Paralel örgüt tam gaz!

Olaylar
Star gazetesinden Beril Dedeoğlu, Ahmet Taşgetiren, Fehmi Koru, Elif Çakır, Fadime Özkan; Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Yasin Doğan, Markar Eseyan; Sabah’tan Haşmet Babaoğlu, Mehmet Barla...
EMOJİLE

Star gazetesinden Beril Dedeoğlu, Ahmet Taşgetiren, Fehmi Koru, Elif Çakır, Fadime Özkan; Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Yasin Doğan, Markar Eseyan; Sabah’tan Haşmet Babaoğlu, Mehmet Barlas; Akşam’dan Kurtuluş Tayiz, Vedat Bilgin, Osman Can; Türkiye gazetesinden Melih Altınok, Yıldıray Oğur bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Beril Dedeoğlu: Mücadele sadece Ukrayna’da değil

Rusya, Batı’nın Ukrayna ile Libya-Suriye hattında kendisini son derece sınırladığı, hatta İran’ı da kazanmaya çalışan faaliyetlerle yeniden çevrelenmeye tabi tutulduğu algısına sahip. Ancak hatırlatmak gerekir ki bu algıya yol açan ilk adımlar, ne Ortadoğu’da ne de Ukrayna’da atılmıştı. Rusya, ilk çevrelenme girişimiyle Kafkasya’da karşılaşmış, buna verdiği tepkiyle de girişimi bir süreliğine püskürtmüştü.

Gürcistan’ın bölünmesiyle sonuçlanan olaylar sonrasında Rusya’yı sınırlama yanlısı olanlar geri adım atmış gibi gözüktü. Ancak anlaşıldığı kadarıyla Rusya’nın hareket alanını daraltmaya yönelik çabalara Kafkasya’da ara verilmiş olması, başka yerlerde bu türden faaliyetlerden vazgeçildiği anlamına gelmedi. Kafkasya’da gerileyenler Arktik Bölgesi’ndeki faaliyetlerini hiç ara vermeden sürdürdüler.

Arktik bölgede 90 milyar varil ham petrol ile 500 trilyon metreküp doğalgaz rezervi olduğu ileri sürülüyor; ayrıca ulaşım ile güvenlik konularında son derece stratejik bir bölge olduğuna kuşku bulunmuyor. Enerji alanlarının yaklaşık yüzde 40’ı Rusya, yüzde 10’u Kanada, yüzde altısı ABD ve çok azı da Norveç’in bölgesinde; ancak bu bölgeler onaylı bir paylaşıma bağlı değil.

Rusya, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalayarak kıyısının bulunduğu 200 deniz mili içindeki alanı, kendi ekonomik bölgesi olarak tanımlıyor, bu durum Danimarka’nın Gröland, İsveç’in de Lomonossow bölgeleri konusunda Rusya ile anlaşmazlık yaşamalarına yol açarken ABD ile de Alaska sorununa karşılık geliyor.

Arktik Bölge’nin önemi

Kuzey Kutbu’nun haritalandırılması konusunda ısrar eden Rusya, esas olarak ABD-Kanada ikilisi ile stratejik bir mücadele içine girmiş durumda. Askeri tatbikatlar, silah denemeleri, bazı bölgelere bayrak dikme gibi bir dizi siyasi tavır 2006’dan beri sergilenip duruyor.

Mücadelenin her geçen gün daha da sertleşmesinde Arktik Okyanusu’nun buzsuz dönemleri olacağına dair öngörüler de rol oynuyor; zira bu Atlantik ile Pasifik Okyanuslarını birbirine bağlayacak bir geçit anlamına geliyor. Dolayısıyla bölgede hem enerji söz konusu, hem de transfer avantajı var.

Tam bu noktada belirtmekte yarar var. Esas mesele ‘Batı’yı Rusya enerji kaynaklarına bağımlılıktan kurtarma meselesi. Rusya, gelişmiş ülkeler pazarını kaybetme riskiyle karşı karşıya bırakılınca, doğal olarak çevrelenmiş, sınırlanmış olur. Ancak Rusya Pazar konusunda yüzünü doğuya, Çin’e de çevirebilir.

Çin, gayet tabi enerji ihtiyacını Rusya’dan sağlamayı, bunu da güvenlik işbirliği içinde garanti altına almayı tercih edebilir. Bu yolla ABD’nin Güney Kore, Güney Çin Denizi, Filipinler ve Japonya hattındaki varlığını da dengeleme imkanı bulur.

Yazının devamını okumak için tıklayınız…

Ahmet Taşgetiren:Cemaatle gelen sorular

“Cemaat” olgusunu önemsiyorum. İslam insanının kişilik inşasında bir topluluk içinde bulunmanın önemli ve belirleyici rol oynadığını düşünüyorum. Özellikle günümüzde, İslam’ın sosyal hayatı tanzim rolünün arka planlara düştüğü ortamda, hem kişiliğin inşası hem de korunması noktasında “Cemaat ortamı”nın hayati önem taşıdığına inanıyorum. İslam’ın bir toplum iklimi halinde algılanması – yaşanmasının bugün önemli ölçüde cemaatler ortamında mümkün olduğu açık bir gerçektir. 

Bunun belki gerek ve yeter şartı, hem liderlik hem yapılanma itibariyle İslam’ın ana ölçülerinin gözetildiği bir cemaat olmasıdır.

Cemaatin ayrıca, sistem yapılanması sonucu, kamu kaynaklarının islami hizmetlere tahsis edilmediği ortamlarda, İslam’ın ihtiyaç duyduğu hizmet birimlerinin oluşması için olmazsa olmaz bir zaruret olduğunu düşünüyorum.

Türkiye gibi Müslüman ama sistemi laik bir ülkede cami yapımı bile, küçük – büyük cemaatlerin gayretiyle inşa edilebilmiştir.

Özetle, cemaatlerin hem varlığı önemlidir, hem de sıhhatli oluşu.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, laik bir ülkeyi yöneten ama islami duyarlılığı diri bir insan olarak, şu yukarda kurduğum cümlelere bir itirazının olacağını sanmıyorum. Yani en az benim kadar “Cemaat vakıası” konusunda hassastır. 

Ama bir süredir hem Başbakan’ın hem de Türkiye’nin “Bir Cemaat”le de sorunlu olduğu açık. O Cemaati, “Cemaat” diye değil, “Örgüt” olarak nitelemesi de, hem Cemaat üzerindeki hassasiyetini ortaya koyuyor, hem de Cemaatin başkalaşması ve ölçü kaybına uğraması konusundaki tepkisini.

Türkiye’deki Cemaat tartışması, özel olarak bir “Cemaat”i her şeyi yeni baştan düşünmeye, değerlendirmeye sevk ettiği gibi, bana göre islami alanda oluşmuş bütün cemaat yapılarını da köklü bir değerlendirmeye sevk etmektedir.

