Rejim sorunumuz yok demokrasi sorunumuz var

Olaylar
Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu: Türkiye’de demokratikleşme konusunda önemli adımlar atıldı, ama tamamlanmadı. İşte bu yüzden Türkiye ‘melez...
EMOJİLE

Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu:

Türkiye’de demokratikleşme konusunda önemli adımlar atıldı, ama tamamlanmadı. İşte bu yüzden Türkiye ‘melez bir rejim’ olarak tanımlanıyor dünyada… Yani ne demokrasi ne otoriter rejim, ikisinin arasında bir yerdeyiz. Türkiye daha demokrat bir rejime de sahip olabilir, otoriter bir rejime de savrulabilir. O yüzden başkanlık sistemini değil, ki halkın da böyle bir talebi yok, parlamenter sistem içinde daha fazla demokrasiye nasıl ulaşacağımızı tartışmalıyız!

Sonunda beklenen tartışma yeniden başladı. Bu kez tartışmayı başlatan Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ oldu. Kendince olumlu yönlerini sıralayarak; “Türkiye’nin hayrına bir sistem… Güçlü liderler ortaya çıkmasını sağlıyor. Gerçek anlamda yasama ve yürütmenin birbirine karşı bağımsız olduğu başkanlık sistemini tartışmak lazım” dedi. Tartışma bir anda alevlendi.

Üç yılda, üç kez gündeme geldi bu tartışma ve ben de her seferinde bu konuyla ilgili birer söyleşi yaptım.

“Başkanlık sistemi benim kadın olmam kadar zor!”

Yıl 2010… Konuyu liberal demokrat ve muhafazakâr kimliğiyle bilinen Taha Akyol’la konuşmuştum. O söyleşide çok net bir tavır koyan Akyol; “Başkanlık sistemi Türkiye için çok riskli, ülkeyi bölünmeye götürür. Sonumuz Yugoslavya gibi olur” demiş ve muhafazakâr tarzına uymayan bir iddiayla noktalamıştı sözünü; “Fiilen de başkanlık sistemi bize uymaz. Bu benim kadın olmam kadar imkansız bir şey!”

Yıl 2011… Bu kez eski Adalet Bakanı ve Anayasa Hukukçusu Prof. Hikmet Sami Türk’tü söyleşi yaptığım isim. Türk; “Başkanlık sisteminin en iyi uygulandığı ülke ABD” demiş ve hemen ardından önemli bir uyarı yapmıştı; “Ama orada kuvvetler ayrılığı prensibi çok sert biçimde uygulanır. Üstelik 222 yıllık bir anayasaları var. Oysa parlamenter sistemlerde kuvvetler ayrılığı yumuşak uygulanır, hele ki bizim gibi ülkelerde!”

“Peki bu sistem Türkiye’de nasıl işler?” diye sormuştum, cevabı çok kısa ve net olmuştu: “88 yıllık Türkiye Cumhuriyeti anayasal bir padişahlık olur!”

Birkaç ay geçmişti, tartışmalar devam ediyordu, bu kez Bilgi Üniversitesi eski rektörü, siyaset bilimci Prof. İlter Turan’la konuştum. Bir Amerikan deyişiyle girdi söze; “Arıza yoksa tamir etmeye kalkışma der Amerikalılar… Şimdi Başbakan’a sormak lazım, ‘Arıza nedir ki tamir metotlarını tartışmaya açmak istiyorsunuz? Tıkır tıkır işleyen parlamenter sistemde sizi mutsuz eden nedir? Ülkenin ihtiyaçlarını mı karşılayamıyor bu sistem, yoksa sizin siyasi ihtiyaçlarınızı mı?” Aslında cevabı sorunun içindeydi.

“Dünyada mükemmel bir demokrasi yok!”

Bu kez söyleşiyi Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi, siyaset bilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’yla yaptım. Zira Soğuk Savaş’ın ardından tüm dünyada akademik çevrelerde çeşitli network’ler oluşmuş ve başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter sistemle ilgili araştırmalar yapılmıştı. Türkiye’den de Kalaycıoğlu, bu akademik network’lerden birine davet edilmiş ve 1993’ten 2001’e kadar bu çalışma içinde yer almıştı. Çalışma sonunda farklı farklı ülkelerdeki rejimler analiz edilmiş, aksayan ve işleyen yönleri ortaya konmuştu.

Söyleşiye bu sebeple küresel bir değerlendirmeyle başladı Kalaycıoğlu: “Dünyada mükemmel bir sistem, mükemmel bir demokrasi yok. Olma şansı da yok!” Ve devam etti; “Bizdeki başkanlık sistemi tartışması, sadece bazı siyasi liderlerin kariyer hesapları dolayısıyladır. Onun dışında hiçbir gerekçesi yok!” Anlayacağınız üzere, dördüncü söyleşimde de Türkiye’de başkanlık sistemine sıcak bakan yetkin bir görüş bulamadım!

Kalaycıoğlu’nun önemli bir saptaması var; “Türkiye’de parlamenter değil, yarı parlamenter sistem var!” Bu durumu başka bir akademisyenden, yine rejimler konusunda araştırmalar yapan Amerikalı Jose Antonio Cheibub’tan alıntı yaparak açıklıyor: “İster parlamenter, ister başkanlık, ister yarı başkanlık, rejimi ne olursa olsun, bir ülke askeri darbe görmüşse istikrara kavuşmuyor. Dolayısıyla bir rejiminiz varsa onu değiştirmekle uğraşmak yerine, aksayan yönlerini ufak ufak çözmeye gayret edin!”

Bir örnekle açıklıyor bu saptamayı, “Arabanıza her türlü rezil madde katılmış yakıtı koyuyorsunuz, sonra Mercedes yolda kalıyor. ‘Bunu satalım, yerine Ford alalım’ diyorsunuz. Yolunuza Amerikan arabayla devam etmeye kalkıyorsunuz. Ama benzin aynı!..” Yani Kalaycıoğlu’na göre mesele rejim değil, siyasal kültür ve zihniyet meselesi…

Peki çözümü nedir? “Demokratikleşme için tabii ki askeri darbeleri önlemek şart. Ama yapmanız gereken bununla sınırlı değil. Yargı düzelecek, hukuk devleti olma özellikleriniz güçlendirilecek. Kişisel özgürlükler, basın özgürlüğü, dernekleşme özgürlüğü, muhalefet etme hakkı da yerleştirilecek. İşte Türkiye’nin bu noktalarda ciddi sorunları var. Bunların bir kısmı tamamlandı, ama bitmedi. Bu yüzden Türkiye ‘melez bir rejim’ olarak tanımlanıyor dünyada… Yani ne demokrasi ne otoriter rejim; ikisinin arasında bir yerdeyiz.”

“Bir kırlangıçla bahar gelmez ama…”

Bıçak sırtında bir demokrasi saptamasını yaptıktan sonra son bir sözü var Kalaycıoğlu’nun; “Türkiye daha demokrat bir rejime de sahip olabilir, otoriter bir rejime de savrulabilir. O yüzden başkanlık sistemini değil, ki halkın da böyle bir talebi yok, parlamenter sistem içinde daha fazla demokrasiye nasıl ulaşacağımızı tartışmalıyız.”

İsterseniz daha somut bir örnekle bitirelim; mesela gündemdeki belediye tiyatroları tartışmasının çağdaş bir demokraside nasıl şekilleneceğiyle… “Demokrasi halkın yönetimidir. Halkı, halk adına çoğunluğun yönetimi değil! Halk adına bir partinin yönetimi de değil. Dolayısıyla yönetimde hepimiz olmalıyız. Aksi takdirde o rejim demokrasi olmaz. Bunun anlaşılabilmesi çok zor. Onun için dünyada ‘iyi yönetişim’ diye bir kavram ortaya çıkarıldı. Mesela bir meslek grubunun faaliyet alanında hükümet bir adım atacaksa, önce o grubun görüşünü ve rızasını alması, onu ikna etmesi, ondan sonra adım atması gerekir. O yüzden tiyatroları özelleştirmek istiyorsanız, önce tiyatrocuların rızasını alacaksınız, ondan sonra özelleştireceksiniz. Bir kırlangıçla bahar gelmeyeceği gibi, bir örnekle de sonuç çıkarılmaz ama… Durum işte bu noktada.”

