İsrail’in Müslüman destekçileri

Olaylar
Star gazetesinden Mustafa Nihat Yükselir, İbrahim Kiras, Orhan Miroğlu, Ardan Zentürk; Yeni Şafak gazetesinden İbrahim Karagül, Abdulkadir Selvi, Hilal Kaplan, Yusuf Kaplan; Sabah gazetesinden Haşmet ...
EMOJİLE

Star gazetesinden Mustafa Nihat Yükselir, İbrahim Kiras, Orhan Miroğlu, Ardan Zentürk; Yeni Şafak gazetesinden İbrahim Karagül, Abdulkadir Selvi, Hilal Kaplan, Yusuf Kaplan; Sabah gazetesinden Haşmet Babaoğlu, Engin Ardıç, Haşmet Babaoğlu; Akşam’dan Ufuk Ulutaş, Vedat Bilgin, Emin Pazarcı; Radikal’den Oral Çalışlar bugün neler yazdı?

Mustafa Nihat Yükselir: Baba olmayı öğrenmek

Puslu sisli bir İstanbul akşamında Topkapı- Esenyurt minibüsüne yorgun bedenimi zor bela atıp cam kenarınadaki koltuğa eve gitmeye çalışıyordum.

Minibüs şoförünün yolcu toplama telaşı ile çığlık çığlığa sürekli tekrarladığı cümleler eşliğinde başladı yolculuk.

Camdan sisli havanın içinden geçen araçlara bakarak dalgın ve yorgun bir halde uyuklarken iki küçük çocuğun gülüşmelerinin bir anda minibüsün içini doldurması ile sesin geldiği yöne dikkat kesildim.

Biri dokuz- on,diğeri ise alt-yedi yaşlarında iki kız çocuğu babalarının elin sıkıca tutmuş, koridorun diğer tarafında karşımdaki tek boş yere oturdular.  Neşe için de gülüşüp şakalaşan çocukları sıkı sıkıya kucağında tutan baba avucundaki demir parayı şoföre verilmek üzere, önündeki yolcuya uzatarak ‘’Esenyurt’’ dedi. 

İki çocuk, tek koltukta oturan babalarını kucağında daracık yerlerini önemsemeden gülüşüp yolculuğu keyifli hale getiren oyunlar oynuyorlardı. Kızların saç bukleleri ile oynayan babaları, ayakta önünde duran çocuklarını susturmaya çalışıyordu. 

Minibüsün içindeki yolcuları görmek için baktığı aynaya sert bir bakış fırlatan şoför, ‘’Ücretleri tam yollayalım’’ dedi.  Kısa bir seksizlikten sonra daha yüksek bir sesle  ‘’Ücret eksik, ücreti tam yollayalım’’ dedi. Gülüşen çocuklarını, sanki elinden alınacaklarmış gibi iyice kavrayan baba yüzünde oluşan panik, utanç, hüzün karışımı ifade ile yutkunarak önce başını öne eğdi, sonra cılız bir sesle ‘’Başka param yok’’ dedi.Başı öne eğik kucağındaki çocuklara sarılı öylece hareketsiz kaldı. Sanki taş kesilmişti.

Kaşlarını çatan şoför aynadan sinirli bir ifade ile bakarak  “Paran yoksa binmeyeceksin, bizde ekmek parası kazanmaya çalışıyoruz. Önce biniyor sonra param yok diyorsun’’ dedi. Bir anda iki kız çocuğunu bıçak gibi gülüşmelerin kesilmesi ile minibüsün içini derin sessizlik kapladı.

Sessizliğin içinde tüm gözlerin üzerine döndüğü babanın, yüzündeki mahcup bakışı, utancı katlayarak artırmıştı. Artık çocuklarda o mahcubiyetin ve utancın bir parçası olurcasına sesiz başları öne eğik susuyorlardı.  Bütün mahcubiyet ve utancına rağmen bir eliyle kızların saç buklelerini okşayarak onları teselli ediyor, diğer eli ile de sıkı sıkıya onları tutuyordu. Büyük kız menekşe bakışlı gözlerini yumruk yaptığı eliyle kapatarak utancını gizlemeye çalışıyordu.

Şoför aynaya sert bakışlarla bakara kafasını sallayıp tepkisini devam ettirerek yine konuşmaya başladı. Bir yandan camdan dışarıya bağırarak yolcu toplamaya çalışırken bir yandan da aynaya bakıp ‘’Böylesi de hep bizi bulur’’ diyordu.

Baba, sıkıca kavradığı çocuklarını elini tutarak tam kalkmaya yeltendiğinde artık dayanamadım. Hızla kalkıp, elimle işaret ederek ‘’Ağabey sen otur ben hallederim’’ dedim ve bir hışımla şoföre yöneldim. Sinirden ne yapacağımı bilmez halde cebimdeki bütün bozuklukları çıkarıp şoföre uzattım.  Sert bir ton ile  ‘’Al paranı ve sus’’ dedim. Bana dönen şoför şaşkın ve mahcup bir ifade ile ‘’Gerek yok, kalsın, çoluğumuzun, çocuğumuzun sadakası olsun’’ dedi.  Bu tavır beni iyice sinirlendirmişti.  Elimdeki parayı içinde bozuk paraların bulunduğu önündeki kaba fırlatarak ‘’ Al şu parayı. Çocuğu olan biri, bir insan böyle davranır mı? Onların senin gibi birinin sadakasına ihtiyacı olmasın. Al paranı kardeşim. Uzatma! ‘’ dedim. Kendimi kontrol edemeyeceğimi düşündüğüm için kapıya yöneldim ‘’Aç kapıyı ineceğim’’ dedim.

Suratını büyük bir utanç kaplayan şoför“Beni yanlış anlama kardeşim’’ derken işin ciddiyetini anlamış olmalık ki kapıyı açtı. Kendimi dışarı atıp duraktaki banka oturduğumda minibüs durağı çoktan terketmişti.

Sinirden ağlamaklı bir halde bankta otururken babanın her şeye rağmen çocuklarını kucaklaması gözümün önünden gitmiyordu.  Tüm mahcubiyetine ve utancına rağmen baba olmaya devam ediyordu kızlarına sarılarak. Üniversiteli bir genç olarak irkilmiş, korkmuştum. Bu babanın yerinde ben olsam ne yapardım, sarılabilir miydim çocuklarıma? Kendime sorduğum bu soruya ‘’Baba olmak çok zormuş’’diyerek cevap verdim.  Başka bir minibüse binmek için kalktığımda ‘’Gelecekte çocuk sahibi olmak için galiba baba olmayı da öğrenmem gerek’’ diyerek içimden geçirdim.

Haklıydım, baba olmak ne kadar zormuş, yaşayarak öğreniyorum şimdi. Baba olmanın sadece çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamak, ona doğruları öğretmek, yanlışları yapmasını engellemek, onu tehlikelerden korumak, ona gelecek kurmaya çalışmak olmadığını son iki haftada öğrendim. Baba olmanın aynı zamanda çocuğunun acısını, sevgisini vererek azaltmak olduğunu da öğrendim. Tıpkı o minibüsteki baba gibi, baba olmakutancı, kederi,mahcubiyetini bir yana bırakarak çocuğunun acısını paylaşmak için ona sarılmayı bilmektir.

Oğlum Fransa da yaz okulunda iken büyük bir acıyı yaşamak zorunda kaldı. Kendisini bakıp büyüten,on altı yıldır gözünden sakınan dedesini kaybetti. Bu onun ilk yakın kaybı, ilk büyük acısı idi. En kötüsü ise çok uzakta ve yalnız yaşadı bu acıyı.

İşte beniml baba olama sınavım asıl o andan itibaren başladı. Kilometrelerce uzakta büyük bir acı yaşayan oğluma sarılarak, acısını paylaştığımı ve onu sevdiğimi, üzüldüğümü hissettirmem gerekti.

Tam binlerce kilometre uzaktaki oğluma sarılmayı, baba olmayı öğrenirken, herkes gibi bende tüm dünyayı sarsan büyük bir acı ile yüz yüze kaldım.

Bir sabah İsrail’in Filistin de yaptığı katliam ve öldürdüğü yüzlerce çocuk haberleri ile uyandım.

Baba olmayaçalışırken, yüzlerce katledilen çocuk ve babasını düşünmeden edemedim.

Ben kendi baba olma sınavıma zor dersem, bu çocukların babasının sınavına ne demeliyim?

Onların sınavını da vermeden kendi sınavımı versem baba olur muyum?

O acıyı paylaşmasam o çocuklara da sarılamazsam kendi oğluma baba olmuş sayılır mıyım?

Şimdi bir yandan Fransa’daki oğluma, bir yandan da Filistin’de yaralı halde hastanede kanlar içinde yatarken zafer işareti yapan çocuklara sarılarak baba olmayı öğreniyorum.

Ekrem Dumanlı ‘Sesiz Çığlık’ dediği Fethullah Gülen’e haber versin

İsrail’in Filistin de katliama başladığı ikinci gününde bir televizyon programına katılan Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, Fethullah Gülen’in sessizliğinin  ‘Sesiz Çığlık’ olduğunu söyledi. Gülen yapılanmasına ait kanalındaki canlı yayında, program sunucusunun “Fethullah Gülen’in son dönemdeki sessizliğini nasıl yorumluyorsunuz” sorusunu, “Bu sessizliği bir ‘Sesiz Çığlık’ olarak görüyorum” diye cevapladı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Osman Akkuşak: İmam-hatip liselerinin kültürümüze katkısı

Dilimiz bizim herşeyimizdir.. herşeyden evvel düşünce dünyamızın, bir başka deyişle düşünce kudretimizin vasıtası ve temsilcisidir.. dilimiz olmadan düşünemeyiz…

daha sonra, binlerce, yüzlerce yıllardanberi biriktirdiğimiz bilgilerin, ilimlerin, san’atların taşıyıcısıdır..

bir dilin ne kadar çok kelimesi, kavramı varsa; ne kadar çok cümle çeşiti, ifade kalıbı varsa o kadar güçlüdür, o kadar canlıdır.. fonksiyonlarını, gördüğü hizmetleri o derecede yerine getirmeye, îfa etmeye muktedirdir..

yukarıda saydığımız iki ana misyonu zikrettikten sonra, dilimizin vasıta olduğu diğer kültür, eğitim, hukuk, teknoloji faaliyetlerini, ferdi ve toplumsal yaşantı kategorilerini saymağa artık ihtiyaç bulunmamaktadır.. çünkü o iki ana görev; hepsini şümûlü ve kapasitesi içinde bulundurmaktadır..

alalım meselâ edebiyatı.. lisanımızın ifade gücü yüksek olursa, o lisanla yazılan şiirler ve romanlar elbette ki güçlü, zengin ve kaliteli olur.. ince düşünceleri, komplike fikirdemetlerini, çok değişik duygu ve hayal parçalarını, kelime hazinesi geniş bir dil kolaylıkla ifade edebilir..

bu girizgâhı niye yapıyoruz.. şunun için: imam hatip liselerinin, okuyan gençliğimize kazandırdığı konuşma, yazma, anlama ve anlatma yeteneklerinin küçümsenemeyecek kadar yüksek seviyede olduğunu beyan etmek için, belirtmek için..

çünkü bu liselerde okutulan arapça, osmanlıca, kelâm, tefsir, hadis, tarih gibi derslerin tabiî dilimizin öğretilmesindeki rolü; zannedildiğinden daha büyüktür.. bu dersleri, mahiyetleri icabı, 1930 ile 1935, ayrıca 1939 – 1945 arasında uygulanan dil devriminin sebebolduğu yetersiz ve bir kısmı uydurma olan yeni kelİmeler vasıtasıyla okutmak ve öğretmek mümkün değildir.. imamlıkla, hatiplikle, islâm tarihiyle, tefsir, hadis ve kelâm ile ilgili bilgilerin ancak tabiî türkçe ile ifade edilebilmesi mümkündür.. sonra bu disiplinlerin kendi konularına ait kelimeleri ve terimleri mevcuttur.. bu terimler, ekseriyetle arapçadan alınarak türkçeye mâledilmiş kavramlardan ibarettir.. şu hakikati de ifade etmek, ilmi bir mecburiyettir: biz, ortadoğu coğrafyasına geldikten sonra, hattâ daha evvel müslüman türk devletleri zamanında türkçemize arapça, farsça kelimeler geçmeye başlamıştır.. arapçadan birçok edat, zarf, isim, sıfat ve fiil almışızdır.. bu dil varlıklarını türkçemize pek mükemmel surette adapte ve monte etmeğe muvaffak olmuşuzdur.. hattâ bir kısmının arapçadaki anlamını bırakıp daha değişik bir mânâ ile dilimize yerleştirmişizdir..

hani bir söz vardır: (galatımeşhur, lügatıfasih’ten evlâdır = meşhur olmuş yerleşmiş yanlış; doğru mânâda kullanılan kelimeden daha makbuldür..) yani ahâlî, halk bir kelimeyi hangi mânâda kullanıyorsa, doğrusu odur.. öyle kabul etmek gerekir…

hülâsaikelâm, denecek odur ki, imam-hatip okullarını düz lise kabul ederek onlara daha etkin, daha müessir vazifeler yüklemek; normal ve faydalı bir değerlendirme sayılır..

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Kiras: İsrail’in Müslüman destekçileri

İsrail saldırılarının zamanlamasına baktığınız zaman öncelikle El Fetih ile Hamas’ın bir araya gelerek milli birlik hükümeti kurmaya yöneldikleri bir dönemde bunun gerçekleştirildiğini görüyorsunuz. Bunun yeterince anlamlı olduğu ortada.

Diğer yandan İsrail son yıllarda saldırılarını sürekli ramazan aylarına denk getiriyor. Bunun da tesadüf olmadığını, İslam âlemine yönelik bir hakaret ve meydan okuma olduğunu düşünmek gerekiyor.

Üçüncüsü, özellikle Ortadoğu ülkeleri arasındaki çelişki ve çatışmaların had safhada olduğu, derin bir parçalanma çerçevesinde hemen her unsurun birbiriyle -sıcak veya soğuk- savaş halinde olduğu bir dönemde İslam ülkelerinin Gazze için fazla bir şey yapamayacağını da kabul etmek lazım.

Zaten İsrail’in pervasız saldırganlığının tek güvencesi ABD’nin şartsız desteği değil. Aynı zamanda bölgedeki gizli müttefiklerinin desteği de Siyonist rejimin elini güçlendiriyor. Hatırlayın: Mısır devrimi sonrasında bölgede hüküm süren Camp David düzeni yıkılmış ve bölgenin en önemli aktörlerinden Mısır artık İsrail’in değil Filistin’in yanında saf tutar hale gelmişti. Ne var ki kısa süre sonra Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin desteğiyle gerçekleştirilen askeri darbe her şeyi yeniden eski haline getirdi.

Mısır devriminin ardından yapılan hatalara ve Mursi yönetiminin başarısız politikalarına yönelik eleştirilerinizi paranteze alarak cevap verin: Suudi Arabistan, Kuveyt ve BAE’nin milyar dolarlar akıtarak destekledikleri -daha doğrusu yaptırdıkları- askeri darbe olmasaydı ve Mursi yönetimi bugün işbaşında bulunsaydı İsrail bu kadar rahat olabilir miydi?

Diğer taraftan Türk dış politikasının en güçlü assetleri Suriye meselesine rehin verilmek zorunda kalınmasaydı Türkiye’nin de duruma müdahil olma imkânı şimdikinden daha fazla olabilirdi. Suriye konusunda Suudi Arabistan ve Katar’ın en başından itibaren oynadıkları belirleyici roller daha net biçimde ortaya çıktığında bugünkü problemlerin kökeni de daha iyi anlaşılacaktır.

Suriye krizinin ilk patlak verdiği günlerde Ankara kendisini bu ateşin dışında tutmanın çarelerini arıyor ve baskılara direnmeye çalışıyorken içerideki paralel yapının “Türkiye bu işin dışında kalsın” diyenlere karşı “Mehmetçik Suriye’ye!” kampanyası yürüttüğünü hatırlamanın tam da zamanı. Sonra birdenbire “bu hükümet bizi Suriye bataklığına soktu” demeye başlamaları ayrı bir karakter meselesi. Ancak o günlerde “Suriye’de Müslümanlar ölüyor, biz burada ne duruyoruz!” diye Türkiye’yi gaza getirmeye çalışanların bugün Gazze’de katliama uğrayan Filistinliler için mümkün olduğunca “serin kanlı” bir tutum içinde olmaları da yeterince anlamlı.

Benzer şekilde bölgesel güçlerin siyasi çıkarlarına endeksli stratejik tercihlerine akıl erdiremeyen saf insanların kafasını karıştıran bir aktör de Suudiler. Sıradan insanlar diyorlar ki “bizzat Suudi devleti olmasa bile, Suudilerin desteklediği Selefi silahlı gruplar, madem bu kadar İslami hassasiyete sahipler, neden Filistinliler için kıllarını kıpırdatmıyorlar?”

Mesela IŞİD bugünlerde çok popüler bir örgüt. Hilafet bile ilan etti! Başta Şiiler olmak üzere etrafındaki neredeyse bütün Müslümanlara kan kusturuyor. Ama İsrail’e karşı pek de olumsuz duygular içinde değil anlaşılan. Öyle ki şair İsmail Kılıçarslan geçen gün Twitter’da “İŞID’in Katar’daki dünya kupasını engellemek için ‘atarım’ dediği Scud füzelerinin menzili İsrail’e ulaşmıyor mu acaba?” diye ironik bir soru sordu.

Mesele şu ki siyasi ve ekonomik çıkarlara dayalı iktidar mücadelesi bazen din-iman dinlemiyor. Haçlı seferleri sırasında da Haçlılarla işbirliği yapıp rakibi Müslüman devletlere karşı savaşan Müslüman hükümdarlar vardı.

Bugünkü durumu da iktidar ilişkileri bağlamında yorumlamak lazım… Sözgelimi Suudiler başlangıçta el-Fetih örgütünün gücünün kırılması gayesiyle destekledikleri Hamas’ın giderek başına buyruk hale gelmesini, özellikle de İran ve Suriye ile işbirliğine gitmesini kabullenemediler. (Bu arada İsrail’in de başlangıçta Hamas’ın yükselişini Filistin direniş cephesinin bölüneceği ümidiyle olumlu karşıladığını ama sonra aynı gerekçelerle ve el Fetih’ten daha etkin bir direniş örgütleyebilme gücü ortaya çıkınca hayal kırıklığına uğradığını hatırlatalım.) Arap Baharı sürecinde ise Suudilerin uzun yıllardan beri en önemli tehdit unsuru olarak gördükleri İhvan hareketi bölgede önemli mevziler kazanmaya başlayınca Telaviv ile Riyad aynı anda alarme oldular!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Aydın Engin: Bazen susmak da insanlık suçudur…

Kim bilir kaç defa yazıldı.

1948’de, 2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından, Hitler’in Avrupa’daki Yahudileri yok etmesine seyirci kalmanın utancını da taşıyan İngiltere ve Amerika ortaya bir öneri attılar:

“Vatansız halka, halksız toprakları verin!..”

O vatansız halk Yahudilerdi.

3 bin yıl önce doğup büyüdükleri topraklardan sürülmüşlerdi ve yeryüzünün dört bir köşesine dağılmışlardı. Gittikleri hemen her yerde kötülüklerin kaynağı, felaketlerin sebebi olarak görülmüşler; pogromların (=Kitlesel cankırımlarının) hedefi olmuşlar; gettolarda yaşamaya zorunlu kılınmışlar; İspanya’dan, Rusya’dan sürülmüşler; başta Almanya olmak üzere Polonya’da, Hollanda’da, Belçika’da, Fransa’da, İtalya’da Nazi cellatlarınca toplanıp ölüm kamplarında yok edilmişlerdi.

Onlara bir vatan bulmak ve o vatanın 3 bin yıl önce ayrılmak zorunda kaldıkları “vaadedilmiş topraklar” olması insanlığın bir vicdan borcunu ödemesiydi. Doğruydu.

“Halksız topraklar” dedikleri Filistin’di. Bütün dinler için kutsal sayılan Kudüs’ü de kucaklayan topraklar…

Ama o toprakların halksız olduğu kocaman bir yalandı.

O topraklarda binlerce yıldır Filistin Arapları ve  topraklarından kopmamış Filistin Yahudileri yaşıyordu.

Aslında Filistin toprakları her iki halkı da barındıracak, besleyecek kadar geniş ve elverişliydi. Ancak dünyanın dört köşesinden vaadedilmiş topraklara akan Yahudiler, orada yaşayan Araplarla bir arada ve barış içinde yaşamaktansa Amerika’nın ve İngiltere’nin siyasal gücünü, askeri desteğini arkalarına almanın; vaadedilmiş topraklara dönmek yerine oraya dönen Yahudilere çok geniş mali destek sağlamayı yeğleyen uluslararası Yahudi sermayesinin siyasal ve mali gücüne yaslanabilmenin sağladığı olanaklarla zorbalığı tercih ettiler, Filistin Araplarını yok saydılar,yok etmeyi hedeflediler.

Tarihin en büyük acılarını yaşamış mazlum bir halk, Filistin Araplarına en büyük acıları yaşatan bir zalim bir halka dönüştü.

Ölçüsüz zulüm Filistin Araplarına şiddeti siyasal mücadele yöntemi olarak benimsemekten başka bir seçenek bırakmadı.

Yahudilerle Araplar arasına binlerce yıl önce girmiş olan kan yeniden alevlendi; düşmanlık tohumları yeniden boy attı.

Araplar, “Israil bu topraklardan kazınana kadar savaş” derken, Israil “Araplara diz çöktürmek, kollarını kanatlarını kırmak için her yöntem ve yol mübah ve meşrudur” dedi.

O gün, bu gün barış umutlarını yeşertecek her adımın “doğmadan boğulduğu”, şiddetin her defasında daha azgınlaşarak tırmandığı bir Filistin gerçeğini yaşamaktayız.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Orhan Miroğlu: Kardan beyaz öpücük!

Muhalif siyasetin,  bunca tecrübeye rağmen, hala beyaz Türklerin , kendi mağdurlarına öpücükler yollayarak  derleyip toparlamaya çalıştığı  projelerle yürümesi ilginç bir durum.

Demokrasi için hiç bedel ödemeyenler,

Darbe dönemlerini destekleyenler,

Doksanlı yılların başında, Berlin Duvarı çöküp en totaliter rejimler bir bir yıkılırken,  bu ülkeyi Kürt savaşının içine sokanlar.

Ağızlarından bir kez bile ne Alevi ne Kürt kelimesi çıkmamış olanlar,

İstemedikleri başbakanlara, generallerin ‘kenara çekil!’  mesajlarını  medya mensuplarının  eliyle iletenler

Ellerindeki medya ve para gücüyle hükümet kuran ve hükümet devirenler, yani ‘Beyaz Türkler’ işi gücü bırakmış,   şimdi de Kürtlere kardan beyaz öpücükler yolluyorlar!

Bunların, , gladyolu, özel harp daireli, JİTEM’li, OHAL’li, MGK düzenine ,   Erdoğan’a gelinceye kadar hiçbir siyasetçi karşı çıkamadı.

Yalnız siyasetçi mi?

Bu ülkenin, yazarı, çizeri, sinemacısı, sanatçısı, Nobel ödüllü romancısı dahil,  kimse beyaz Türklere ‘eyvallahım yok size!’   diyemedi..

Mahalleyi terk ettiğine inandıkları sanatçıyı, yazarı on defa Nobel , beş defa Oscar almış olsun hiç fark etmez, bir günde mahvedebilirler. İtibarsızlaştırarak, korkutarak, sindirerek, kendinden bile şüpheye düşürerek, kendini tanıyamaz hale getirerek yapabilirler bunu.

Cumhuriyetin bilumum mağdurları ve kaybedenleri, onların eseri.

Ama işe bakın ki, biz tam da kaybedenler nihayet kendi hikayelerini kendileri yazmaya başladı diyecekken,  beyaz Türk düzeninin en çok kaybedenleri, yani mağdurları,  kendi hikayelerini terk etmenin eşiğine geldiler. 

İroni’nin böylesine zor rastlanır!

Cumhuriyetin mağdurları, bunca kahra ve zulme rağmen, beyaz Türklerin takdirini, kardan beyaz öpücüğünü  hak etme yarışı içine girdiler.

Aleviler’e, 1938- Dersim katliamı diyorsunuz, beşyüz yıl öncesine gidip size ‘ya  Yavuz?’  diye cevap veriyorlar!

Dersim Kürt hareketinin de Aleviliğin de önemli merkezlerinden biridir.

Dersimliler Kürt hareketine bir milletvekilini bile çok gördüler.

Ferhat Tunç gibi, sazını, sözünü dinlesen bile yeter diyeceğin bir adayın  yerine , Kamer Genc’i meclise yolladılar.

Gelelim diğer büyük mağdura, yani Kürtler’e.

Beyaz Türkler’in Kardan beyaz öpücüğüne anlaşılan onlar da talip!

Ortalık yanak uzatandan geçilmiyor!

Nişantaşı ve Cihangir’den  Kürtler’in adayına oy patlaması bekleyebiliriz yani!

Ama bir kusuru varmış Selahattin Bey’in.

Beyaz Türkler’in oylarını alabilmesi için,  bu kusuru da hal yoluna koyması lazım diyorlar.. Ben demiyorum valla, diyorlar..

Muhafazakar-demokrat bir Başbakan’la, çözüm süreci geliştiren Öcalan’a mesafe  istiyorlar Selahattin Bey’den.

Selahattin Bey’in  Gezi ve 17 Aralık için, Öcalan’dan farklı düşünmesine, buna dair özeleştiri dahi yapmasına, çözüm sürecinden tek kelimeyle söz etmeye gerek görmemesine, Kürt kelimesini bile ne olur ne olmaz diye koskoca metinde sadece iki kez-biri de dolaylı olmak üzere- kullanmasına, ‘ evet ama yetmez!’ diyorlar!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ardan Zentürk: İsrail, “soykırım” yapmaktadır…

Amerikan yönetimi, her yıl 24 Nisan’da Ermeni iddialarından yola çıkarak (ki, bu trajedinin tarafsız akademisyenler tarafından arşivler üzerinden açıklığa kavuşturulmasını da isteyen biziz) tepemizde “soykırım” kılıcını sallandırıyor ama, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Psaki, nedense, konu İsrail’in Gazze politikasına gelince,  topu taca atmayı tercih ediyor…

Gazze: Irkçılık politikası…

Gençler pek hatırlamaz, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1948-1993 yılları arasında “ırkçı beyaz azınlık” (Apartheid) rejimi vardı. Adı üstünde, azınlıktaki beyazlar, çoğunluktaki siyahları köle olarak kullanır, onları ülkenin belli gettolarında abluka altında yaşamaya zorlarlardı…  Bugün, İsrail’in Gazze politikasına destek veren Amerika Birleşik Devletleri, 1948-1961 yılları arasında kendi güney eyaletlerinde de benzer ırkçı kanunlar geçerli olduğu için bu uygulamaya ses çıkarmadı. 1961’den sonra da, Soğuk Savaş koşullarında Güney Afrika’nın önemli bir müttefik olduğunu düşünen dönemin Başkanı Richard Nixon ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger bu ülkeyle güçlü ilişkiler kurmanın yolunu açtılar. Aynı politika Ronald Reagan döneminde de devam etti. Şimdi sıkı durun, Nelson Mandela’nın lideri olduğu Afrika Ulusal Kongresi, ırkçı beyaz azınlık yönetimi boyunca, Washington tarafından “terörist örgüt” olarak nitelendi. Tıpkı bugünün HAMAS’ı gibi…

Mandela hangi küresel gücün desteğinde 27 yıl hapiste tutuldu? ABD ve İngiltere’nin… Öldüğünde, bizim “Afro-Beyaz” Obama göz yaşları içinde konuşmalar yaptı falan ama, geçiniz, Amerika, stratejik çıkarları doğrultusunda ırkçı rejimlerle işbirliği yapma genetiği olan bir devlettir…

Benzer senaryoyu şimdi İsrail’de yaşıyoruz… (Bu arada, 1967 sonrasında İsrail ile ırkçı beyaz azınlık yönetiminin “stratejik ortak” haline geldiklerini, bu ortaklığı, 1975 yılındaki İsrail-Güney Afrika Anlaşması ile taçlandırıp, ortak nükleer silah üretimine kadar tırmandırdıklarını hemen hatırlatalım.)

İsrail’in Gazze politikası, ırkçı beyaz azınlık yönetiminden çalınmış bir “know-how”dır, orada beyazlar siyahlara ne yaptılarsa, İsrail de şu anda Gazze’deki Filistinlilere aynısını yapmaktadır. Irkçı Güney Afrika’nın abluka altındaki zorunlu siyah yerleşim  birimi Soweto’su, bugün Gazze olmuştur.

Soykırım girişimi…

1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde soykırım şöyle tarif ediliyor: “ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: grubun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; [ve] çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.”

Bu tanıma göre dönelim, Gazze’de ne yaşanıyor bakalım:

1. İsrail, farklı bir ulusal/dinsel grup olarak Filistinliler’in Gazze’de yaşayan bölümünü hedef aldı. Hukuktaki karşılığı “toplu cezalandırma”dır.

2. 2007 yılından bu yana süren “Gazze ablukası” Filistinliler’in yaşam koşullarının fiziksel yıkımı hesaplanarak kasti olarak bozulmasıdır.

3. Aynı grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmektedir. İsrail operasyonlarında ölen Filistinli çocukların dışında, sağ kalanların çok ağır travmalar yaşadıkları açık bir gerçektir.

4. İsrail operasyonlarında çok sayıda çocuğun ve genç kadının öldürülmesi, ulusal/dini bir grubun çoğalma hakkını elinden almaktadır. Bunun bir ileri aşaması çocukların toplanarak başka ülkelere dağıtılmasıdır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Karagül: Gazze ortak utanç, İsrail bir sapmadır

Öfkesi olmayanın geleceği olmaz. Sözü olmaz, derdi olmaz. Acı duymayanın adalet duygusu olmaz.

Sutatülerimiz; mesleklerimiz, bilgi birikimimiz, imkanlarımız insan özümüzü unutturuyorsa, kendimizi kaybetmişiz demektir. Kendini kaybedenlerin bugünümüzde ve yarınımızda yeri olmaması gerekir.

Yeryüzü, Adem’den beri zulme tanık oluyor. İnsanlık tarihi büyük oranda adaletsizliklerin, şiddetin, kötülüklerin tarihidir. Peygamberler bunun için uyarıcı olarak gönderildi. Adem’in çocukları arasındaki kavgaları bitirmek, sapkınlıkların önüne geçmek, insan ırkını hizaya sokmak için. Ama olmadı, olamıyor. Kıyamete kadar da olamayacak. Bu yarış, adaletle zulmün mücadelesi olarak devam edecek.

Gazze Filistin meselesi değildir. Gazze Arap meselesi de değildir. İsrail-Filistin meselesinin son örneği değildir. Gazze’yi bütün bu kategorilerin dışına çıkarmalısınız.

Gazze ve orada yaşananlar vicdanı olan ve olmayan herkesin meselesidir. Herkesin utancıdır, acısıdır, öfkesidir. Gazze bütün bölgesel ve küresel sorunların ötesinde insan ırkının şerefsizlik örneklerinden biridir.

BİR SAPKINLIK ÖRNEĞİ

Toplu imtihanıdır ve kendini kaybetmesinin tarihidir. Bir ülke, sadece bu küçücük kara parçasına yaptığı saldırılarla hepimizle alay etmektedir. İnsanlığın vicdanına, onuruna hakaretler yağdırmaktadır.

İsrail, kuruluşu, uygulamaları insanlık ailesine uyumsuzluğu ile gerçek anlamda bir insanlık sorunudur. İnsan ırkının en aşırı uçlarını besleyen zihinsel bir sorundur. Bu yüzden İsrail yönetimi, insanlık tarihinde bir sapmadır, sapkınlık örneğidir. İşte bu yüzden insanlığın ortak sorunudur. İsrail devleti ve onun politikalarına yön veren herkes bir gün öfkenin hedefi olacaktır.

Çok daha büyük tehditlerle yüz yüzeyiz. Bugün Gazze gibi küçücük bir bölgede yaşayanlara yaptığı zulümlerle kendini gösteren bu ülke, bir nükleer güçtür. Bu zihin, bu sapma yarın o nükleer güçle bütün insanlığı hedef alabilir. İsrail devletini oluşturan düşünce ile bugün onu yönetenlerin zihin yapıları için bu olabilir bir şeydir.

Tehdit sadece Filistinlilere değil tüm insanlığadır. Filistin davası ve Gazze, kanıyla, canıyla bize bu tehdidi gösterdi. Bu sapkınlığın Adem’in çocuklarına daha ne kötülükler yapabileceğini hatırlattı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdulkadir Selvi: Muhsin Yazıcıoğlu’nun kemiklerini sızlattılar

Geçenlerde Ümran Menderes’i gördüm.

Aydın Menderes’i ne kadar özlediğimi hatırladım.

Burnumun direği sızladı.

Perşembe günü iftarda Cebeci’deydim.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun kabrini ziyaret ettim.

Bir kadın kabrin başında ağlıyordu.

Genç bir kız fotoğraf çekiyordu.

Muhsin Yazıcıoğlu’nu ne kadar özlediğimi hissettim.

Siyasi güçlerinin ötesinde bir misyon ifa ederlerdi Aydın Menderes ve Muhsin Yazıcıoğlu.

Ankara’nın puslu havalarında, siyasetin fırtınalı günlerinde işaret feneri gibiydiler.

Aydın Bey ile bir kitap çalışması üzerinde anlaşmıştık.

Sevgiye, saygıya dayalı derin bir muhabbet vardı aramızda.

Son zamanlarda rahatsızdı. Kıyamadım, yormak istemedim.

Ve uçup gitti.