Güncel Cemaat tartışmasından yola çıkıldığında ortaya şu tarz soruların çıktığı söylenebilir:

– Cemaatler açısından devletle ilişkinin sağlıklı boyutu nedir?

– Politika ile ilişkinin sağlıklı boyutu nedir? Bir siyasi parti olmadan devlet bünyesindeki elemanlarla ülke politikasını etkilemeye yönelmek sağlıklı olur mu?

– Dini bir Cemaatin, siyasi felsefesi, kendisine yakın olanlarla ilişkisi nasıl olmalıdır, kendisine uzak ve hatta benzeri dini birikimlerin tüm varlığına karşı olanlarla ilişkisi nasıl olmalıdır?

– Dini bir Cemaat, akraba bir siyasi yapı ile ihtilafa düşünce, siyaseten dini hayatın kökünü kurutarak gelmiş siyasi kadrolarla işbirliği yapmalı mıdır?

– Cemaatin “insana yatırım” ve yetiştirilen insan unsurunu devlette istihdam politikaları nasıl olmalıdır?

– Dini bir cemaatin uluslararası ilişkilerinde açılım ölçüsü neye göre belirlenmelidir? İçerde girdiği siyasi mücadelede kendini koruma refleksi ile dış güçleri ülkesinin üstüne salmak gibi noktalara savrulmak uygun düşer mi?

– İslam’ın farklı din ve toplumlarla ilişkisini gerektirecek olan uluslararası hizmetlerde dini dil nasıl olmalıdır, iletişim dili nasıl olmalıdır?

– Bir dini Cemaat, büyüme durumlarını nasıl değerlendirmeli ve ona göre diğer toplum alanlarıyla ilişki çerçevesini nasıl belirlemelidir?

– Bir Cemaatin bağlılarının, alta ve üste doğru akli – hissi muhakemeyi devreye sokma ölçüsü nedir?

– Bir Cemaatin diğer hizmet yapılarıyla toplum hayatında etkinlik ilişkisi nasıl olmalıdır? Hizmetlere tamamen “islami” nitelik damgası vurulsa bile, birbirinin ayağına basma, birbirini yokedecek bir baskınlık iddiasına yönelme doğru olur mu?

Yazının devamını okumak için tıklayınız…

Fehmi Koru: Feryatlar ve çığlıklar yükseliyor, ama…

Biraz önce izlediğimde YouTube üzerinden ulaşan 19 milyon 957 bin 643. meraklı olmuştum; önceki yarım-cümleyi yazdıktan sonra yeniden baktım, benimle birlikte 20 bine yakın kişi daha izlemiş İngiliz gencinin ‘Look up’ (‘başını kaldır’) isimli videosunu… 25 Nisan’dan buyana 20 milyon insan…

Gary Turk’ün şiirsel mesajı çok açık: Bugünün genci elektronik cihazlara bağımlılığı yüzünden ‘insan’ olma özelliklerinden çoğunu kaybediyor ve kalabalık içinde yalnızlaşıyor… “Telefonlarımız akıllandıkça bizler aptallaşıyoruz” diyor Gary…

Mesaj basit olmasına basit, ama önemli. Yanyana yaşadığı halde birbirleriyle ilişkisi giderek sanallaşan, yüzyüze geldiğinde bile elektronik cihazlarından uzak kalamayan bir insan sürüsüne dönüşüyoruz… Bugünün bebekleri tabletli ortamlara doğuyor ve sokağı tanımadan büyüyorlar…

Dünyanın dört bir tarafından 20 milyon kişi, içlerinden birinin kopardığı feryadı, yine sanal dünyanın sağladığı imkânı kullanarak işitiyor.

Bunu bir kenara not edin…

Eş zamanlı bir gelişme de kitap dünyasında yaşanıyor. Sınırlı bir ilgiyle karşılaşacağı beklentisiyle bir üniversite yayınevi (Harvard University Press) tarafından yayınlanmış, Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty’nin yazdığı ‘Capital in the Twenty-First Century’ (‘21. Yüzyılda Kapital’) adlı eser, başta ABD olmak üzere, Batı’da kapış kapış gidiyor…

Matbaalar 700 sayfalık eseri kitapçılara yetiştiremiyor. İnternet kitapçısı Amazon kitapla ilgili sayfasına günler öncesinden “Geçici olarak elimizde yok, sipariş verin, gelince gönderelim” duyurusunu koydu. Çok meraklı olanlar ancak e-kitap olarak indirip okuyabiliyor.

Kimi, yazarının ‘solcu’ kimliği ve adındaki ‘kapital’ sözcüğünden hareketle Karl Marx’la ilinti kurarak kitaba önyargıyla yaklaşsa da, Piketty’nin tezinin Marksizm ile bir ilişkisi yok. Kendisiyle yapılmış bir röportajda, Piketty, Marx’la ve özellikle de başeseri ‘Kapital’le gözünü yormadığını, kitabının kolay ulaşılabilir verilere dayandığını açıkça söylemiş…

Fransız profesörün ‘Kapital’ kitabının tezi karmaşık değil: Bütün aksine iddialara rağmen, gelişmiş ülkelerde gelir dengesizliği fakirlerin aleyhine; fakirlerle zenginlerin gelirlerinin arası açıldıkça açılıyor. Dünya gelirinin yüzde 25’ine hükmeden ABD’de, nüfusun yüzde 1’i ülke gelirinin yüzde 20’sini alıyor… Bu oran 32 yılda yüzde 10’dan yüzde 20’ye çıkmış bulunuyor… Gelir artıyor, ama artan gelirin yarısı nüfusun yüzde 10’unu teşkil eden zenginlere gidiveriyor…

Oranlar değişse de hemen her ülkede gelir dağılımındaki adaletsizlik günümüzde dayanılmaz boyutlara ulaşmış durumda.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Elif Çakır: Paralel örgüt tam gaz!

Eyy bu ülkenin Adalet Bakanı, Eyy bu ülkenin İçişleri Bakanı, Eyy bu ülkenin Başbakanı,

Ve eyy bu ülkenin Cumhurbaşkanı…

Başbakanın ofisine böcek koyan, Dışişleri Bakanlığı’nda yapılmakta olan devletin en mahrem toplantısına kulak uzatarak kamuoyuna servis eden, kriptolu kriptosuz tüm telefonları dinleyen, MİT’in TIR’larını durduran, Türkiye’nin Suriye halkına yaptığı yardımları sanki terör örgütüne yapılan destekmiş gibi gösteren, bu ülkenin iş adamından siyasetçisine aktivistinden gazetecisine en şöhretlisinden adı sanı hiç duyulmamış isimlere varıncaya kadar herkesi dinleyerek, hayatlarını dosyalayıp, ellerinde bir tehdit unsuru olarak tutan…

Adına ister ‘paralel yapı’ isterseniz ‘paralel örgüt’ isterseniz de ‘Gülen örgütü’ denilen, devlet içinde devlet olan bu ‘çete’ var ya…

Toplum nezdinde prestijlerini, saygınlıklarını kaybetmiş olsalar da ‘teknik nakavt’ diyerek tam gaz çalışmaya devam ediyorlar.

