“İslam Dünyası” gerçekten var mı?

Olaylar
Star gazetesinden Yalçın Akdoğan, Ahmet Taşgetiren, Selim Atalay, Bekir Gür; Yeni Şafak’tan Ömer Lekesiz, Leyla İpekçi, Sabah’tan Mehmet Barlas, Burhanettin Duran, Mahmut Övür; Akşam&...
EMOJİLE

Star gazetesinden Yalçın Akdoğan, Ahmet Taşgetiren, Selim Atalay, Bekir Gür; Yeni Şafak’tan Ömer Lekesiz, Leyla İpekçi, Sabah’tan Mehmet Barlas, Burhanettin Duran, Mahmut Övür; Akşam’dan Kayahan Uygur, Fahrettin Altun, Turgay Güler, Etyen Mahçupyan; Türkiye gazetesinden Melih Altınok; Vatan’dan Hüseyin Yayman, Okay Gönensin bugün neler yazdı?

Yalçın Akdoğan: Yazıklar Olsun

Yazıklar olsun İsrail’in katliamlarına sessiz kalan, teşvik eden, destek çıkan ülkelere… İnsanlığa savaş açan İsrail, yavrucakları yani masumiyeti öldürüyor. Sadece kaygı, üzüntü, esef bildiren, hala orantısız güç kullanılmaması gerektiği ezberini tekrar eden sözümona çağdaş batıya yazıklar olsun. İleride bir İsrailli’nin burnu kanayabilir kaygısıyla yüzlerce Filistinli masumun öldürülmesine sessiz kalan bir zihniyet insanlıktan, dürüstlükten, adaletten, haktan, hukuktan bahsedebilir mi? İnsanlar bundan sonra size inanır mı? Sizin demokrasi nutuklarınıza, insan hakkı söylevlerinize, çevre duyarlılığınıza, hukukun üstünlüğü beyanlarınıza kim niçin inansın?

ABD, Avrupa ve BM inandırıcılığını hızla kaybetmektedir. Bunun dünya halkları üzerinde üreteceği travmayı kimse göğüsleyemez.

Batı, Mısır darbesinde demokratlığını kaybetmiştir.

Batı, Suriye’de zalim diktatöre hayat öpücüğü vererek samimiyetini kaybetmiştir.

Batı, Irak’ta ülkeyi iç savaşa sürükleyen yönetime destek vererek dürüstlüğünü kaybetmiştir.

Batı, İsrail’de insanlık katliamına sessiz kalarak barışçı yüzünü kaybetmiştir.

Kendini üstün ırk herkesi hayvan gören akıl hastası bir hükümet, dünyayı topyekün uçuruma sürüklüyor. Dirayetsiz, korkak ve ufuksuz devlet adamları İsrail karşısında sadece kendilerini anlamsızlaştırmış oluyorlar.

Eleştiriye alışacaklar!

HDP’nin adayı Selahattin Demirtaş’ın etrafında bir dokunulmazlık ve kutsallık halesi örülmeye çalışılıyor. Onlar herkesi yerden yere vurma hakkına sahipler ama siz onları eleştirdiğinizde öyle bir yaygara yapıyorlar ki, yer gök inliyor. Meğer HDP adayı eleştirilemez ve sorgulanamaz beyaz Türk sınıfına çoktan dahil olmuş. Tebeşirle kendisini beyazlaştırmaya çalışan bazı kifayetsiz muhterisler de onun adına hemen kılıç sallamaya başladılar.

Bizim geçen haftaki “Demirtaş, Demokratik Özerkliği rafa kaldırmış, Kürt meselesinin kapsamlı çözümünü ise unutmuş… Neredeyse Kürt demekten çekinen HDP başkanının daha adayken kendine yabancılaşmaya başlaması çok hazindir” sözümüzden fena alınmışlar. Peki yalan mı? Daha adayken kendisine yabancılaşan bir kişi seçilse kimbilir neler yapmaz?

Daha düne kadar ayrılıkçı etnik milliyetçiliğin hamasi söylemlerinde bulunan ve özerklik/bağımsızlık uçlarında gezinen bir kişinin sistemi kabullenmesi önemli bir durumdur ve devam eden çözüm sürecinin başarısıdır. HDP’nin Türkiyelileşmesi veya HDP’lilerin ılımlı ve kuşatıcı bir görünüme bürünmesi büyük bir kazanım olur. Birkaç günlük söyleme böyle köklü dönüşüm muamelesi yapmak doğru olmasa da bunun olumlu bir izlenim uyandırdığı söylenebilir. Bizim eleştirdiğimiz bu değil.

Bazı anlama özürlüler, Demirtaş’ın ılımlı söylemini ve barışçıl politikasını eleştirdiğimizi iddia ediyorlar. Keşke Demirtaş böyle bir söyleme kavuşsa… Biz bu şahsın tutarsızlıklarını ve hangi oyunlara alet olduğunu siyaseten ve ahlak ölçüleri içinde eleştiri konusu yapıyoruz. Ama onun adına cevap veren terbiye yoksunları açık hakaretlerde ve tehditlerde bulunuyorlar.