Nur içinde yatsın.

Muhsin Yazıcıoğlu’nu IDP, MÇP ve Refah Partisi’nin ittifakla girdiği Meclis’te tanımıştım.

28 Şubat’ın sıkıntılı günlerinde tanışıklığımız dostluğa dönüştü.

28 Şubat’a en net teşhisi o koymuştu.

‘Türkiye İran olmaz, Cezayir de olmaz… Ama Suriye olmasına da biz müsaade etmeyeceğiz’ demişti.

Bu söz Çevik Bir’in hop oturup hop kalkmasına yol açmıştı.

‘Namlusunu milletine çevirmiş bir tankı asla alkışlamam’ diye meydan okumuştu.

Yürekli bir sesin arandığı dönemlerde adam gibi adamdı Muhsin Yazıcıoğlu.

Bir gün Mamak’ta gördüğü bir işkenceyi anlatmıştı.

‘Kollarımı ağır bir kalasın üstüne koydular. Hiçbir şey acı vermedi ama hicap ettim’ demişti. İşkence ederken iç çamaşırlarını çıkarması istendiğinde utanmıştı. Utanmazların utanmadığı bir dünyada.

Son zamanlarda üst üste trafik kazaları geçiriyordu. Bu bende kuşku uyandırmıştı. Eşi Gülefer Hanım da kaza geçirmişti. Her defasında bu kuşkularımı paylaşıyorum ama o beni, teselli ediyordu. İkna olmadım. Oturdum yazdım.

Meclis’e gittim. Muhalefet kulisinde, etrafını saran gazetecilerle sohbet ediyordu.

‘Bak başıma bu dertleri sen açtın. Gel sorulara cevap ver’ dedi. Gülüştük.

Başbakan çok değer verirdi Muhsin Bey’e. AK Parti’yi kurarken aralarında olmasını çok istedi. Ama Muhsin Yazıcıoğlu’nun bir davası vardı. Ona saygı duyardı. Balkan gezisine Başbakan tarafından davet edilmişti. Kosova Dostluk Grubu Başkanlığı jesti yapılmıştı. İyi de olmuştu. O her şeyi hak ediyordu.

Makam, mansıp peşinde koşan biri değildi. 28 Şubat’ta dik durdu. Refahyol’a en güçlü desteği verdi. Hükümete girmesi, Başbakan Yardımcısı olması yönündeki teklifleri elinin tersiyle itti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hilal Kaplan: Öcalan, Demirtaş’a oy verir mi?

Her şey bir yana, HDP’nin Cumhurbaşkanlığı yarışına aday çıkarmasını doğru bulanlardanım. Selahattin Demirtaş’ın adaylığı açıklandığında da bunu şöyle ifade etmiştim:

‘Daha üç yıl önce yaptığı ‘400 kilometre kare alan PKK’nın kontrolünde’ açıklamasıyla savaşa körükle giden BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, siyaset yapmaktan çok PKK’nın yedeğine girmek zorunda kalan bir anti-siyaseti güdüyordu. Oysa bugün Demirtaş, 400 kilometre kareden çok daha fazlasına, ülkeyi Çankaya’dan yönetmeye talip oluyorsa, bu hem çözüm sürecinin vesilesiyle siyasetin güçlendiğinin hem de çözümün bütünleşmeye hizmet ettiğinin göstergesidir.

Ayrıca anamuhalefetin hali pür melali ortadayken, BDP’nin hem sağlıklı muhalefet hem de yeni Türkiye’nin inşasında tabanlarının taleplerine daha fazla alan açmak noktasında yapabileceği çok şey var.’

Ne var ki, siyasete özgün bir soluk getirmesini beklediğimiz Demirtaş’ın, CHP- MHP-Gülenist ittifakının sesi soluğu olmaya karar verdiğini bilmiyordum. HDP, bir muhalefet partisi olarak, elbette en büyük rakip olan Erdoğan’ı ve Ak Parti’yi hedef alacaktı. Ancak prensipte daha fazla farklılıkları olması gereken CHP-MHP-Gülenist çizgisiyle de arasında biraz fark olmasını beklerdim doğrusu. Yanılmışım.

Anlaşılması zor ilk adım, CHP’li Rıza Türmen’in cumhurbaşkanlığına ortak adayları olması için HDP’nin CHP’ye yaptığı teklifti. Hâlbuki HDP çizgisinin önemsemesi beklenen önceliğinin çözüm süreci olması gerekirdi. Ancak, nasıl bir siyasî akıl HDP’yi yönlendiriyorsa, onlar çözüm sürecine ilişkin tek argümanı hâlâ ‘Masada ne konuşulduğunu biliyor muyuz ki destek verelim?’ olan CHP ile müttefik olmayı içlerine sindirebilmişlerdi.

Üstelik, tabanının %80’inden fazlasını başörtülü kadınların oluşturduğu HDP, bula bula Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde yargıçlık yaptığı sırada üniversitede başörtüsüyle okumak için başvuran Leyla Şahin’in davayı kaybetmesine sebep olan Rıza Türmen’i bulmuştu. Türmen’in adaylığı hem çözüm sürecine hem de hiç şüphesiz HDP tabanına bir saygısızlık ve umursamazlık olarak okunacaktı. Neyse ki Türmen, HDP’yi reddederek onları da bu yanlıştan kurtarmış oldu!

Demirtaş’ın adaylığı boyuncaki açıklamalarını da dikkatle takip ettim. Karşımızda hitabeti, diğer muhalif partilere göre güçlü bir aday olduğu kesin. Ancak hitabın içeriğine baktığımızda, Demirtaş’ı Kılıçdaroğlu’ndan ayırt etmek zor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yusuf Kaplan: İsrail, insanlığın haysiyetiyle oynuyor!

Bütün dünyanın gözü önünde insanın, insanlığın onuru, haysiyeti ile oynanıyor ve dünya bir şey yapamıyor! Bu ne ürkütücü, ne dehşet verici bir şey böyle!

İsrail terör devleti Filistin’i kan gölüne çeviriyor! Sözümona ‘uluslararası anlaşmalar’ı ayaklarının altına alarak dünyanın gözü önünde çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-ihtiyar demeden masum Filistin halkına kan kusturuyor!

Bu nasıl bir kin, bu nasıl bir nefret, bu nasıl bir vahşet böyle!

Ve dünya sadece seyrediyor bu vahşeti!

Devlet başkanları, etkili ve yetkililer sadece demeçler yayınlamakla yetiniyor!

Uluslararası kuruluşlar, sadece İsrail’i kınayan yeni bir karar daha alıyorlar!

İnsan hakları örgütleri, derhal bölgeye damlayıp, İsrail’in vahşetine ‘dur’ diyeceklerine, tüm olan bitenleri kınamakla geçiştiriyorlar!

HAYSİYETSİZLİK VE SESSİZLİK!

Alçaklık bu! Onursuzluk! Haysiyetsizlik!

Oysa Filistin’de yapılanlar, sadece Filistinliler’in onurlarıyla, haysiyetleriyle oynandığı anlamına gelmiyor!

İsrail, tüm insanlığın onuruyla, haysiyetiyle oynuyor!

Çünkü İsrail vahşeti, tüm dünyanın gözü önünde cereyan ediyor! Ama kimse bir şey yapmıyor!

Bugüne kadar, insan hakları, özgürlükler, demokrasi bezirganlığı yapan; kendi çıkarları tehlikeye girdiği zaman istediği yere, istediği şekilde bombalar yağdırmaktan çekinmeyen Amerika bu kez de İsrail’i bombalamayı aklının ucundan bile geçirmiyor!

Ama Irak’ı kaç kez işgal etti ve demokrasi diye diye tarumar etti Irak’ı!

ABD, İsrail’i bombalamak şöyle dursun, İsrail’in dünyanın gözü önünde işlediği vahşeti ‘İsrail’in kendini meşru müdafaa hakkı’ olarak değerlendiriyor ve İsrail’e ‘tam gaz ileri!’ diyor! Ve böylelikle İsrail’in insan onurunu, haysiyetini ayaklar altına alan cinayetlere, vahşete ve suça ortak olmuş oluyor!

SUÇLU SADECE İSRAİL DEĞİL

Suçlu sadece İsrail mi?

Hayır!

Suçlu, aynı zamanda, böylesine iğrenç, alçakça, küstahça bir vahşet manzarası karşısında susan herkestir!

Suçlu, bütün insanlıktır!

Suçlu hepimiziz! İnsan onurunun, haysiyetinin ayaklar altına alınması karşısında hiçbir şey yapamayan biz zavallı dünyalılar!

SÖZ BİTTİ, SIRA EYLEMDE….