Tamam, paralel yapıyla mücadele adına birkaç iyi niyetli adım elbette var…

Ancak, üzgünüm eyy Başbakan ve eyy İçişleri ve Adalet Bakanları…

Siz devlet bürokrasisinde yaptığınız birkaç tasfiyeyle bu çetenin gücünün kırıldığını zannededurun…

Açılan bir iki soruşturmayla ‘bu çetenin’ belinin kırılmaya başladığına inanadurun ve ‘vesayetçi yapının postallısına da takkelisine de geçit yok’ yollu açıklamalar yapadurun…

Evet. Evet… Sizler zannededurun inanadurun…

Bu ‘paralel çete’ var ya; ne güçlerinden ne umutlarından ne de enerjilerinden hiçbir şey kaybetmemiş durumdalar…

Daha derinden daha temkinli bir şekilde tam gaz çalışıyorlar…

Yargıdan emniyete kurdukları o sistem var ya…

Hala tıkır tıkır işliyor; her şey tam istedikleri gibi…

Gülen medyası ve ittifak medyasında ‘devlet kadrolarında ciddi kıyım’ yaygarası kopartılırken asıl kıyımı hala cemaat yapıyor; cemaatten olmayanlar cemaatçi suçlamalarıyla yerlerinden edilirken cemaat kendi adamlarını kritik noktalara getirmeye çalışıyor.

Tuhaf şeyler oluyor!

Sanırım hepimiz ‘Gülen’in ve adamlarının teknik nakavtıyla’ karşı karşıyayız!

Baksanıza…

Biz ‘paralel örgüt’e hukuki anlamda mücadele beklerken…

Paralel örgüt ‘hukuki’ anlamda hepimize karşı mücadele başlatmış durumda!

Hem de ne mücadele…

Darbeye teşebbüs eden kendileri utanmadan dava açanlar da kendileri…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fadime Özkan:Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi

Sicili şaibeli Freedom House gibi kuruluşlar Türkiye’yi “kısmen özgür ülke” kategorisinden “özgür değil” kategorisine indirdi diye, “gördünüz mü işte, biz özgür değilmişiz!” diye paniğe kapılanların, kanaatlerinden gündem oluşturduğu bir zaman diliminde yaşandı bu gelişme. 

Türkiye’nin, adında “Kürdistan” kelimesi geçen ilk partisi Nisan sonunda resmen kuruldu. Kurucu genel başkanlığını Mehmet Emin Kardaş’ın yaptığı Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) yıl başından beri İçişleri Bakanlığı’ndan “onay” bekliyordu.

10, 15 yıl önce olsa orta ölçekte bir kıyamete sebebiyet verebilecek bir gelişmenin, bugün gündemde yer bile bulamamış olması kendine, Türkiye’nin tabularını yıkmak, korkularını aşmak konusunda aldığı yolu da gösteriyor.

Bir şeyi daha: Şiddete başvurulmadığı takdirde her görüşün savunulabileceğini, temsil edilebileceğini. Çünkü TKDP, “bağımsız Kürdistan”ı savunuyor ve lakin şiddeti kesin olarak reddediyor, açık ve meşru siyaset dışında hiçbir yolu yöntemi benimsemiyor.

Bağımsız Kürdistan’a yol mudur?

Şimdi gelelim hemen herkesin zihninin bir köşesinden geçen asıl mevzua, zurnanın zırt dediği soruya: Türkiye’nin, bağımsız Kürdistan’ı savunan bir partisinin olması, günün birinde bağımsızlığını ilan edecek bir Kürdistan’ın da yolunu açar mı?

Bunun olabilmesi için pek çok aktörün, faktörün, değişkenin bu sonucu doğuracak şekilde değişmesi gerekir. Peki, mümkün mü bakalım:

Bir: En büyük Kürt şehri İstanbul’ken, Kürt nüfusunun önemli bir oranı Türkiye’nin batı illerinde yaşıyorken Kürdistan’ın sınırları nerede başlar biter? Bunu kim nasıl belirler?

İki: Bölgedeki sınırları Osmanlı eyaleti Kürdistan’ı dörde bölerek çizen Sykes-Pikot anlaşması iki yıl sonra 100. yılına giriyor. Geçen bir asır, kan ve gözyaşından başka şey üretmemiş olsa da dün dünde kaldı. Türkiye Kürtleri Türkiyelidir, Türkiye’dir. Ekonomik siyasi insani ilişkiler sınırları çoktan şeffaflaştırırdı, ulus devlet fikri iyice anakronikleşti.   

Üç: Yaşayan 3 buçuk milyon Kürt’ün 3 buçuk milyon Türk ile evli olduğu, geçmiş evliliklerden doğan çocuklarla birlikte halka halka genişleyen bir “melezleşen Türkiye” toplumu varken; kim Türk, kim Kürt?

Dört: TKDP’nin Bağımsız Kürdistan’ı realize edebilmesi için Kürtlerin oyunu onayını alması lazım. Mevcut durumda bölgede sadece iki parti var, AK Parti ve BDP. İki partinin tabanı da konsolide ve Meclis’te grubu bulunan diğer iki partinin, CHP ve MHP’nin bölgede tabeladan başka karşılığı yok, daha doğrusu bölgede başka bir partinin adı yok.

Beş: Başbakan’ın 81 ilde ifade ettiği gibi AK Parti “tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan” diyor. AK Parti’ye oy veren Kürtler de bu “tek”liğe, birlikteliğe oy veriyor.

Altı: Ankara’da artık HDP ile temsil edilen Kürt siyasi hareketi ise yola çıktığı zamanki gibi “bağımsızlık”tan değil misak-ı milli sınırlarından ve yeni Kürt-Türk ittifakından bahsediyor. 30 yıllık çatışmayı bitiren çözüm süreci için karşılıklı irade beyanları ve ortak çalışmalar sürüyor. Türkiye genelinde BDP+HDP+bağımsızlara verilen yüzde 6,6 oy, aynı zamanda Türkiye’den ayrılmaya değil birlikte dirlik aramaya veriliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ali Bayramoğlu: Türkiye’nin basın özgürlüğü tartışmaları…

Özgürlük meselesinin ‘araçsallaşması’ ya da ‘araçsallaştırılması’ her zaman rahatsız edicidir.

Basın özgürlüğü açısından Türkiye ve Batı arasındaki son gidiş gelişlerin de böyle bir yönü var.

Önce teslim edelim:

Basın özgürlüğü konusunda her zaman sorunlu, baskının, işten atmalaların mevsimsel zirveler yaptığı bir ülke olduk.

Son dönemde bu sorunlar iyice arttı.

Terör yasası, siyaset, okur ve patron baskısını tahrik eden siyasi kutuplaşma, AK Parti’nin özerklik fikriyle kavgalı siyaset tarzı, başbakanın bu çerçevede doğal gördüğü müdahaleci tavrı, basına yönelik iktidar çıkışlarının estirdiği rüzgarlar ve sonuçları, son aylarda cemaatin ortaya döktüğü halı altındaki kirlerin bu açıdan iyice görünür hale gelmesi, hepsi, ortada.

Bununla birlikte Batı yakasındaki Türkiye’ye ilişkin basın özgürlüğü imajı ve vurgusu bu tablonun çok ilerisinde.

Freedom House’un son raporu ve zaman zaman tebessüm ettiren Türkiye tespitleri buna açık örnek.

Rapora göre Avrupa’nın ‘özgür olmayan’ tek ülkesi Türkiye. Sıralamada Türkiye, Bangladeş, Endonezya, Moğolistan, Uganda, Kenya, Tanzanya, Lübnan, Tunus, Cezayir, Kuveyt’in gerisinde.

Sonuç eğer buysa, kullanılan kriterler, metodoloji ne olursa olsun, bu tasnif önemli bir araçsallaşma dozu taşıyor demektir.

ABD gezisi sonrası yaptığımız tespitin tekrar önümüze gelmesi diyelim:

ABD’de Türkiye’ye ilişkin olumsuz kanaat, esasen AK Parti’nin Arap ve İsrail politikalarıyla ilgili olduğu halde, sorunun basın özgürlüğüne ve Batı karşıtlığına transfer edilmesi nasıl tipik bir araçsallaşma örneği ise, Freedom House raporu da yaptığı düz korelasyonlarla öyle bir ton taşıyor.

Sorunlu diğer bir nokta, şüphe yok ki, Türkiye’nin basın özgürlüğü düzeyini tartışırken bu raporu veri alması, dahası bu raporu iç siyasi tartışmalarda ve kutuplaşmalarda araçsallaştırması. Ve bu yapılırken doğal olarak sorunun, Freedom House raporunun bile yapmadığı şekilde sadece, ‘basın-siyasi iktidar ilişkileri’ne indirgenmesi…

Türkiye’de basının genel yapısına baktığımız zaman ortada bir tür çok seslilik görürsünüz.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yasin doğan: Dağdakiler bile projeden bahsediyor

Siyasette yeni kimlik oluşturmak, yeni kulvar açmak, yeni hareket başlatmak, yeni model üretmek zor iştir. Düşünce kulübü şeklinde kalan küçük partiler ve siyasi görüşler ortaya çıkarmak kolaydır ancak halka mal olan, kitleleri peşinden sürükleyen, kalıcı izler bırakan siyasi hareketler üretmek kolay değildir.

Türk siyasetinde bugün etkili olan iki parti (CHP ve MHP) geçmişin her yönden devamı iken AK Parti bir çok açıdan yeni oluşturulmuş, BDP ise görece yeni sayılabilecek hareketlerdir. Kendini geliştirme ve yenileme konusunda AK Parti ve BDP’nin daha dinamik ve üretken olduğu söylenebilir. CHP ve MHP geçmişin mirasını bile taşımakta zorlanmakta, yeni açılım ve yeniliklerle kendisini geliştirememektedir.

AK Parti hem kadrosu, hem siyasi görüşü, hem de ortaya koyduğu vizyon ve projelerle büyük bir kitlesel destek bulmuş ve kısa sürede iktidara gelmiştir. İktidardayken kendisini yenileyebilmesi de büyümeyi ve oy artışını beraberinde getirmiştir. BDP ise kurulduğu andan itibaren belli bir kitleye ulaşmış, badireli siyasi hayatında büyük hamleler yapmayı becerememiştir. Bununla birlikte defalarca kapatılan ve (bir çoğu kendi yanlışlarıyla) zorluklar yaşayan bir hareketin varlığını koruyabilmesi de bir başarıdır. BDP çizgisi, çok fazla isim, kadro, teşkilat, anlayış değiştirerek siyasi dönüşüm kabiliyetine sahip olduğunu göstermiştir. Kitlesini koruyarak farklı yapılara dönüşebilmek dikkate değer bir durumdur.

***

KCK elebaşılarından Mustafa Karasu verdiği bir röportajda ilginç değerlendirmeler yapmış. Örgütün paradigma ve strateji değişimini yansıtan şu ifadeler ‘ulus devletten vazgeçme’ şeklinde takdim edildi: ‘Eskiden devlet kurma anlayışı vardı. Bundan vazgeçtik. Solun da böyle bir anlayışı vardı. ‘Ulusların kaderini tayin hakkı’ devlet kurma olarak anlaşılıyordu. Bunun doğru olmadığı, ulusların devlet kurmadan da özgür ve demokratik yaşam içinde kendi kaderlerini tayin edebileceği yaklaşımı Böyle bir paradigma içindeyiz.’

Karasu, HDP ile Türkiye sınırlarında Türkiye’nin demokratikleşmesi içinde Kürt sorununu çözmeyi hedeflediklerini, bunun stratejik bir proje olduğunu söylüyor, yeni dönemde yeni mücadele yöntemleri belirlediklerini anlatıyor: ‘Artık eğer sürekli bir kavgayla, savaşarak devlet kurup sorunu çözmeyeceksek; böyle bir çözüm anlayışımız yoksa, yeni çözüm anlayışına uygun bir mücadele, bir siyasi çözüm yöntemidir. HDP’yi öyle anlamak lazım’.

Öcalan’ın geçen Nevruz’da verdiği ‘demokratik siyaset’ mesajının örgüt tarafından daha yeni algılandığı ve formüle edilmeye çalışıldığı anlaşılıyor. Örgütün HDP’ye biçtiği rolü, partinin başındaki marjinal solcu aktörlerin ne kadar anladığı ve ne ölçüde taşıyabileceği ise merak konusu…

Yazının devamını okuamk için tıklayınız

Markar Eseyan: CHP tabanı işgal altında…

‘Demokratik toplumlar, önemli konuları tartışmaya açarlar, çoğulcudurlar ve tüm önerilerin adil bir müzakere ortamında temsil edilmesini önemserler. Bilim dahil tüm süper uzmanlıklar geleneklerden sadece birisidir ve tüm geleneklerin –din dahil- müzakereye katılmaya eşit hakkı vardır. Müzakere yönteminin nasıl olacağına, hangi geleneklerin muteber, hangilerinin irrasyonel olduğuna karar vermek hiçbir geleneğin tekelinde olamaz. Yurttaşlar eşit fırsat ve eşit haklar üzerinden müzakerelerle toplumu oluştururlar.’

Bu tez benim aklıma en çok yatan ve aslında Perikles döneminden itibaren de dünya tarihinde var olan bir demokrasi tanımıdır, yani müzakere merkezli demokratlık… M.Ö 500’lü yıllarda Atina’da birtakım uzmanların sırça köşklerinde halk için neyin doğru olduğuna karar verip bunu bir iktidar gücü eşliğinde uygulamaları fikri ile ancak alay edilirdi. Yönetim sıradan insana açıktı, çünkü sıradan insan vatandaşlık haklarıyla donatılmıştı.

