de “gayrımenkul balonu patlayacak” diye tutturmuşlardı. Çünkü “pis kapitalist” (!) Ali Ağaoğlu para kazanıyordu, batırılması şarttı! (Cumhurbaşkanına vuramıyorsan hemşerisine vur.) 

Çok fazla gayrımenkul yapılıyordu, Türkiye bunu kaldıramazdı. Neydi bu rezalet canım? 

Şimdi okuduk: Konutta satış patlamış. Balon değil, satış.

Ağustos ayında konut satışları yüzde 25 artış göstermiş!

Halkımız harıl harıl ev almaya devam ediyor. Kendileri de itiraf ediyorlar, konut satışları “sıçrama” yapmış… Tapu daireleri dolup taşıyormuş, öyle diyorlar.

Eyvah, Ali Bey ve benzerleri biraz daha kazanacaklar demektir.

Bu konutların yalnızca üçte biri ipotekliymiş, yani öyle Amerikan usulü bir “Lehmann Brothers çöküşünün” tehlikesi de yok.

Konutu patlatamıyorsak başka şeyi patlatalım abi…

Mesela “faşizm geliyor” diyelim.

Fethullah gelemiyor, faşizm gelsin bari.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mahmut Övür: ‘Bu dünyanın vicdanı yok mu?’

IŞİD’in Kürtlerin yaşadığı Kobani’ye saldırmasıyla Suriye sınırımızda ikinci göç dalgasına ve yeni bir insanlık dramına tanık olduk.

Dün, o dramın yaşandığı Ş.Urfa’nın Suruç ilçesine birkaç kilometre uzaklıktaki Kobani sınırındaydım.

Kobani, elimi uzatsam değecek kadar yakınımda. Çevresi terör örgütü IŞİD’ce kuşatılmış ama şehir sessiz.

Bu sessizlik savaş alanında olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Her an silahlar patlayabilir.

Suriye sınırında Kamışlı gibi birçok yerleşim biriminin yakınlığını biliyordum ama Kobani’nin bu kadar yakın olması şaşırtıyor beni.

Bir adım sonrası Kobani.

Bir süre, Türkiye’ye gelip geri dönen Suriyeli Kürtlerin yürüyerek sınırı geçişlerini izliyorum.

Sınırın bu yakası Kobani’den daha hareketli.

İlk günlerde HDP’lilerle polis arasındaki gerginliğin yaşandığı yer burası. Otobüs ve özel araçlarıyla gelen kalabalık bir HDP’li grup sınırda bekliyor.

Polis ve asker de öyle.

Sanki her an gerginlik yaşanacakmış gibi kötü bir hava var. Niye böyle bir hava var doğrusu anlamış değilim. Bir insanlık dramına karşı bile ortak hareket etmeyi başaramıyoruz. HDP’lilerin arasına girip soruyorum: “Ne bekliyorsunuz? Durum ne?”

Beytüşşebap Belediye Başkanı cevap veriyor: “Moral için buradayız ama kaygıyla bekliyoruz.”

Onu anlıyorum da asıl merak ettiğim taşlı sopalı, gazlı- sulu o görüntüler…

Onu sorduğumda belediye başkanı güvenlik güçlerini suçluyor ve bilinen o iddiayı tekrarlıyor: “Türkiye IŞİD’e destek veriyor. Sorun bu.”

Duyumlar üzerine öğrendiklerini sıralıyor. Ama ortada ne siyasi bir bakış açısı var, ne de somut delil.

Oradan uzaklaşıp HDP’li milletvekili ve yöneticilerin yanına gidiyorum. Ertuğrul Kürkçü, Meral Beştaş ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eşbaşkanı Fırat Anlı ile görüşüyorum.

Ayaküstü de olsa Fırat Anlı’ya bu gerginliği ve IŞİD’in önce Erbil’e sonra da Kobani’ye yönelmesinin Kürt siyasi aktörler açısından bir anlamı olup olmadığını soruyorum. Anlı kısa bir cevap veriyor: 

“Günlük siyasi söylemlere bakmayın. Bu projenin arka planında nasıl bir hesap olduğu biliniyor.”

Bu coğrafyada sık sık yaşanan insanlık dramlarının nedeni de bu küresel siyasi hesap. Sınır boyundaki toplanma merkezlerinde bu çirkin hesabın kurbanı olan onlarca yüzle karşılaşıyoruz.

Kobani’den biraz ileride Yumurtalık’ta giriş kapısı ve toplanma merkezi var. Burada AFAD’ın koordinatörlüğünde ilk kayıtlar ve sağlık kontrolleri yapılıyor.

Toz toprak içinde o alana gidiyoruz. Bir yanda canlı yayın araçları, bir yanda AFAD Koordinasyon TIR’ı bir yanda da BM Mülteci Örgütü’nün araçları var.

Tam ortalarında ise çocuklar ve kadınların hatta bebeklerin ağırlıkta olduğu mülteci Kürtler. O manzarayı her gün izlemekle görmek farklı şey. Birkaç parça eşya ve hayvanlarıyla sınıra dayanan bu insanların yüzlerindeki acı ve çaresizlik insanı sarsıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız