Keşke IŞİD seni kaçırsaydı!

Olaylar
Yeni Şafak’tan Abdulkadir Selvi, Süleyman Seyfi Öğün, Salih Tuna; Yeni Akit’ten Abdurrahman Dilipak; Akşam’dan Turgay Güler, Vedat Bilgin; Sabah’tan Mehmet Barlas, Haşmet ...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Abdulkadir Selvi, Süleyman Seyfi Öğün, Salih Tuna; Yeni Akit’ten Abdurrahman Dilipak; Akşam’dan Turgay Güler, Vedat Bilgin; Sabah’tan Mehmet Barlas, Haşmet Babaoğlu, Hasan Bülent Kahraman; Türkiye’den Yıldıray Oğur bugün neler yazdı?

Abdulkadir Selvi: Takasa oldu mu?

CIA, 1 yıldır IŞİD’in elinde tutulan Amerikalı iki gazeteciyi kurtarmak için operasyon yaptı, başarısız oldu.

IŞİD Amerikalı James Foley ve Steven Sotloff’u boğazlarını keserek infaz etti.

İngiltere, IŞİD’in elinde rehine olan İngiliz yardım görevlisini kurtaramadı, IŞİD David Haines’i boğazını kesmek suretiyle öldürdü.

İran’da Humeyni devriminden sonra ABD, Tahran Büyükelçiliği’nde görevli olan 52 personelini kurtarmak için operasyon yaptı. ABD jeti ile helikopter sahrada çarpıştı, operasyon başarısızlıkla sonuçlandı, ABD gülünç bir konuma düştü. Amerikalı rehineler ancak 444 gün sonra İran makamları tarafından serbest bırakıldı.

Rusya’da Basayev liderliğindeki Çeçenler, 1 Eylül 2004 tarihinde Beslan’de bir okulu bastı. 3 gün sonunda Ruslar rehineleri kurtarmak için müdahale ettiler. Tam bir felaket yaşandı. 200 sivil öldü, 642 kişi ise yaralandı.

Tarih 23 Ekim 2002.

Çeçenler yine Moskova’da tiyatro bastılar. Ruslar rehineleri kurtarmak için müdahale ettiler. Sonuç operasyon sırasında 119 seyirci öldürüldü.

Gelelim Türkiye’ye…

19 Ekim 2013.

Lübnan’da kaçırılan pilotlarımız Murat Akpınar ile Murat Ağca 71 gün sonra kurtarıldı.

5 Ocak 2014 Milliyet Gazetesi foto muhabiri Bünyamin Aygün 40 gün sonra Suriye’den getirildi.

10 Haziran 2014 IŞİD’in elinde 23 gündür rehin tutulan 31 TIR şoförü kurtarıldı.

20 Eylül 2014’te 102 gündür IŞİD’in elinde olan 49 rehinemiz kurtarılarak dünyaya parmak ısırtan bir operasyonla Türkiye’ye getirildi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hilal Kaplan: Okul yakmalar ve anadilde eğitim

Son söyleyeceğimizi başta da söyleyelim ki derdimiz net olarak anlaşılsın: Anadilde eğitimin hak olduğunu, bir dilin eğitim dili olarak gündelik yaşamın bir parçası haline gelmediği müddetçe hakkıyla yaşatılamayacağını, HDP’nin de savunduğu üzere Türkçe öğrenmenin anadilde eğitimin vazgeçilmez bir parçası olması gerektiğini yıllardır savunuyorum.

Hatta eğitim yılının ilk haftasında, birkaç yıldır uygulanan ‘okul boykotu’ kampanyalarını da bir sivil itaatsizlik eylemi olarak gördüğümü, bunun ‘çocukları alet ediyorlar’ diye geçiştirilemeyeceğini çünkü ebeveynin çocuğun dini eğitiminde olduğu gibi hangi dilde eğitileceği üzerinde de söz sahibi olması gerektiğini, vb. de eskiden beri savunuyorum.

Ancak ne hikmetse bu sene, yani barış sürecinin somutlaşmaya başladığının taraflarca ilan edildiği, silahların susturulmasından çok öte mesafelerin kat edildiği bu sene örgüt yeni bir ‘eylem’ türü icat etti ve kamu okullarını yak(tır)maya başladı. Şırnak, Diyarbekir ve Hakkâri’deki bazı okulların kundaklanması ‘anadilde eğitim’ mücadelesinin bir parçası gibi sunulmaya başlandı ki hakikaten bu gidilen yol, yol değil!

‘Okullarımız kapatılıyor’ dezenformasyonu da cabası. Herhangi bir şehrimizde belediyeye gerekli başvuru yapıp, gerekli ruhsat ve belgeleri toparlamadan değil okul, bakkal dükkânı bile açamazsınız.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Salih Tuna: Helal olsun filozofuma

Atilla İlhan’dan sonra bence ‘Kemalizm’ bitmiştir. Bir başka ifadeyle, piyasada Kemalist diye arzı endam edenlerin alayı tek bir şahıstan ibarettir.

Adı ister Coşkun Bekir ister Özdil Yılmaz ister Dündar Uğur ister Gürsel K. ister Çölaşan Emin olsun fark etmez.

Bunların hepsine birden (sözgelimi) Ruhat Mengi diyebilirsiniz.

Yanlış anlaşılmasın, kimseyi aşağıladığım falan yok, sadece ve sadece Erdoğan karşıtlığında ‘aynileştiklerini’ söylüyorum.

Markar Esayan dostum da bir süre önce ‘o şüreka’ dediği bir kısım zevat hakkında şöyle demişti: ‘Hasan Cemal, Murat Belge, Ahmet İnsel, Mehmet Altan, Şahin Alpay, Cengiz Çandar ve tüm o şüreka artık bana tek bir kişi olarak görünüyor. Kazara birisinin yazısına denk geldiğimde, o mahallenin ruh durumuna dair bilgiye sahip oluyor zaten insan. ‘Güvenilirlik ne kadar değerli bir şey’ diye düşünüyorum…’

Evet, güvenilir olmak her şeyden çok önemli.

Attila İlhan Kemalist bir aydınımızdı ama bir çizgisi, bir duruşu vardı. Nerde nasıl duracağını bilirdiniz.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Süleyman Seyfi Öğün: Bölünme ve birleşme

Britanya’nın geleceğini belirleyen referandum ‘kazâsız belâsız’ atlatıldı. Ayrılıkçı İskoçlar istediklerini elde edemedi. Diğer taraftan Katalanların ayrılıkçı kampanyaları ateşli bir şekilde sürüyor. Orada da referandum kapıda. Durumun ne olacağı belli değil. Görülen o ki, Avrupa’da ayrılıkçı hareketler, er yâhut geç, şu, yâhut bu derecede sonuç alacak.

Bu aslında bir siyâsal kültürel gelenek meselesi. Avrupa siyâsal kültürünü var eden geleneklerin ne olduğu hayli tartışmalı bir konudur. Avrupa ideolojisi, Greko-Romen kültürü, medeniyetinin temelleri olarak sunmayı çok sever. Saf kamuoylarını bu yolda sosyalleştirir. Oysa bu ideolojik bir kurgudur. Çünkü, aklı başında târihçilerin çalışmalarından hiç de bu sonuç çıkmıyor. Bağımsız kent-devletleri olarak yaşayan bütünleşmeye vurgu yapan Roma mirâsı, Grek mirâsının tam tersi bir siyâsal coğrafya ve devlet anlayışını temsil ediyor. Bu iki zıt geleneği nasıl türdeş bir senteze ulaştırdıkları, ideolojik kurgu çözümlemesini gerektiriyor. Değilse, olgusal olarak bu iki örüntünün yan yana getirilmesi ve birbirini tamamlayan bağlarla açıklanması teorik tutarlılığı olan bir şey değil.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdurrahman Dilipak: Rehine krizi üzerine

Kriz aşıldı, ama bu tartışma bugünden yarına bitmeyecek.. Birtakım spekülasyonlarla zihinler bulandırılmaya çalışılacak.. Aslında Türkiye ilk defa rehine kurtarma operasyonu yapmıyor. Daha önce hem devlet, hem de sivil diplomasi, insani diplomasi yoluyla İHH rehine kurtarma operasyonları yapmıştı. İngilizler, Amerikalılar da kurtarıldı aynı yöntemle.