Platon döneminde ise ortaya süper uzmanlar, yani filozoflar çıktı. ‘Güç’ ve ‘akıl’ ilişkisi o dönemden beri kirlidir ve ne yazık ki demokrasinin karşısında tehdit olarak yer almıştır. Bunun nedeni basit; süper uzmanlar (şimdiki seçkin bilim insanları, aydınlar, hocalar) oldukça sorunlu olan ‘mutlak gerçek’ iddialarını cari kılmak için her zaman iktidar gücüne ihtiyaç duydular. Bir kez gerçeği kendi malı gibi gören kibri edinince, halk eğitilecek yığınlara dönüşüyor, tezlerin hayata geçmesi için gerekli güç tepelerdeki ilişkide aranıyor ve şüphesiz bulunuyordu.

Japonya’nın savaşı kaybettiği anlaşılınca ABD’de atom bombası üzerine çalışan bilimcilerin bir kısmında bu projeye son vermek gerektiğine dair bir eğilim doğdu. Yani atom bombasının 2. Dünya Savaşı’nı bitirmek için atıldığı doğru değildir. Ancak ‘bilimsel gelişimi’ teorinin gösterişsiz alanında tutmak onlara çok ‘irrasyonel’ geldi. Ödenekler kesilecek, onca çaba da birer denklem olarak kâğıt üzerinde kalacaktı. Bu değerli eğilim hemen boğuldu ve bombalar Nagasaki ve Hiroşima üzerine bırakıldı.

Birinci paragrafa dönersek; egemenlik, meşruiyetini nereden aldığına göre demokratik veya totaliterdir. Egemenliği kullanan ve yürütme-yargı ve yasamayı ima eden devletin tüm kurumlarının mutlaka bir yerinden toplumun oylarına bağlanması gerekir. Sadece bu da yeterli değildir. Toplumu oluşturan tüm geleneklerin eşit fırsat ve haklara erişmesi, temsiliyetin eksiksiz bir şekilde bu kurumlara yansıması sağlanmalıdır. Bu bir müzakere toplumudur. Sanıldığını aksine, Batı dahil çoğu ülke bu konuda ciddi sorunlara sahiptir.

Türkiye’de de örneğin cumhurbaşkanının ilk kez halk tarafından seçilecek olması gibi egemenliği gittikçe halka yığan demokratik bir süreç yaşanıyor. Ancak ne ilginçtir ki –aslında hiç değil- toplum ve siyaset doğru yönde ilerledikçe, ‘kutuplaşma-otoriterlik’ denen imalatlar nevzuhur ediyor ve her demokratik hamlede bir darbe süreci ile karşılaşılıyor. Süper uzmanlarımız, demokrat giysilerini parçalayıp birer kamikazeye dönüşüyorlar. Mesela bir tanesi Erdoğan’a ‘Cumhurbaşkanı olamazsın’ diyerek 2. Gezi tehdidinde bulunurken, başka bir tanesi de Kürtleri ‘demokrasiyi satmakla’ itham ederek ‘içsavaş’ uyarıları yapıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: “Uzun ince yol”un sonunu görmek zaman alacak

Artık Yunanistan’da yaşayan bilge dostum Herkül Millas’ın bir gözlemini hiç unutmuyorum.

“- Yunanistan’da ders verirken, öğrencilere ‘Türk Solu’nu anlatamıyorum. Ayrıntılı görüşleri verince Yunanlı öğrenciler ‘Bu Nasyonal Sosyalizm’ diye tepki gösteriyorlar” demişti bir yazısında… Aynı şeyi bugün yapsa ve Türk Solu yerine bu defa Türkiye’de kendilerini “Liberal” kategorisinde görenler veya “Liberal Demokrat” etiketi altında siyaset yapanlar hakkında Yunanlı öğrencilerine bilgiler verse, herhalde yine aynı tepkiyle karşılaşırdı…

– Bu liberallik değil faşistlik, derlerdi herhalde…

Tabii ki her ülkenin kendine özgü bir demokratik modeli vardır. Mesela İngiltere’deki “Lordlar Kamarası” benzeri bir yapının, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yer alacağını düşünebilir misiniz?

Post-modern İttihatçılık 

Ancak kendimize özgü demokratik modeli oluşturmaya çalışırken, bunun içine Batı’dan da Doğu’dan da esintilerle renkler kattık. Mesela Ortadoğu faşizminin simgesi olan “Baas”, Osmanlı’nın “İttihat Ve Terakki”sinden de esinlenmişti. Militarizme, biraz faşizm biraz da sosyalizm katılarak, Arap Milliyetçiliği’ni önplana alan bir ideoloji türetilmişti. Bizim Tek Parti dönemi CHP’si de Türk Milliyetçiliği’nin eklendiği ve Laikliğin bir devlet inancı biçiminde sunulduğu Baas benzeri bir yapı değil miydi? Ya da Cumhuriyet’le doğan CHP, bir anlamda “Post- modern İttihat ve Terakki” değil miydi? Bu yapılanmaya karşı en ciddi reaksiyon Demokrat Parti ile geldi… Ama unutmayalım ki Demokrat Parti’yi kuranlar da eski CHP’lilerdi ve liderleri Celal Bayar da, eski bir İttihatçıydı…

Hep aynı hikâye 

Demokratlar “Derin Devlet” yerine “Derin Halk”a dayanmayı denediler. Ama eski yapılanmayı değiştiremediler ve 27 Mayıs 1960 darbesi ile bu deneme sona erdirildi. Daha sonraki yıllarda Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak görülen Süleyman Demirel de iki kez askeri darbeyle devrilince, bu yapılanma ile baş edemeyeceğini anladı… Sonunda 28 Şubat post-modern darbesi ile metamorfoza uğrayıp, onlar gibi oldu. “Halkçılık” ilkesini farklı bir zemine taşıyacakken post-modern darbenin bir aktörü durumuna düşen Bülent Ecevit’in öyküsü de böyle değil midir?

Katı bir ideolojik eğitimle yoğunlaştırılmış ve hem tabular hem de yasaklarla dolu ortamda siyasal liderler tam olarak nerede bulunduklarını göremezken, sol adına düşünce üreten yan siyasal akımların da sosyalizm diyerek faşizme kaymaları, herhalde doğaldı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Batılılaşmaktan muradınız bu muydu?

“Beni İtalyan sandılar; bana İspanyol muamelesi yaptılar” diye sevinçten havalara uçan başka ülke insanları var mıdır?

“Almanlar benim Türk olduğumu anlamadı” diye kendine paye biçen bir tipe başka hangi ülkede rastlanır?

İçinde hem sınıfsal hem de kültürel ne çok endişe, ne çok ayrımcılık ve eziklik barındırır bu sevinç!