Türkiye’de yarı parlamenter bir sistem var, parlamenter değil!

Siz yıllarca başkanlık, yarı-başkanlık ve parlamenter sistem üzerinde çalıştınız. Hangisi mükemmele daha yakın?

Dünyada mükemmel bir sistem yok. Mükemmel bir demokrasi yok. Olma şansı da yok. Dolayısıyla sorunsuz bir demokrasi üretme şansımız da yok. Bir kere bunun bilincinde olmamız lazım. Mükemmel bir anayasa da yok. Olma şansı da yok. Bu durumda biz belli avantajları, belli dezavantajları olan bir sistem kuracağız. Kuracağımız sistemin avantajlarının fazla, dezavantajlarının az olmasını hesaplayacağız. Başka bir şey yapamayız.

Prof. İlter Turan, “Arıza yoksa tamir etmeye kalkışma der Amerikalılar… Öyleyse Başbakan’a sormak lazım, ‘Arıza nedir ki tamir metotlarını tartışmaya açmak istiyorsunuz?” demişti. Katılıyor musunuz?

İlter Turan’a tamamen katılıyorum. Bakın, birincisi elimizdeki verilerde çok daha ilginç bir şey var. Anayasa Komisyonu’nda birçok öneri toplandı. Ama bunların içinde başkanlık rejimini öneren hemen hemen yok gibi… Dolayısıyla halktan, kamuoyundan, iş çevrelerinden, sivil toplum kuruluşlarından böyle bir talebin gelmiş olduğunu gösteren herhangi bir kanıt da yok. Bu talep bir tek yerden geliyor, cumhurbaşkanı olma hesabı yapmakta olan, Meclis çoğunluğuna sahip partilerimizin liderleri başkanlık sistemi tartışılsın diye periyodik olarak ortaya çıkıyorlar. Önce Özal başlattı tartışmayı, arkasından Demirel, şimdi de üçüncü defa Erdoğan. AKP’de de bunu isteyen ve istemeyenler olduğunu düşünüyorum. Çünkü daha önce yapılan açıklamalar bu mahiyetteydi. Ama parti disiplini gereği, sonunda belli bir yerde, yani başkanlık sisteminde toplamayı becerebilirler partiyi.

Başkanlık sistemi daha önce gündeme geldiğinde Bülent Arınç bile mesafeli açıklamalar yapmıştı…

Tabii. Çünkü bu sistemin başka dezavantajları var. Onları da konuşuruz. Ama nereden geliyor bu başkanlık sistemi tartışması derseniz, halktan gelmiyor. Halkın taleplerinin büyük çoğunluğu bu konuyla ilgili değil, çok küçük bir azınlık istiyor bunu. İki ay önce Abant Platformu’nda bu konuyu tartışmıştık, orada bir tek eski DEP Genel Başkanı Süleyman Soylu başkanlık sistemi dedi, o da yanlış sebepten dedi.

Hangi yanlış sebepten?

Arabanın tekerleği patlamış, ama o motorunu değiştirelim diyor. “Parti sistemi, liderlik sultası, delege ilişkileri sorun üretiyor. Bu yüzden parlamenter rejimi bırakalım, başkanlık rejimine geçelim” diyor. O zaman nasıl yürüyecek? Şimdi burada bizim Türkiye’yle ilgili birtakım teşhislerde bulunmamız, sonra da dünyada konulmuş teşhislere bakmamız lazım. Ama açık ki bizim bu konuyu tartışmamız sadece bazı siyasi liderlerin kariyer hesapları dolayısıyladır. Onun dışında hiçbir gerekçesi yok bu tartışmamızın. Çünkü anayasa komisyonu da böyle tekliflerle çalışmaya başlamadı. Komisyon bir yere doğru gidiyor, onu belli bir kanala doğru çevirmeye çalışan AKP’nin birkaç önde geleni var. Bu konuda en çok da Bekir Bozdağ fikir beyan ediyor.