Türkiye’nin bölgede köklü, etkin, iyi bir temas ağı var..

Son MİT yasasından sonra Türkiye’nin bölgedeki etkinliği daha da arttı. TIR Operasyonu gibi operasyonlar bu etkinliği önlemeye yönelikti; olmadı..

MİT bölgedeki bütün dini, mezhebi, etnik, ideolojik ve politik hareketleri izliyor..

Irak’taki gelişmeleri hem kendi güvenliği, hem bölge insanına karşı insani bir görev, hem kardeş ve komşu halklara karşı bir kardeşilik borcu olarak yapıyor. Ve zaten Irak konusunda Türkiye garantör ülke olma özelliğine sahip.

Dikkat ettiniz mi, süreçle ilgili Almanya’nın, İtalya’nın ya da Rusya’nın, Çin’in adı geçiyor mu? Hatta İran’ın, Suudi Arabistan’ın ya da İsrail’in, Mısır’ın.. Türkiye, ABD, İngiltere ve Fransa’nın adı geçiyor sadece.. ABD zaten Irak’ta fiilen var.. İngiltere hem Irak’ın, hem de Suriye’nin garantörü, Fransa ise Suriye’nin garantörü..

Fransa’nın özellikle IŞİD’e karşı Suriye üzerindeki etkin hava harekatı, batı cephesindeki görüş birliğinin bir ifadesi olarak görülmeyebilir.. ABD’nin, Fransa’nın etkin olduğu Afrika ülkelerine, Ebola virüsü gerekçesi ile, BM şemsiyesi altında girmek istemesi ve 5000 kadar sağlık elemanının güvenliğini gerekçe göstererek bölgeye asker gönderme kararına karşı Fransa da, bölgede bayrak göstermiş olabilir..

Fransa saldırılarında IŞİD merkez karargahı ve silah depoları vurularak büyük insan kaybı ve maddi zarar oluşturuldu.. IŞİD içinde geleceğe ilişkin görüş ayrılıkları da giderek derinleşiyor. Uluslararası koalisyonun Irak hükümetinin yanında devreye girmesi, Barzani’nin peşmergelerle birlikte IŞİD’e karşı başlattığı operasyon ve IŞİD’in çok geniş bir bölgeye dağılmasının beraberinde getirdiği ikmal ve komuta sorunları sebebi ile zaten örgüt içinde birtakım sorunlar baş göstermeye başlamıştı..

Ankara IŞİD’e destek veren Arap aşiretlerinden önemli bir bölümü ile zaten uzun zamandan beri dirsek teması içinde idi ve aslında bu örgütler IŞİD’i desteklemekten çok Irak’taki Şia yönetiminin baskılara karşı bir ortak cephede sağlanan bir ittifak sözkonusu idi.. Olayın şekil değiştirmesi ve Irak’taki yönetim değişikliğinin ardından dengeler yeniden değişti. Tam da böyle bir zamanda Ankara rehineleri almayı başardı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Turgay Güler: Keşke IŞİD seni kaçırsaydı!

Haklılar! 

Operasyon dediğin “kanlı” olur! 

Öyle ya, istihbaratçılar IŞİD militanlarıyla silahlı çatışmaya girmeliydi! 

O ara, Allah esirgesin rehinelerden 5-10’u, istihbaratçılardan 15-20’si şehit olmalıydı! 

Kan gövdeyi götürmeliydi ki, operasyon olsun! 

Sonra şu manşeti atmalıydılar. 

“Lanet olsun sizin yapacağınız operasyona”! 

Ne istiyorsunuz, ne olsun, neyin peşindesiniz? 

Öbürü diyor ki: 

“Kesin IŞİD’e bir şey vermişlerdir”! 

Ne vermişlerdir muhterem? 

Bir çuval para mı? 

Yemin ederek söylüyorum, bunların arasında “IŞİD neden bu rehinelerin kafasını kesmedi?” diye dertlenenler vardır. 

Heriflerin gözü dönmüş! 

Bir diğeri de eşeklik edip çirkin bir yakıştırmada bulunuyor. 

“Allah aciz bir kulunu sevindirmeyi murat ederse, önce eşeğini kaybettirir sonra buldururmuş!” diyor. 

Aciz kul hükümet. 

Eşek, rehineler! 

Lafın nereye gittiğinden haberi yok! 

Keşke IŞİD seni kaçırsaydı da, hükümet de acziyetinden seni bulamasaydı! 

Keşke! 

Beriki ise “Ne yani sormayalım mı?” diyor. 

Sor tabii ki. 

Sor ama; bir gün bekle, bir hafta bekle. Acelen ne? 

Acelesi şu. Beklemiyordu, başka bir şey umuyordu. Beklediği ve umduğu o “feci son” için ne yazacağını, ne söyleyeceğini bile hazırlamıştı! 

Kahroldu! 

Kemal Bey’i tebrik ediyorum. 

Yarın ne söyler bilmiyorum ama ilk anda söyledikleri alkışa değerdi? 

Başbakan Davutoğlu’nu aradı ve kutladı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Vedat Bilgin: Türkiye büyük bir ülkenin adıdır

Batılılar, bu bölgede yaptıkları yanlışların, Irak’tan Suriye’ye, Afganistan’dan Filistin’e kadar bütün coğrafyayı nasıl şiddete, vahşete, kana buladığını, yaptıkları müdahalelerin, hangi sonuçları doğurduğunu doğru değerlendirip bu bölgedeki adımlarının nasıl felaketle sonuçlandığını görmeleri gerekir. 

Bugün IŞİD’i dünyanın başına bela eden yanlışlar da, yine doğrudan doğruya Batı sisteminin patronları olan ABD’nin, Fransa’nın, Almanya’nın ve İngiltere’nin takip ettikleri politikaların sonucudur. Suriye’de bahar devrimi hareketi ortaya çıktığı günden bu tarafa, Özgür Suriye Ordusu’nu destekleyerek doğru yerde duran Türkiye’nin önerdiği, “uçuşa yasak bölge” ilanı ve “güvenli alan” oluşturma politikaları benimsenmiş olsaydı, bugün dünya hem Baas rejiminin vahşetine şahitlik etmeyecek, hem de Suriye’nin hava saldırıları sonucu ÖSO’nun boşalttığı yerleri, IŞİD ele geçirmemiş olacaktı. 

Başarı ve özgüven 

Musul’un IŞİD’in eline geçmesiyle birlikte, Türk Konsolosluğu IŞİD’le karşı karşıya kalmış, Irak merkezi yönetiminin, IŞİD karşısında varlık gösterememesi, o ülkenin güvencesi altında olan Türk Konsolosluğu’nun bütün çalışanlarını rehine durumuna sokmuştu. Türk devletinin, rehine krizinin başladığı günden itibaren öncelikli hedefi tek bir Türk’ün kılına zarar gelmeden rehinelerin kurtarılmasıydı. 

Milli İstihbarat Teşkilatı’nın öncülüğünde diğer güvenlik kuvvetleriyle birlikte sürdürülen operasyon nihayet konsolosluk çalışanlarını IŞİD’in elinden kurtarıp özgürleştirirken dünyaya da şu mesaj verilmiş oluyordu: Bu coğrafyada hiç kimsenin yapamadığı operasyonları ancak Türkiye yapabilir. Çünkü terör örgütleri hariç, bu coğrafyanın insanlarıyla Türkiye arasındaki dostluk ve birlik duygusu kadim bir kardeşlik hukukuna dayanmaktadır. Bu süreci yöneten, bu halklar arasındaki dayanışmayı ve ruhu harekete geçirecek bir “devlet aklı” bu tür operasyonları yaparken de geniş bir manevi desteği yanında bulmaktadır. 

Şimdi şu itirazların yapıldığını görüyoruz: Aslında Türkiye’nin operasyonun bir nevi IŞİD’le “Danışıklı dövüş şeklinde yürüdüğünü” iddia eden, asgari mantık ve ahlak tutarlılığına sahip olmayanlar, Türkiye’nin IŞİD’i resmen terör örgütü olarak ilan ettiğini, Özgür Suriye Ordusu’nu; Irak’ta Türkmenler ve Kuzey Irak Kürtleri ve Arapları destekleyerek IŞİD’le büyük bir mücadele yaptığını nasıl inkâr ederler.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: ABD ile Türkiye arasındaki tek konu sadece IŞİD mi?