Çünkü Türk olduğu anlaşılmamış ve böylece “Alamancı gurbetçi”lere; “kaba saba ve cahil” insanlara benzer bir yanı olmadığı onaylanmıştır.

Tam bunları yazarken hatırladım…

90’larda Cote d’Azur’de parlak kadife pembe eşofmanlarıyla dolaştığı için Amerikalı zengin bir kadın sanılmaktan pek hoşlanan bir tanıdık vardı.

Bunun aslında oralarda bir “alay konusu” olduğunu bile anlayamamıştı.

Bizim beyazlar onlarca yılı işte bu tuhaf endişeler ve hileli sevinçlerle geçirdiler.

***

Zamanında Hollywood’un da etkisiyle bazı okumuş New Yorklularda Fransız gibi olma hevesi yaygınlaşmıştı: Flaneur’lük (yani başıboş şehir gezileri), Fransız edebiyatına ve “Kara polisiye”ye düşkünlük, Eyfel fetişizmi, mumlar eşliğinde romantik yemekler, vs.

Sonra bütün bunların pek eğreti bir tahayyülün ürünleri olduğunu ve Fransızların gündelik gerçeğine uymadığını anlayıp bu hevesten vazgeçtiler. Geriye Amerikan üniversitelerine çağrılan Fransız entelektüellerinin “anlaşılmaz” seminerlerini hayranlıkla izleyen genç kızlar kaldı.

Bizimkilerin hevesi öyle bir şey değil.

Daha çok “laik, elitist orta sınıf” kültürünün ayrılmaz bir parçası. Hatta giderek kemikleşmiş bir dünya algısı.

Arkasında şöyle bir dürtü vardı: Madem Batılı olamıyorduk, zaten “hain Batı” ne yapsak, bizi kabul etmiyordu ama hiç değilse Batılı görünmekle durumu kurtarabilirdik.

Kemalist resmi ideolojinin bir eldiven gibi tersine çevrilmesiydi bu.

Ve elbette trajikomikti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kurtuluş Tayiz: Öcalan ve MİT

Bazı liberal kalemlerden Kürt hareketine yönelik eleştirilerin başında MİT ile ilgili konular geliyor. Mehmet Altan, BDP’li milletvekili Sırrı Sakık’ın MİT yasası görüşülürken yaptığı konuşmayı hatırlatarak Kürt hareketine sert suçlamalar yöneltti. Oysa BDP, MİT kanunuyla ilgili değişikliklere destek sunmamıştı. Sakık ise sadece akan kanın durdurulmasındaki katkılarından dolayı MİT Müsteşarı’na teşekkür etmekle yetinmişti. Ayrıca grup adına Pervin Buldan, Sakık’ın konuşmasına yönelik “düzeltme” bile yaptı. Buna rağmen Altan’ın Kürt hareketini MİT’e yakın durmakla suçlaması dikkat çekiciydi.  

Kürt siyasetinin bu konuda hemen savunmaya geçmesi yanlış bir tutumdu. Ortada savunma yapması gereken birisi varsa o da Altan’ın kendisidir; zira Türkiye’nin derin devleti konumundaki cemaatle yakınlığı ve ilişkisi nedeniyle gayrimeşru bir pozisyondadır. Kürt siyasetçiler bu derin yapının kurbanı durumundadır. KCK tutuklamalarında binlerce Kürt siyasetçi hapse gönderilmiştir. Bunları bir yana bırakarak asıl konuya dönelim; Kürt hareketiyle MİT arasındaki ilişkiye… Kürt hareketinin kendisi de bu ilişkiyi yeterince anlamış görünmüyor. Abdullah Öcalan ile devlet arasındaki görüşmelerin yeniden başlamasında cemaatin MİT’e yönelik darbesi etkili oldu. Çözüm süreci de, bu darbe girişiminin boşa çıkarılmasıyla başladı. Abdullah Öcalan, bu süreci Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve Altan Tan’a ayrıntılarıyla anlattı. Bakın ne diyor Öcalan:  “…Süreci esastan bozan güç kim diye baktım. Savcının… 7 Şubat MİT’e darbesi… Ben bir darbeyi sezdim. Cezaevi müdürüne ‘Hakan Bey’i (MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı kastediyor) yalnız bırakmamak gerekir’ dedim. Sözlü, yazılı iletişime geçtim, 5 ay önce tekrar kanal açıldı, diyalog başladı. (…) MİT’i düşürseydiler. Türkiye’de tüm kaleler düşmüş olacaktı. Hakan Fidan tutuklansa, sonra sıra Başbakan’a gelecekti. Benim bu süreci canlandırmam, darbeyi engelleme sorumluluğu… Darbeyi önleyebileceğimi fark ettim ve süreci başlattım.” (İmralı Zabıtları/23 Şubat 2013) 

Cemaatin MİT’i düşürme savaşının altında Kürt meselesi ve bu meseleye demokratik çözüm arayışları yatıyor. Öcalan’ın altını çizdiği gibi burada cemaat “süreci bozan güç” olarak demokratik açılıma ve siyasi iradeye darbe yapmaya çalışan taraf durumunda. Öcalan’ın pozisyonu MİT ile gayrimeşru bir ilişki geliştirme değil, darbeyi engelleme, sürece sahip çıkma, gerçekçi davranma sorumluluğu…  

Kürt siyasetinin anlamadığı durum biraz bu; yeni derin devlet konumundaki cemaat, MİT’i düşürme savaşı verirken liberaller de bunu halka “demokratik gelişme” biçiminde pazarlamaya çalışıyor. Kürtler üzerinde psikolojik baskı kurarak, onları cemaatin oluşturduğu MİT karşıtı cephenin içine çekmeye çalışıyorlar. Kürt siyasetçiler de haliyle MİT’e yakın bir görüntü vermenin bile demokratik duruşlarına gölge düşüreceği endişesiyle savunma pozisyonuna geçiyorlar. Haklı olabilirler ancak şunu göremiyorlar; mesele MİT’e yakın olup olmamak meselesi değil; mesele -MİT’e elbette yakın durmasınlar- gerçekleri ıskalayıp ıskalamama meselesidir. Darbeyi görmek, oyuna gelmemek, cemaatin liberaller eliyle hazırladığı tuzağa düşmemektir. Mesele şahsiyet meselesiyse herhalde kimse Öcalan’dan daha şahsiyetli olamaz; o darbecilere göz kırpmak yerine Fidan’a sahip çıkılmalı diyerek risk aldı. Çözüm sürecini geliştirdi. Derin devlete en büyük darbe budur. Liberallerin el altından piyasaya sürdüğü “Öcalan, Erdoğan’a karşı çıkamaz, korkuyor” gibi kara propagandaların asıl amacı Kürt cephesinde yarık açmaktır. Bu cemaatin stratejisidir.  İmralı ile Kandil arasında yarık açmaya çalışıyorlar. Liberallerin çözüm sürecinin ertesinde Kürt illerine koşması, “Öcalan kandırılıyor, Erdoğan oyalıyor” diye yazılar döşemesi, Kandil’e çıkmaları, Rojava’ya kadar gitmeleri süreci itibarsızlaştırma amacı taşıyordu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Osman Can: Üç dönem kararının sonuçları

Geçtiğimiz hafta AK Parti MKYK toplantısında parti tüzüğünün 32. maddesinin değişmeyeceği yönünde karar çıktı. Bu maddeye göre “AK Parti listelerinden aday gösterilip seçilmiş olan belediye başkanları ve milletvekilleri, kesintisiz en fazla üç dönem aynı görevi yürütebilir. Ancak, ara veren kimseler tekrar aynı görevlere aday gösterilebilir.” 