İşte sözün bittiği yer burası!

Sözün bittiğini söylemek, çok ürkütücü elbette ki! İnsanın tüylerini diken diken eden bir şeydir, sözün bittiğini söylemek!

Ama söz bitti artık! Oysa sözün bitmesi, insanlığın bitmesi demektir! Nerede söz bitmişse, bilin ki, orada insanlık bitmiş demektir!

Söz bitti, diyorum; çünkü kimsenin laftan anladığı yok! Cafcaflı laflar etmenin, bin dereden su getirerek dil dökmenin, şık teoriler geliştirmenin hiçbir alemi ve anlamı yok artık!

Söz bitmişse, ‘eylem’ başlamış; harekete geçme zamanı gelip çatmış demektir! İşte Filistinliler’in yaptığı da bu!

Evet, dünya sistemi bu vahşeti durdurmak için hiçbir şey yapmamakla, sembolik olarak da, fiilen de çökmüş; dolayısıyla güç’ten başka bir put tanımayan dünya sisteminin kurucu ve kollayıcısı Batı uygarlığının insanlığa vereceği hiçbir şey kalmamış demektir!

Aslında Filistinliler, yarım asırdır, sadece kendilerinin ve Müslümanlar’ın değil, bütün insanlığın onurunu, haysiyetini koruyorlar!

‘BİZDEN BAŞKASI CEHENNEM’

Filistinliler, insanlığın haysiyet destanını yazıyorlar!

Filistinliler, yarım asırdır verdikleri mücadeleyle, insanlığın onuruna, haysiyetine kasteden dünya sistemine, dünya sisteminin ‘bizden başkası cehennemdir’ diyen iki yüzlü, açgözlü, menfaatperest korsanlarına sadece Müslümanlar’ın direnebileceklerini hatırlatıyor ve onları ihtar ediyorlar!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fatma Barbarasoğlu: Ses ver dünya bu bir soykırım!

Bu köşede tekrar tekrar yazdım. Bir daha yazmama müsaade ediniz lütfen.

Dünya ikiye ayrılır, kalbi olanlar ve kalbi olmayanlar.

Beyhude insanları dilleri, ırkları dinleri ile ayırmaya kalkmayın.

Kadın, erkek diye ayırmaya kalkmayın.

Dünyayı kadınların düzelteceğine inananlar için gelsin İsrailli kadın bakanın vahşet söylemi. Hatırlayın! Hatırlamakla kalmayın bir daha unutmamak için kalbinizin en kuytu yerine derin derin yazın.

Ne dedi?

‘Sadece çocukları değil bir daha çocuk doğuramasınlar diye Filistinli kadınları da öldürmeliyiz.’

Öldürüyorlar nitekim. Yıllardır öldürüyorlar.

Kalbi olmayanlar, olmayan kalbin boşluğunda irin kaynatanlar, zulüm kaynatanlar yerle bir ediyor masumların evlerini.

Devlet öldürüyor, terörist devletin kalpsiz vatandaşları, patlayan bombaların aydınlığında seyirlerine sefa katıp kutlama ayini yapıyor.

Ve bir muhabir, ki o muhabir de kalbi olanların tarafındadır, adı Diana, CNN muhabiri, terörist devletlerinin vahşetini seyirleriyle kutsayan İsraillilere canlı yayında isyan ediyor. Yayın esnasında, ‘seyirbazlar’ tarafından tehdit ediliyor. Aldığı tehditleri iğrenç diyerek tivitırda dile getiriyor.

Sonra. Ya sonra.

Kalbi olmayanların iktidarı devreye giriyor. Çalıştığı tv kanalı, Diana adına, kurum adına özür beyan ediyor.

Diana Moskova’ya sürgün ediliyor.

Diana belki de Rachael’in ruh ikizi. İsrail’in vahşetine minicik bedeni ile karşı koyan ve buldozerlerin altında kalan Rachel’in.

Toprağı bol olasıca Marx ‘Devletler düşmanımız halklar dostumuzdur’ demişti.

Yaşadığımız tam da budur!

Merkel İsrail’in yanında.

Fransa İsrail karşıtı gösteri yapmayı yasaklayacak kadar İsrail’in yanında.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Oral Çalışlar: ‘Paralel yapı’ soruşturmasında Dink davası

 

Hükümet ve “paralel yapı”nın geçmişte işbirliği yapmış olması; ortaya çıkabilecek yeni bilgileri, yeni imkanları görmezden gelmeye gerekçe olamaz. Yargıya egemen “paralel yapı”nın tasfiyesi; yalnızca hükümetin değil, adalet isteyen herkesin meselesidir.

Hrant Dink cinayetinin “paralel devlet” ve istihbarat örgütleriyle ilişkisini ele aldığım 7 Ocak 2014 tarihli yazımda şunları vurgulamıştım: “ ‘Paralel devlet’in de, paralel olmayan devletin de polis içindeki istihbarat gücü, belli ki başından beri cinayeti biliyor ve izliyordu. Bilgileri belli bir amaçla biriktirip, dosyalayıp, ihtiyaç halinde kullanabilecek, yeni davalara temel oluşturabileceklerdi. Ancak, (Ogün Samast ve) Erhan Tuncel’in yakalanması ve ilişkilerinin ortaya çıkması, bunun yanı sıra da muhtemelen cinayet sırasında olayı izleyen bazı ‘elemanlar’ın görüntülerinin mobese kameralarına takılmış olması, durumu karıştırdı. ‘Örtbas etme’ yolunu tercih ettiklerini düşünmek mümkün. Yargıdaki ‘paralel yapı’ bu bağlamda nasıl bir rol oynadı, onu da henüz bilemiyoruz. Biz ancak akıl yürütebiliriz. ”  Öncelikle Hrant’ın bir arkadaşı, bu ülkenin bir yurttaşı ve gazeteci olarak, bu cinayetin gerçek faillerinin bulunmasını ve cezalandırılmasını istiyorum. Bu nedenle ortaya çıkan her belge ve bilgiyle ilgileniyorum. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: Garip Türk çocuğu yetim Ekmel

O gazete tarafsızmış ya, bütün adaylara eşit uzaklıkta duracağını imzasız bir “editorial” yayınlayarak beyan etmiş ya… Aydın Doğan’ın gazetesi canım… Dört sayfalık bir “özel Ekmeleddin ilavesi” verdi.

Basmışlar, katlamışlar, gazetenin içine, köfteci reklamıyla birlikte koymuşlar.

Olur olur, basındır adı üstünde, basacak tabii. Bakalım, efendisi olan İstanbul sermayesinin pes etmesi ve hükümetle barış araması doğrultusunda, yarın öbür gün bir de “Tayyip eki” verecek midir?

Hafta sonumuzu değerlendirdik, bu eğlenceli pazar ekinden çok şey öğrendik, yararlandık, bilgilendik.

Örneğin, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun “küçük yaşta yetim kalmış, yoksulluğun her türlüsünü yaşamış, gurbetçiliğin bütün acısını çekmiş bir halk çocuğu” olduğunu öğrendik. (Türkçe tercümesi: Solcular! Eşeklik etmeyin, oyunuzu Ekmeleddin’e verin! O Selahattin var ya, o Selahatttin’e gitmeyin.)

Zaten Ekmeleddin Bey de “ben bir garip Türk çocuğuyum” diyor. (Tercümesi: Kürt değilim.)

Garip Türk çocuğu yetim Ekmel’in şimdi dokuz adet apartman dairesi ve bankada da üç buçuk milyon doları var. “Dedem Yozgat eşrafından zengin biriydi” diyor.

Bu ne yaman çelişki anne? 

Zarar yok, solcular diyalektik severler, zıtların birliği…

Değerli adayımız aynı zamanda “sevdalı” bir adammış. Fakat şuna buna değil “eşi Füsun Hanım’a” sevdalıymış, “ilk günden beri, bitmeyen sonsuz bir aşkla”…

(Gelinlik kızlar, oyunuzu Ekmeleddin’e veriniz çünkü ideal kocadır.)

“En büyük başarısı evliliğiymiş”, öyle diyor. Füsun Hanım “ahu gözleriyle onu efsunlamış”… (Başbakan “Emine Hanım’a bir âşık olduk pir âşık olduk” demişti ya, hoca aşağı mı kalacak?)

Hocam, seçim bildirgesi mi yayınlıyorsun, zevcene aşk mektubu mu yazıyorsun? Bu tür “harim-i ismet” muhabbetine bizi ne karıştırıyorsun, sizin odanız yok mu?

Öte yandan sağcıları da etkilemeye çalışıyor tabii, “Allah muhafaza bereketimiz kaçmasın” diyor.