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak için New York’a giden Cumhurbaşkanı Erdoğan, dün havaalanında yaptığı açıklamada özetle şunları söyledi: 

“- Sayın Obama ile zaten daha yeni NATO Zirvesi’nde 1.5 saat oturduk, gerek iki ülke arasındaki meseleleri gerekse bölgesel konuları konuştuk. Şimdi de Başkan Yardımcısı Biden’in böyle bir görüşme talebi söz konusu. Irak dosyasını elinde bulunduran Biden’la görüşmemiz teferruatlı şekilde olabilir.” 

Şu anda Türkiye ile ABD arasındaki en önemli müzakere konusunun, IŞİD’e karşı ABD liderliğinde kurulan mücadele koalisyonuna Türkiye’nin vereceği katkının içeriği olduğunu Mısır’daki sağır sultan da biliyor. Bu konuda Türkiye’nin Suriye tarafında bizim sınırımıza yönelik bir “Tampon Bölge” oluşturulması için öneride bulunduğu, da bilinenler arasında… 

Pensilvanya sorunsalı 

Türkiye’nin Ortadoğu’ya uzaktan ve sadece petrole dönük hesaplar üzerinden bakan ülkelerin Gazze’deki faciaya, Suriye’deki Esad zulmüne, Mısır’da demokrasinin katledilmesine ve Irak’taki adaletsiz yönetime dönük umursamazlıklarının sonucunun IŞİD olduğunu, sürekli hatırlattığını da kaydetmeliyiz.

Ama biliyoruz ki Türkiye ile ABD arasında bir de “Pensilvanya’da mukim zat”a ilişkin bir mesele var. Obama ile görüşmesinde Erdoğan’ın bu meseleyi de gündeme getirdiğini de bilmekteyiz.

Özellikle Amerikan medyasında “Türkiye güvenilir bir müttefik mi” benzeri yayınların sık sık yer aldığı şu dönemde, “Güven”in karşılıklı davranışlar üzerinde şekillenen bir duygu olduğunun herhalde hatırlatılması da gerekiyor. Türkiye’de demokrasiye, hukuk sistemine dönük bir tehdidin oluşturulduğu ve bunun kaynağında “Paralel Devlet” kurmaya teşebbüs eden ve Pensilvanya kaynaklı bir örgütün bulunduğuna ilişkin bulgular, Erdoğan tarafından Obama’ya da anlatılmamış mıydı?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Sizi gidi pek “aydın” cahiller!

Hepimiz özel olarak, kasıtlı biçimde “cahil” yetiştirildik; üstüne krema olarak da, kendimizi “aydın” sanmamız öğretildi.

O yüzden belki de dünyanın en palavra aydınları 1960’lar sonrası Türkiye’sinin seküler, devletçi, modernist eğitim sisteminin ürünleridir.

Hele kendini solcu zannedenleri tam bir felakettir. 

Köklerini bilmedikleri, gerilimlerini anlamadıkları Batı’ya meftundurlar ama moralleri hep bozuktur. Çünkü bir türlü Batılı olamadıklarının da farkındadırlar.

Peki neyin nesidirler? 

Bu sorunun insanın içini yakan acısının üzerini örtmek için sürekli halkın sözlü geleneklerini, dinsel terbiyesini ve yerel kültürünü aşağılarlar.

Geçenlerde bu tayfadan bir televizyoncu okulların açılmasını fırsat bilerek ve İmam Hatipleri de hedef alarak sosyal medyaya kustu: “Cehaletin kutsandığı ülkede, bayağılığa tutsak insanlar yetiştiriliyor.”

Kendi bayağılığını fark edemeyen bu küstahlığa kızmak yerine dayandığı temelleri anlamak gerek. 

***

Batılı aydının Latince, Grekçe gibi dillere verdiği öneme ağzı bir karış açık, hayranlıkla bakan bu tipler hiç dönüp sormazlar kendilerine… 

Biz neden kültürümüzün kök dillerine uzağız? 