Parti, bunun partiler rejimine getirilmiş çok değerli bir etik kural olduğunu savunuyor ve bunda ısrar ediyor. 

Bunun pek çok sonucu olacağını tahmin etmek güç değil. 

Birinci sonuç, Başbakan Erdoğan’ın 2015 seçimlerine aday olmayacağının kesinleşmiş olmasıdır. Türkiye Anayasası’nın 109. maddesine göre Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından milletvekilleri arasından atanır. Bakanlar milletvekili olmak zorunda değil. Ancak parlamenter sistemin mantığına uygun olarak Başbakan’ın genel seçime girip halk tarafından seçilmiş bir kişi olması bir anayasal zorunluluktur. 

Bu da Erdoğan’ı 2015-2019 dönemi için Başbakan olarak göremeyeceğimiz anlamına geliyor. 

Ama teorik olarak Erdoğan’ın 2015 sonrasında dışarıdan bir bakan veya başbakan yardımcısı veyahut partisinin genel başkan yardımcılığı veya danışmanlığı sıfatıyla siyasetin içinde yer alması da mümkün. Ya da bir dönem tamamen aktif siyasetin dışında bir üniversitede yahut düşünce kuruluşunun başında da görülebilir. Elbette teorik olarak… 

İkinci sonuç ise, üç dönem sınırlamasının Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı için başkaca bir alternatif bırakmamış olmasıdır. Bu sonuç beklentilere oldukça uygun gözüküyor. Nitekim MKYK’da ve partinin diğer toplantılarında ağırlıklı olarak benimsenen görüş bu yöndeydi. Seçmenin, muhalefetin ve uluslararası kamuoyunun beklentisinin de o yönde olduğunu söyleyebiliriz. 

Ancak adaylık konusunda karar elbette Erdoğan’ın kendisine ait. Parti içinde veya Türkiye’de hiç bir meşru gücün ona Cumhurbaşkanı olması veya olmaması gerektiğini empoze edecek durumda değil. Bu onun 12 yıllık iktidar başarısına, askeri vesayet, Gezi olayları ve 17 Aralık gibi antidemokratik ve yıkıcı unsurlara karşı kararlılık içinde mücadelesini yürütmesi ve bunda başarılı olmasına bağlı. Başarı, aldığı toplumsal desteğin yanında, meşruiyetine güç katıyor. 

Diğer bir sonuç partide yetmişin üzerinde deneyimli siyasetçinin 2015 sonrasında parlamentonun dışında kalacak olmasıdır. Bu kişilerin 12 yıllık iktidar döneminde Türkiye tarihinin en değerli ulusal ve uluslararası siyasal deneyimini kazanan kişiler oldukları muhakkak. AK Parti’nin bir siyasal vizyonundan söz edildiğinde elbette bu kişilerin başarı hikâyesine yapılan bir vurgudan söz ediyoruz. Unutmayalım ki bu kişiler, Cumhuriyet tarihinin ilk sivil “iktidar” kadrosunu oluşturuyorlar. Dolayısıyla kurucu bir hafıza ve deneyime sahipler. Daha önceki dönemlerde Parlamento ve Hükümet’in gerçekte iktidar olmadıkları, ülkenin temel siyasetinde ve kriz durumlarında sorumluluk üstlenenlerin daha çok asker ve sivil bürokrasi olduğu biliniyor. Dolayısıyla eski Türkiye’nin siyasal deneyiminin daha çok 1940 öncesi Hintli siyasetçilerin İngiliz Sömürge Valisi ile ilişkilerinde kazandıkları deneyimden çok da farklı değil.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Vedat Bilgin: Terör geri gelebilir mi?

Türkiye’nin bir yılı aşkın bir süredir sürdürdüğü “çözüm süreci” diye ifade edilen stratejiyle “terör örgütünün” susturması, bu süre içinde kan dökülmemesi, her şeyin üstünde takdir edilmesi gereken bir durumdur. Buna rağmen, bu işten memnun olmayanların, hatta terörün devam etmesini isteyenlerin,  önceleri Kandil’e taşınıp “yazık ediyorsunuz, bunca mücadeleden sonra durmak size yakışır mı” veya “yakında geri dönmeniz gerekir, ne isterseniz isteyin hiçbir şey vermeyecekler” ya da “önce özerklik isteyin, hatta ayrı bir devlet talep edip kolayca özerkliği elde edebilirsiniz, ondan sonra da bu özerk bölgede bağımsızlık için savaşmak daha kolay olur” türünden terör örgütüne akıl verip Türkiye’ye dönünce “Kandil her an çatışmaya dönebilir, Kandil savaşa hazırlanıyor” diyerek “barış korkusundan” içine girdikleri moral bozukluğundan çıkma çabalarının, bir türlü sonu gelmiyor. 

Şimdi moda “Rojova Devrimi” söylemi. Kandil’den ümidi kesenler şimdi buraya koşmaktadırlar. “Rojova Devrimi başladı, PKK’nın durması ayıp oluyor” seviyesizliğindeki bu edebiyatı yapanlar, “Suriye’deki Kürtleri adam yerine koymayıp” onlara kimlik-nüfus cüzdanı dahi vermeyen Baas rejiminin maşa olarak kullandığı, Suriye Kürtlerini katledip susturmak üzere cinayetler işlettiği “bir örgüt nasıl devrim yapar” diye sormazlar. 

Türkiye’nin barışı 

Suriye’de Stalinist bir örgütlenmeyle, kapalı-militer geri bir anlayışla işleyen, terör ve ölüm kusan bir şebekeden “devrim bekleyen zihniyet”, vaktiyle Türkiye’de askeri cuntalarla işbirliği yapıp, darbe yoluyla “Sosyalist devrim” adı altında iktidar olmaya heveslenen eski “Türk Baasçıları” neyin peşindedir dersiniz? 

Onlar, Türkiye demokratikleştikçe, başta terör olmak üzere, devletin kendi inanlarıyla birlikte, sorunlarını çözmeye doğru attığı her adımdan rahatsız olmaktadırlar. Çünkü onlar “demokrasi” kelimesini utanmadan sık sık kullansalar da, ondan da ona sahip çıkan “halktan da nefret etmektedirler”. Cumhuriyetin seçkinleri arasında yer alıp, ideolojik-politik ayrıcalıklarından konum edinip, söz söyleyecek, yazıp çizecek pozisyonlar elde etmelerine rağmen, demokrasi sayesinde “cahil-dindar-Batılı olmayan halkın” kendi ideolojik iktidarlarının altını oyması, onları çileden çıkartmaya yetmektedir. 