Bir de kucağına bir kız çocuğu almış, “en önemlisi kucağımdaki Ayşe Bebek gibi evlatlarımızın istikbali için” diyor. (Hani icraata karışmayacaktı?)

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu:  Onlar Yahudi Soykırımı’nı da sessizce izlemişti

İsrail’in Gazze’de yaşayan 1.7 milyon insanı (Gazze nüfusunun yüzde 50’si 15 yaşın altında) hedef alan saldırısı sonunda kaçınılmaz olarak Yahudi düşmanlığının, yani anti-Semitik ırkçılığın seslendirildiğini ve bu şekilde Gazze’de olup bitenlere tepki gösterirken Hitler’i övmek benzeri bir bilinçsizliğin gündeme geldiğini de gördük.

Cumhurbaşkanı adayı ve Başbakan Erdoğan’ın önceki gün Ordu’da yaptığı konuşmanın bir bölümü, sözünü ettiğimiz bilinçsizler için bir uyarı olmalıdır.

Irkçılığa karşı uyarı 

Şöyle dedi Erdoğan: 

– Ben vatandaşlarıma sesleniyorum; vatandaşımız olan, Türkiye’deki Musevilere yönelik herhangi bir tavrı ben doğru bulmuyorum. Niye? Onlar bu ülkenin vatandaşıdır. Bu ülkenin vatandaşı olmaları hasebiyle onlar şu anda bizim güvencemiz altındadır. Bizim hedefimiz İsrail’in zalim yönetimidir, terör estiren yönetimidir, biz onu hedef alarak konuşmalıyız, onu hedef alarak uluslararası çalışmalarımızı yürütmeliyiz. İsrail halkını kendi yönetimine karşı tavır almaya davet etmeliyiz.

Halk değil yönetim kınanıyor 

Gerçekten de mesele Yahudi veya Türk veya Arap olmak meselesi değildir… Neticede İsrail’de yaşayan ve kendilerini Yahudi olarak gören binlerce bilinçli insan da, Netanyahu’nun Gazze’ye dönük olarak izlediği politikaları kınamaktalar.

Türkiye’de Hükümet de Başbakan Erdoğan’ın çok açık biçimde vurguladığı gibi “İsrail’in terör estiren yönetimi”ni kınıyor… İsrail halkının da kendi yönetimine tavır almasını bekliyor.

Hitler’in ve Nazi’lerin Yahudi ırkını yok etmek için uyguladığı ve “Holokost” olarak bilinen soykırıma gelince…

Holokost’u da izlemişlerdi 

Nazilerin 1933’te iktidar olmaları ertesinde 1935’te çıkartılan Nurnberg Kanunları ile Yahudi soykırımı resmen başlatıldı. Yahudilerin Alman vatandaşlıkları ellerinden alınıp, sivil haklarından mahrum edildiler. “Nihai Çözüm” (Endlösung)olarak bilinen ve Yahudi ırkının yok edilmesini hedef alan kırımlar (mesela Kristallnacht), toplama kampları, kitlesel sürgünler devreye girdi… Polonyalı Yahudiler, gettolara kapatıldı.

İşin garip yanı, Almanya’daki bu insanlık dışı olayı, son noktaya kadar başta Amerika olmak üzere dış dünya, bugün Gazze’yi izledikleri gibi sessizce izlediler… İnternette “jewishvirtuallibrary. org” sitesine girerseniz, şimdi Gazze’ye dönük olarak sergilenen umursamazlık ayıbının, o dönemde Yahudi soykırımına karşı da tekrarlandığını somut örneklerle görürsünüz.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ufuk Ulutaş:Direnişin siyasi aklı İsrail’i alt edebilir

İsrail 2005 senesinde Ariel Şaron’un tartışmalı kararıyla Gazze’den çekilmişti. Çekilme sürecinde İsrail kamuoyu ikiye bölünmüş, çekilme taraftarı maviler ile çekilme karşıtı turuncular arasında sert tartışmalar yaşanmıştı. O günlerde Kudüs’te okuduğumdan tartışmalara birinci elden değme fırsatı bulmuştum. Herkes rengini seçmişti. Çekilme taraftarı olanlar, Gazze’de yaşayan Yahudilerin güvenliğinin sağlanmasının zor ve İsral için güvenlik zafiyeti olduğu argümanından hareketle Şaron’u destekliyorlardı. Karşıtları ise Gazze’den çekilmeyi bir yenilgi ve “vaat edilmiş topraklar”dan feragat olarak görüyorlardı.

İsrail’in mavi ve turuncuya büründüğü günlerde çekilme karşıtları arasında İbranice “unutmayacağız, affetmeyeceğiz” yazılı tişörtler modaydı. Yerleşimciler gösteriler yapıyor, Gazze’deki evlerine kendilerini zincirliyor ve topluca dua ve “beddua” merasimleri düzenliyorlardı. Yerleşimci olmayan ve barış kampında yer almayan bir grup vardı ki onlar çekilmeyi taktiksel bir hamle olarak görüyorlardı. Bu grup İsrail’in güvenlik bürokrasisinin Gazze stratejisini de açık etmekteydi. 

Gazze direniyor 

Gazze’den çekilme bir barış hamlesinden ziyade Filistinlileri kontrol edilebilir ve gerektiğinde müdahale edilebilir iki kuşakta toplama amacını taşımaktaydı. Batı Şeria, Oslo Barış Anlaşması’yla birlikte İsrail’in güvenliğini önceleyen 3 statüye ayrılmıştı. Filistin otoritesiyle yapılan güvenlik anlaşmaları yoluyla Batı Şeria’da kontrol önemli ölçüde sağlanmıştı. Hamas ve İslami Cihad gibi direniş gruplarının güçlü olduğu Gazze’de ise homojen ve gerektiğinde müdahale edilebilir bir düzenleme gerekliydi.

Gazze’den çekilme İsrail’e tam da imkanı sundu. İsrail, çekilme sonrası normalleşmenin en önemli ayağı olan  seçimlerde Hamas kazanınca sonuçları reddetti ve 2007’de sınırlarını zaten kontrol altında tuttuğu Gazze’ye yönelik ablukasını resmileştirdi ve genişletti. Bu hamleyle amaç Hamas’ı yani Filistin’de direnişin merkezini çökertmekti. Suikastlar, askeri operasyonlar, ambargo, havadan, karadan ve denizden abluka, seyahat kısıtlamaları vs. geçtiğimiz 7 sene boyunca Hamas’a zor günler yaşattı; fakat Hamas’la birlikte Filistin direnişi sadece hayatta kalmadı aynı zamanda saldırılardan güçlenerek çıktı. 

Ablukanın tüm kısıtlamalarına rağmen Gazzeli gruplar silah envanterini genişletti ve roket menzillerini artırdı. Gazze’nin roket envanteri İsrail’in saldırılarına bahane teşkil etti. Oysa roketlerin zarar verme potansiyelinin çok düşük olduğunu en iyi İsrail bilmekteydi. Örneğin, İsrail Savunma Ödülü sahibi Dr. Moti Şefer Haaretz’e yaptığı açıklamada Gazze’den yollanan roketlerin %95’inin zaiyat verme potansiyelinin olmadığını ifade ediyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Vedat Bilgin: İsrail, Batı ve solun sefaleti

ABD’nin İsrail’in baş destekçisi olması, Fransa’nın İsrail zulmünün protesto edilmesini dahi yasaklaması, Almanya’nın ‘İsrail’in yanındayız’ açıklamasını yapması, İngiltere’nin, AB’nin ‘İsrail’in kendisini savunma hakkı’ndan bahsetmesi… 

İsrail vahşeti karşısında Batı sisteminin bütün aktörlerinin sergilediği tavır, medeniyet-kültür farklılığı ve milletler mücadelesi ekseninden bakmadan anlaşılamaz. Hal böyleyken sol iddiayla hareket etme gayretiyle, sınıf analizleri yaparak, zoraki bir biçimde durumu açıklamaya çabalamak, sırf teori gerçekliği kavrayamıyor diye “teoriye uymadığı için gerçeği suçlamak”  şizofreniden başka nedir? 

İslam’a ve hatta “bütün Doğu’ya karşı kurulan ittifakın” temelinde öteden beri “Haçlı ruhunun” yattığı söylenir. Batı-merkezli dünya görüşü bugün de başka kültürler ve medeniyetleri yok sayan, fiilen yok etmeye yönelen her hareketin dayandığı bir zihniyet dünyasına sahiptir. 