Ben yıllardır bunun ıstırabını çekiyorum ama aynı eğitimi almış, aynı kültürel çevreden gelen akranlarımda bu sıkıntının zerresini göremiyorum.

Oysa tuhaf!

İnsan bir sormalı…

Neden Arapça öğrenmek için çaba göstermedik?

Neden Mevlana’ya bayılıyoruz da, Farsça’ya bu kadar uzak kalıyoruz? 

Nasıl oluyor da, ana dilimiz Türkçe’yi tanınmaz hale getirmekte birbirimizle yarışmış ve bunu da “aydın olmanın gereği” saymışız?

Bu derin kültürel mahrumiyetin hepimize “entelektüellik” olarak yutturulması çok acıklı değil mi?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hasan Bülent Kahraman. 

Din dersiyle özgürleşmek

Anlamadığım şu; Türkiye’de üstünde tartıştığımız konuları neden bir türlü demokratik alanın genişletilmesi için birer imkân ve araç olarak görmüyoruz? Kürtlerin anadil özgürlüğü, din eğitimi, ibadet biçimi ve mekânı tartışmalarını yapıyoruz çünkü bunların tümünü devlet- sivil alan çatışmasının içinden okuyoruz.

O yetmiyor, bu konuların tamamında devletin “kontrolünü”, belirleyici rolünü sivil alanın üstünde tutuyoruz.

Halbuki kolaylıkla değişebilir bu anlayış.

Artık. Çünkü yakın geçmişimizde bütün siyasal hayatımızı tayin eden en büyük konuyu, başörtüsü konusunu, bir temel insan hakkı, özgürlük ve demokratikleşme sorunsalı olarak gördük ve o yoldan çözdük -artık ne kadar çözdüysek. Ama hiç değilse o kulvara girdik. Peki, şimdi şu yukarıda saydığım üç alanı neden bu bağlamda ele almayalım?

AİHM’nin kararını başka türlü yorumlama olanağı zaten yok. İnsan hakları meselesidir bu diyor ve devletin kimseyi zorlamamasını istiyor. Buna mukabil Başbakan Davutoğlu, ateistlerin bile zorunlu din dersi alması gerektiğini söylüyor.

İki nedenden ötürü katılmıyorum o görüşe.

Birincisi, bu eğitimin verildiği dönemde bir çocuğun ateist olabileceğini düşünmek zor.

Dolayısıyla Davutoğlu aileleri dile getiriyor, zımnen. Yani, çocukların henüz aile kararlarıyla bilinçlerinin ve kişiliklerinin biçimlendiği bir dönemi işaret ediyor, din eğitimi alınan yılları zikrederek. O durumda çocuğun değil ailesinin iradesi geçerli. Bir kere bu benim için zaten sorunlu bir durum. Bana kalırsa tam da bu nedenle, çocuğun kendi tercihi söz konusu olmadığı için, büyük ölçüde çocukların kendileri bu tercihte bulunmadıkları için “din bilgisi” dersi vermemek gerekir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yıldıray Oğur: Sözde rehin tutulan” gerçekler…

“…. ismini vermeyen görgü tanıklarından aldığı bilgilere göre, Türk ordusu, bu sabah Kobane’nin doğusuna düşen Qeremox ve Eyn El-Bat köyleri arasındaki bölgede, DAIŞ çetelerine 5 askerî araç dolusu ağır silah götürdü. Görgü tanığı, Qaramox köyü yakınlarında sınırı geçip Rojava topraklarına giren Türk ordusunun bizzat DAIŞ elemanlarına bu silah ve cephaneleri teslim ettiğini söyledi. Aynı kaynağa göre, 5 askerî araç içinde 57’lik toplar, 23’lük Doçkalar ve bunlara ait sandıklar dolusu top gülleleri ve mermiler bulunuyor…”