Yeryüzünde kendi halkından bu kadar korkan ve nefret eden, ona karşı böyle bir kin besleyen, başka bir “aydın takımı” var mıdır diye sormuyorum.  Sömürge ülkelerinin yönetimleri etrafında, bu tür “sömürge aydınlarının varlığı” bilinen bir şeydir. Sorun bizim bu aydınlar zümresinin bir kısmının nasıl bu kadar kendi halklarına düşman olmalarında, sömürge aydınlarıyla aynı hassasiyetleri paylaşır hale gelmelerindedir.,

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Melih Altınok: Düşün oyunu bas geç dedikleri partinin idama gönderdiklerini…

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu dünkü grup toplantısına, 6 Mayıs 1972’de idam edilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ı anarak başladı.

Seçildiği Kurultayda ve seçimlerde Deniz’in parkasıyla pozlar veren Sayın Kılıçdaroğlu, acaba klişelerle dolu konuşması esnasında neler düşünüyordu? Peki ya konuşmasına alkış tutan ve dillerinden Denizleri düşürmeyen CHP’li vekiller?..

Azıcık yüzleri kızarmış mıdır diye bakıyorum, yok, ne gezer. Öyle ya, insan andığı gençlerin idamında partisinin büyük “katkısı” olduğunu bile bile nasıl bu kadar fütursuz olabilir ki?

Ne dediğimi gayet iyi biliyorum. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına idam cezası veren o mahkemenin kararı 24 Nisan 1972’de TBMM’de görüşüldü. Meclis’teki üye sayısı 450’ydi. Oturuma 323 milletvekili katılmıştı. 273 milletvekili, Deniz  Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesine kabul oyu verdi. 48 kişi de hayır dedi. 

Evet, bu utanç oylamasında, Meclis’teki 144 CHP’liden idamlara hayır diyenlerin sayısı sadece 47 idi. Onlarca CHP milletvekili, Süleyman Demirel ve Alparslan Türkeş gibi isimlerle birlikte, bugün “üç fidan” diyerek anıları üzerinde tepindikleri gençlerin idamlarına onay verdi. CHP’nin Senato’da bulunan 34 üyesinden “hayır” diyenlerin sayısı ise sadece 18’di.

Haklısınız, CHP bugüne değin karanlık tarihindeki hangi sorumlulukla yüzleşebildi ki? Dersim Katliamının, tek parti faşizminin adını anınca bile kimyaları bozluyor. Ama ya bu partiye oy veren solcu, Alevi seçmenlere ya da ehveni şer diyen CHP-ML’li “devrimcilere” ne buyrulur?

Tamam, belki  “bugüne bakalım, geçmişe sünger çekelim” diyorsunuz da, Can Yücel’in dediği gibi, “O süngeri sıkınca kan damlıyor ama…” Kaldı ki, bu ülkede gençleri, başbakanları asan askerî vesayete olan muhabbetleri madem geride kaldıysa, bugün bir öz eleştiri yapmaktan kendilerini alıkoyan nedir?

Dün Denizlerin anılması vesilesiyle yapılan toplantılarda konuşan solculara, devrimcilere, Gezicilere bakın. Bu mevzua giren var mı? Dertleri günleri, dünde yitirdiğimiz gençlerimizin üzerine basarak bugünkü siyasi pozisyonlarını cilalamak, yine gençleri kandırmak.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yıldıray Oğur: Özgür olmayan basında bir gün…

Türkiye’de dün yine 40 tane günlük gazete çıktı.  Toplam tiraj ortalama 4 milyon 800 bin. Bu tirajın yüzde 66’sı yani 3 milyon 200 bini muhalif gazetelere ait. İktidara yakın gazetelerin toplam tirajı 1 milyon 200 bin civarı. Yüzde 25. Spor gazetelerinin de 400 bin civarında tirajı var.

Freedom House raporunda özgür ülkelerden kaçında dün manzara bundan daha özgürdü acaba? Kuveyt Emiri ülkesindeki basının Türkiye’den bile özgür olduğunu hiç öğrenmez inşallah…

Tabii Türkiye’de muhalif basın derken muhalif kelimesi epey kifayetsiz kalıyor. Tayyip adlı katil, hırsız, El Kaideci, İrancı, şeriatçı, Amerikan ajanı bir diktatörden ağız dolusu bahseden, okurlarına da bu tatmini vadeden gazetelere muhalif demek onları da kesmiyor olabilir.

Bu diktatöre karşı, herhalde çivi çiviyi söker diyerek Esad’ı bile tutanından, darbe, devrim, tutuklama, Malezya’ya kaçırma Lahey’de yargılatma gibi daha ılımlı çözümler peşinde koşanına kadar her gün yenilenen bir performansa haksızlık olur “muhalif” gibi yandaş kelimelerle hitap etmek. “Çok cahil, kaba ve otoritersin keşke ölsen”i en kibarı olmak üzere “Tayyip” diye bahsettikleri “diktatör”ün zulmünden şikayetçi olup bir cümle sonra ona küfür edebilmenin konforunu yaşıyor ve yaşatıyorlar.

Sözcü, Yeniçağ, Cumhuriyet, Taraf, Sol, Aydınlık, Yurt, Yeni Mesaj, Birgün, Todays Zaman, Ortadoğu… Toplam tirajları 700 binin üstünde ve her gün “bugün hükümeti yıkmak için ne yaptın” düsturuyla, büyük bir adanmışlıkla çıkıyorlar. Dün de çıktılar. Hatta pek çoğu dün de havuz deyip aşağıladıkları medya kuruluşlarının matbaalarında basıldı, onlara ait dağıtım şirketi tarafından dağıtıldı. Güya medya özgür demek için tabii…

1000’e yakın köşe yazarı var ulusal basında. Bunlar dünyada eşi görülmemiş bir periyodda haftada en az bir en çok 7 hatta sekiz kez kalemi ellerine alıp yazılar yazıyorlar. Çoğunluk politika yazıyor. Ve ezici çoğunluk muhalif. Bir antik Yunan agorasında bir de herhalde Kuveyt’te vardır bu kadar çok seslilik…

Üşenmedim saydım. Dün Türkiye basınında 187 politik köşe yazısı çıktı.  Bu köşe yazılarından 123’ü hükümete muhalif yazılardı. 64’ü de hükümet politikalarını destekleyen yazılar.

Bir tanesi günün en çok okunan yazısıydı pek çok internet sitesine göre.  Ne tesadüf o da medyada özgürlük mü var diye atarlanan bir yazara ait.

Atar “A be utanmaz” başlığından başlamış.

Sorularla devam etmiş.

Yazının devamını okumak için tıklayınız