Bir de öteden beri Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Burhan Kuzu beyan ediyor.

Evet. Ama o da yanlış sebeplerle yapıyor bu beyanı… Onun argümanlarında da ciddi mantık hataları var. ”Dünyada parlamenter rejim çalışmıyor, krizde” diyor. Bunu gösteren hiçbir kanıt yok. İkincisi, “Parlamenter sistem Türkiye’de çalışmıyor mu?” diye sorduğunuzda, verdiği örneklerin hiçbiri AKP’den değil. “1990’larda şu problem oldu” diyor. Bu argümanda mantık hatası var. Çünkü bizim demokrasimiz çalışmış, 1990’lardaki siyasi kadroyu tasfiye etmişiz. Bu rejimin çalıştığını gösterir, çalışmadığını göstermez. Üstelik parlamenter sistem çalışmıyor olsaydı, AKP iktidara gelemezdi.

O zaman şunu konuşabilir miyiz? Başkanlık sistemine geçersek ne olacak?

Bu soru enteresan. Bir kere istenen rejimin adını koymak lazım. Siyasiler, bunun da adını koymuyor. Başbakan son açıklamasında, “Başkanlık mı olur, yarı başkanlık mı olur, tartışılır” diyor. Böyle şey olmaz. Bunlar çok farklı şeyler. Çocuk erkek de olur kız da olur demek gibi bir şey bu!

Yarı-başkanlık sistemiyle başkanlık sistemi arasında bu kadar büyük fark var mı?

Var tabii… Bunların kuruluş felsefeleri farklı. Amerika’daki sistemi diğer ülkelerin bir kısmı kopya etmiştir, “Amerika’da var, biz de alalım, iyi olur” diye. Ama sonra bu rejimlerin tamamı çökmüştür. Çünkü yanlış nedenlerle yola çıktığınız zaman, sistem çalışmıyor. Amerika’da bağımsızlık hareketi bittikten sonra, 1776’da konfederasyon olarak yönetiliyorlardı. Son derece gevşek bir birlik vardı eyaletler arasında. Bunun için yeni bir anayasa yapımı sürecine girdiler ve ABD’nin 4. Başkanı James Madison, ki 50 anayasa yazıcısından biridir, “Amerika istibdatla, zulümle yönetiliyordu. Biz Üçüncü George’un istibdadından, zulmünden kurtulduk! Ama eğer İngiltere’deki mutlakiyetçi rejimi aynen alırsak, bu zulmü kendi koşullarımızda üretme riskimiz çok yüksek. Üçüncü George’un yerine kendi aramızdan birini seçimle bile iktidara getirsek müstebit (zalim) olabilir ve bizi zulümle yönetir. Birincisi, bunu önlemek için bu sistemi almamalıyız. İkincisi, bizim için önemli olan bireyin özgürlüğüdür. Bireyin özgürlüğünü garanti etmek için, fren ve denge sistemini kurmalıyız” dedi ve bunu kabul ettirdi.

O zamanki tartışmalarda Madison’a dediler ki, “Bunu yapıyorsun ama hükümet etmek zorlaşacak. Etkili hükümet ortaya çıkmayacak.” Madison’ın buna cevabı şu oldu; “Biz bireyin özgürlüğü için savaştık, hükümet çalışsa da olur çalışmasa da!” Ve dolayısıyla bugün Amerika’da hükümet sık sık kilitleniyor. Şimdi eğer derseniz ki, Türkiye’de bizim de birinci temel önceliğimiz bireyin özgürce yaşamasıdır. Bunu garanti etmek için hükümetin kanun çıkartamaması, bütçe yapamaması, hiçbir karar alamaması önemli değil; başkanlık rejimi kurmanızda herhangi bir ciddi sakınca yok.