Önce “İsmini vermek istemeyen görgü tanıkları.” Sonra diğerleri vazgeçiyor şahitlikten herhalde “görgü tanığı”. Sonra güvenlik gerekçesiyle adı değişiyor: “Aynı kaynak”. Beş askerî aracın sınırdan geçtiğini görüyor. Bizzat “Türk ordusunun” (şahsi değil kurumsal olarak bir teslimat bu) bizzat elceğizleriyle DAIŞ yani (IŞİD) elemanlarına silah ve cephaneyi teslim ettiğini de görüyor. Yetmiyor. Askerî araçların içindeki mühimmatı da mermilerine kadar görüp tespit ediyor. (Ne tesadüf ki o mermi ve top cinsleri 1 saat önce başka bir örgüte yakın haber ajansına konuşan YPG komutanının IŞİD’in elindeki silahlardan saydığı cinsten.)

Google Earth gibi bir geniş açı, cemaat polisleri kadar teknik bir donanım iki gözde buluşmuş. Tek bir eksiği var: Bir adet fotoğraf çekebilen cep telefonu! Saatlerce bu teslimatı izlemiş olmalı. Bir koşup bakkal amcanınkini kapıp gelse… Biz de onu “ismini vermek istemeyen görgü tanığı” olarak değil, Pulitzerlik bir haberin kaynağı olarak bizzat tanırdık. New York Times bu aralar böyle bir kareye epey para da verirdi.

2014 yılında 5 kamyonu saatlerce izleyip tek kare çekememek anlaşılır tabii. Gözden kaçabilir de beş kamyoncuk. Ama ya bir tren dolusu cephanenin sınırdan geçiş anı…

Haberin kaynağı Aksaray’daki ciğercide Bilal Erdoğan’ın IŞİD komutanlarıyla o ünlü fotoğrafını bulup yayınlayan çok ünlü PKK’lı gazeteci. İçişleri Bakanı’nın bir valiye “Nusra’ya destek verin” diye kibarca arz ettiği o ünlü genelgeyi de ondan öğrenmiştik. Dışişleri Bakanlığı’nın Nusra’ya destek için yazdığı çok gizli yazılarında örgüt terminolojisiyle “PKK’nin” dediğini de.

Yani çok güvenilir bir kaynak:

“Tanıklar açık adres veriyor; Rojava sınırında sefer yapan Türk treni Tel Abyad’da Silib Qeran köyünde (istasyon yok) durup cephane indiriyor. Trenin durduğu bu köyün karşısı tümüyle IŞİD denetiminde. Ve tanıklar IŞİD çetelerinin trenden indirilen sandıkları götürdüklerini söylüyorlar. Köylüler uzaktan bunu görüyorlar ancak kimse oraya gidip ‘tren niye durdu’ diye bakamıyordu. Çünkü bir tarafında Türk askeri diğerinde IŞİD var…”

Tanıklar, tanıklar ah o tanıklar. Hiçbirinin fotoğraf çekebilen bir akıllı telefonu yine yok. İkinci Pulitzer de gitti, New York Times’dan, Spiegel’den gelecek dolarlar, Eurolar da. Onu geçin koskoca silah dolusu bir tren sınırı geçip karşı tarafta dünyanın karşısında birleştiği bir örgüte silah götürüyor ve dünyanın hiçbir istihbarat örgütü, hiçbir Heron’u, uydusu, gazetecisi, tren güzergâhında oturan sıradan cep telefonlu insanı bunu çekemiyor.

Suriye’deki Türkmenlere bir tır bile gönderememiş bir devletin birkaç ay sonra becerdiğine bak. Yeni Türkiye bu demek ki.

Tren haberi HDP vekillerce Meclis gündemine bile taşındı. RT etmeyen siyasetçi kalmadı. Hatta PKK’ya yakın TV’ler görüntü diye trenle askerî zırhlı araç sevkiyatı görüntüleri bile kullanmaktalar. Ama iddiayı twittera yayan gazetecinin sitesi de bu dünyayı sarsacak haberi iki cümleyle haber yapabilmiş: “Türk devletinin ise Kobane’nin kuzeyinde IŞİD çetelerini trenlerle taşıdığı iddia ediliyor. Suruç hattında IŞİD çetelerinin yoğun hareketlilik içinde oldukları, Türk devletinin çetelere askerî teçhizat ve çete taşıdığı bildiriliyor…”