 

Batı’nın öteki yüzü 

Batı medeniyeti, Ortaçağ’dan çıkarken bu yıkıcı-yayılmacı dünya görüşüne dayanarak, başta sömürgecilik olmak üzere çeşitli biçimlerde, İslam coğrafyasını, bütün mazlum milletleri ve onların kültürlerini yok edecek bir vahşet siyasetini benimsemiştir. İsrail’in bugün uyguladığı “devlet terörünü”, katliamları savunan, destekleyen, sesini çıkarmayan Batılı ülkeler, AB gibi kurumlar sadece İsrail lobisinin, Yahudi finans sermayesinin etkisiyle böyle davranmış olamazlar. Onlar Batı medeniyetinin ortak paydasını oluşturan, Batı ve ötekiler arasındaki temel çatışma ekseninden meseleye baktıkları için böyle davrandıklarını tahmin etmek zor değildir. 

Hitler’i reddederek İkinci Savaş sonrası Yahudilerle yeni bir ittifak anlayışı yaratan Batı, esas savaşın Doğu’ya yani “İslam’a karşı savaş” olduğu konusunda kararlı bir tutum takınmıştır. 

Bugün yeryüzündeki temel mesele, halen medeniyetler ve milletler arasındaki mücadele üzerinden yürümektedir. Batı medeniyetinin başka medeniyetlere, kültürlere, milletlere karşı takındığı yok edici, tahammülsüz tutum, bu mücadeleyi eşit düzeyde normalleşmiş bir ilişkiye dönüştürmeye izin vermemektedir. Hatta “rekabet ilişkisini” bile kabul etmez bir tutum söz konusudur. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Emin Pazarcı:  Haşhaş kafalılar…

Günlerdir sosyal medyada takip ediyorum. Oraya buraya bir saldırı halindeler. Genellikle de “yandaş” ve “yalaka” gibi kelimeleri çok seviyorlar. 

Tabii ki son derece komik oluyorlar! 

Bütün hayatlarını ve iradelerini belli bir merkeze teslim edenler, aynaya bakar gibi ve tükürürcesine ona buna yükleniyorlar… 

Peşlerinde de herkese ve her şeye karşı çıkan müzmin muhalifler var! 

Dün hepsi savaş karşıtıydı; bugün “savaş çığırtkanlığına” soyundular. Dün, “Suriye’den size ne” diyorlardı. Oradaki zulme ve katliamlara seyirci kalınmasını savunuyorlardı. Bugün, taktik değiştirdiler, “İsrail’in durdurulmasından” söz ediyorlar! Tam sınırdalar, biraz daha ileri gitseler, “Ordu İsrail’e” diyecekler. 

Amaçları belli… 

Öyle ya da böyle Hükümet’i sıkıştırmak; Başbakan Erdoğan’ı yaralamak… Dün öyle gerekiyordu, bugün de böyle! 

* * *

Bunlar bağırırken, ağababaları da göstermelik bir açıklama yapıyor. Gazze’de katledilenler için bir “taziye mesajı” yayımlıyor. 

Ama sadece taziye mesajı! 

İçinde İsrail’e yönelik ciddi bir kınama yok. İsrail vahşetine herhangi bir vurgu da yer almıyor. Sadece ölen Filistinlilere başsağlığı dileniyor. Belli ki, yasak savmak için kaleme alınmış bir metin. 

Ama bunlar yine Erdoğan’a saldırıyor: 

-Öyle one minute demekle olmuyor!.. Göster kendini!.. 

Çünkü Erdoğan’la yatıp, Erdoğan’la kalkıyorlar. Kendi tabirleri ile “Uzun Adam”a kin ve nefretle bakıyorlar. 

Başbakan “Ak” diyor, bunlar “karadan” bahsediyorlar. Erdoğan, “Anti komünizmi” öne çıkarsa, korkarım komünist bile olacaklar! 

O yüzden muhalefetle sıkı fıkılar. Onun için dün ağız dolusu sövdükleri insanlarla aynı kulvardalar. 

Öylesine samimiyetsizler ki… 

Bütün bunları yaparken, “Biz kardeşlikten yanayız” nutukları atmaya da devam ediyorlar!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yıldıray Oğur: “Venezuela kadar olamadık…”

“İsrail’in Gazze saldırısına en sert tepkiyi veren ülkeler Venezuela ve Şili oldu. Venezuela, İsrail Büyükelçisi’ni sınır dışı etti. Şili, İsrail’le tüm ticari ilişkilerini kesti” haberlerinin ardından böyle deniyor: Venezuela ve Şili kadar olamadık.

Haberin gerçeğinin ortaya çıkması uzun sürmedi.

Venezuela’nın, yani Chavez’in İsrail Büyükelçisi’ni ülkeden kovması bundan beş yıl önce 2009’da olmuştu. Şili, İsrail’le bütün ekonomik ilişkileri kesmemiş sadece Dünya Ticaret Örgütü müzakerelerini durdurmuştu.

Şili’nin İsrail’le meselesi eskidir. Diktatör Pinochet, İsrail’in iyi bir dostuydu. Silah ambargolarını delip İsrail’den silah almış, Allende rejiminden korkup İsrail’e kaçan Yahudiler Pinochet iktidarıyla geri dönmüştü. Yom Kippur’larda sinagog ziyaret eden Pinochet’nin orduda, ekonomide kritik pozisyonlardaki yakın adamları arasında Yahudiler de vardı. Şili’deki solcular böyle bir tarihle de hesaplaşıyorlar şimdi…

Bu arada bilmeyenlere hatırlatma Türkiye’de dört yıla yakındır İsrail büyükelçisi yok.

Ve iyi ki Türkiye bunu Venezuela olmadan yaptı.

Eğer Türkiye Venezuela olsaydı, Gazze sahillerinde katledilen dört güzel çocuktan İsmail’in, cenazedeki perişan o fotoğrafından hep hatırlayacağımız babası Muhammed Baker, Filistin’in ünlü sitesi The Electronic İntifada’ya şöyle demezdi: Erdoğan’a sesleniyorum, katledilen oğlum için adaletin gereğini yerine getirsin.”

Gazze’ye doktorları bile sokmayan yanı başındaki Mısır, Mısır’ın girişine izin verdiği Kızılay heyeti ajan çıkan BAE, Hamas’a bakınca Müslüman Kardeşler kâbuslarını gören Suudiler, Esed rejimine cephe alınca Hamas’ı düşman saflarına yazan İran ve Suriye değil…

BM’nin öldürülenlerin yüzde 70’i sivil dediği bir katliama “İsrail’e kendini savunma hakkını tanıyoruz”dan başka bir şey diyemeyen Batı’daki herhangi bir ülke, lider de değil.

“İsrail sivil ölümleri minimize edecektir” diyen Obama hiç değil.

Gazze’de plajda futbol oynayan çocuğu katledilmiş bir babanın adalet beklediği lider Erdoğan.

Bu bir hakikattir. Kaçamayacağınız, hoşunuza gitmese de kabul etmeniz gereken bir hakikat.

Bazıları için bu Orta Doğu bataklığına saplanmak, hayalperest dış politika olabilir.

Ama bu hakkaniyet sahibi her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için, evrensel adaleti arayan, ülkesinin de reel politiğin değil ideallerin takipçisi olmasını isteyen her dürüst liberal demokrat için, gerçekten enternasyonalist her sosyalist için kıymeti bilinmesi gereken bir değerdir.

Türkiye bunu Venezuela olarak yapmadı. Erdoğan da bir Chavez, bir Ahmedinejad olduğu için bu hissi oluşturmadı.

Tam tersine Erdoğan’ın alameti farikası sistemin içinden bir itiraz olmasındaydı. NATO üyesi, AB adayı, Batı ittifakının içinde bir ülkenin lideri olarak sesini Suriye’de, Mısır’da, Gazze’de yükseltmesiydi.

Davos’a davet edilen ve orada konuşabilen bir lider olduğu için Peres’e “One minute” dedi. Birleşmiş Milletler’e o eski jargonla “Leşmiş milletler” diye hakaret etmek yerine, BM içinde reform istediği için itirazları dikkat çekti.

Neymiş; “İsrail’le ticaret hacmi artmış. Önce onu bitir.” 2002’den 2014’e ticaret hacmi 4.5 kat artmış bir ülkeden bahsediyoruz. İsrail’le de artması sürpriz mi? Devlet bütün askerî ve diğer ticari ilişkilerini durdurmuş durumda İsrail’le. Peki ondan daha ne istiyoruz?

Sivil ticareti durdurmasını mı? Gazze’nin bile İsrail’le sivil ticareti sürerken üstelik… Türkiye’nin İsrail’le artan ticaretin önemli bir kısmı da İsrail’in her giren malı denetlediği, ambargosu altında yaşayan Filistinliler ve Gazze’yle…

Yazının devamını okumak için tıklayınız