Bireysel özgürlüklerden o kadar uzağız ki, eğer başkanlık sistemi kabul edildiğinde böyle olacaksa olsun diyebiliriz…

İyi de ondan da daha önemlisi, biz hükümetten ve devletten çok şey bekleyen bir halkız. Bizim hükümetin ve devletin çalışmaması suretiyle özgürlüklerimizi koruyabileceğimizi varsaymamız gerekecek başkanlık sistemine geçmek için. Buna adapte olmamız en az 3-4 kuşağı bulacak. Belki daha da uzağı… Merkezi sistemi terk edip, Türkiye’yi yerel yönetimle yönetmeye başlayacaksınız. Bir de merkezde senato gibi yeni kurumlar kuracaksınız. Buna adaptasyon çok uzun sürecek. Tabii bir de bunun ciddi bir ekonomik maliyeti var.

“Cumhurbaşkanı’nın sözlerini sonuna kadar destekliyorum!”

Hocam peki ya 2014’te cumhurbaşkanlığı seçiminde nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Bu parlamenter sistemde…

Bizimkini ben parlamenter sistem olarak tanımlamıyorum. Biz parlamenter bir sistem içinde değiliz, yarı parlamenter bir sistem bizimkisi. Dolayısıyla önce bir parlamenter sistem olalım, parlamenter sistemin gereklerine göre partilerimizi oluşturalım. Yüzde 10’luk baraj garabetini bir tarafa atalım veya ‘hükümeti kolay kurma’ formülü üzerinden bir seçim sistemi uygulayacaksak, o seçim sistemini de dar bölgeli çoğunluk sistemi gibi bir esasa oturtalım. Ondan sonra geri kalan problemlerle uğraşmaya başlayalım, ki bunlar çok ciddi problemler ortaya çıkartıyor. Bu problemlerle boğuşamıyoruz. Onun için şu anda yaptığımız tartışma bir rejim tartışması değil, ciddi bir tarafı yok. Çünkü bazı siyasilerin kariyerleri göz önünde bulundurularak söylenen sözlerden ortaya çıkıyor. Bu yüzden ben Cumhurbaşkanımızın son yaptığı açıklamayı tamamiyle destekliyorum. Eğer tartışacaksak bu konuyu, akademik forumlarda, akademisyenler arasında, dünyadaki yapılmış olan araştırmaları ortaya koyarak ve böyle bir rejim değişikliğinin getirdiği maliyetleri göz önünde bulundurarak tartışalım. Çünkü başkanlık sistemi merkeziyetçi bir sistemle yürümüyor, çok partiyle de yürümüyor; iki partili olacak, mahalli olacak… Milli irade düşüncesi etrafında oluşmuş bir demokrasi biçiminden hareket etmeyecek. Çünkü onu yaptığınız zaman daha merkeziyetçi olmak mecburiyetindesiniz.

Tek bir kuruma, merkeze vermeyeceksiniz meşruiyet yetkisini; böleceksiniz. Halkın meşru yetkilisi olarak hem meclis çıkacak hem başkan çıkacak. Ve ikisi de bu meşruiyeti savunacak. Bu iki başlı meşruiyet genellikle yönetilmekte çok büyük zorluğa sebep oluyor. Ama dediğim gibi Amerika’da amaç etkin yönetim değil, yönetimde istibdatı engellemek. Bizim bu varsayımla hareket etmemiz söz konusuysa, yani hedef yönetim istibdadını engellemekse, ona da benim bir itirazım yok. Ama kabulleri açıklıkla yapalım ve diyelim ki, “Biz yönetim falan istemiyoruz. Biz halkın bireysel özgürlüğünü istiyoruz, ne kadar çok kanun çıkarsa bireysel özgürlükler o kadar daralır. Dolayısıyla kanun çıkmasa, hükümet çalışmasa, Meclis çalışmasa da olur.” Aksi takdirde bu varsayımları yapamıyorsanız, başkanlık sistemine geçtiğinizde karşılaşacağınız problemler bugünkü problemleri katlayacak. O zaman ne yapacaksınız?