Bir hafta önce başbakana en ağır hakaretleri yağdıran bir kişi bir hafta sonra Polyannacılık oynuyorsa bu elbette eleştiri konusu olur. Dün ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğinin militanı gibi konuşan bugün milli birliğin sembolü gibi görüntü veriyorsa bu elbette sorgulanır. Bunun sorgulanması olumlu gidişatın önünü kesmek için değil, göstermelik bir değişimin kalıcıya dönüşmesi içindir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: İnsanlık ölmüş-Ölmemiş!

Bazen bakıyorsunuz, “insanlık ölmüş” diyorsunuz: Bebeklere yönelik cinayetleri görmeyip, “İsrail haklı” mesajları veren Obama’ya bakıp, Cameron’a, Hollande’a, Merkel’e bakıp. 

Netanyahu’ya, o “bebeleri de öldürün; çünkü yarın büyüyüp terörist olacaklar” diyen “pis kadın”a bakıp, “insanlık ölmüş” diyorsunuz. Tam bir sivil katliamına dönen operasyonları alkışlayan İsraillilere bakıp…

İslam dünyasının kimi başkentlerindeki suskunluğa, hatta suskunluktan öte “Hamas’ın susturuluyor olması”ndan kaynaklanan gizli sevince bakıp…

Ama, Müslüman olsun – olmasın bütün dünyanın sokaklarından yükselen isyan haykırışlarına bakıp “İnsanlık ölmemiş” duygusu da taşıyor yüreklerinizden. İsrail’den yükselen seslere bakıp hatta. Gazze bir turnusol kağıdı olmuş insaniyet namına.

Tayyip Erdoğan’ın, meydan meydan “Filistin çığlığı” atışına bakıp ümitleniyorsunuz insanlık ve İslam dünyası adına. Gül’ün çıkışlarına, Davutoğlu’nun gayretlerine bakıp, sabahlara kadar sokaklarda Gazze’yi haykıran topluluklara bakıp, “İyi ki Türkiye var”  diyorsunuz, tıpkı Filistin’deki anne gibi, çocuk gibi…

Gazze’de Şifa Hastanesi’nde yoğun bakım ünitesinde çalışan 67 yaşındaki Norveçli cerrah Mads Frederick Gilbert’in mektubu yayınlandı Middle East Monitor’de.

ABD Başkanı Barack Obama’yı Şifa Hastanesi’nde bir gece geçirmeye davet eden cerrah Gilbert’in mektubu, günlerdir İsrail’in eliyle gerçekleşen bebek katliamına doyan dünyanın bütün insani tükenmişlik ortamında bir insanlık haykırışı gibi duruyor. Gelin, o mektubu okuyalım da, umuda yeniden yapışalım insanlık adına.

“Sevgili arkadaşlar,

Dün gece aşırı bir noktadaydı. Gazze’ye yönelik kara harekatı sonucunda araçlar dolusu parçalanmış, kanayan, ölen, her yaştan, sivil, masum Filistinli geldi. Ambulanslardaki kahramanlar (son 4 aydır maaş alamıyorlar) insanlık dışı bir iş yükünün altında, insanlara yardım etmeye çalışıyor… Bir kez daha ‘dünyanın en ahlaklı ordusu’ tarafından hayvan muamelesi gören insanlara…

Yaralılara, iş arkadaşlarıma büyük bir saygı duyuyorum. Filistin ‘direnişi’ bana güç veriyor, her ne kadar bağırmak, birine sarılmak, ağlamak, kana bulanmış bir çocuğu koklamak istesem de…

Toza bulanmış yüzler. Yo HAYIR! Daha fazla kanayan yaralı gelmesin, hala acil servisinin yerinde kan gölleri var, kanlı sargı bezleri her yerde, temizlikçiler kan birikintilerini, dokuları, saçları, giysileri, ölülerden arta kalnları süpürüyor, tekrar hazırlanmak için, herşeyi tekrar etmek için.

Sadece son 24 saatte 100’den fazla vaka geldi Şifa’ya. Her şeyi olan en deneyimli hastaneye bile yetecek kadar, ama burada.. Hiçbir şeyimiz yok: Elektrik, su, ilaç, ekipman… Her şey paslı ve geçmiş hastane müzelerinden alınmış gibi görünüyor. Ama buradaki kahramanlar hiçbir şeyden şikayet etmiyor…

Bu satırları size yazarken yatağımda yalnız başıma gözyaşı döküyorum, sıcak ama işe yaramayan acının, öfkenin ve korkunun gözyaşlarını. Bu yaşanıyor olamaz!

Ama sonra, şimdi, İsrail’in savaş makinesi acımasız senfonisine yeniden başlıyor, gemilerden top salvoları sahile düşüyor, F-16’lar kükrüyor, İHA’lar (insansız hava aracı) ve Apache’lerin gürültüsü. Hepsi ABD tarafından üretilmiş ve ödenmiş.

Bay Obama, sizin kalbiniz var mı?

Sizi, bir gecenizi, sadece bir gecenizi bizimle Şifa’da geçirmeye çağırıyorum. Belki hademe kılığında gizlenirsiniz.

Yüzde yüz eminim, bu tarihi değiştirecektir.

Kalbi ve gücü olan hiç kimse bir geceden sonra Şifa’dan, Filistin halkına yönelik katliamı bitirmeye karar vermeden çıkamaz. Ama kalpsiz ve vicdansızlar hesaplarını yaptılar ve Gazze’ye yönelik bir başka katliam planladılar. Kan nehirleri bu akşam da akmaya devam edecek. Ölümün araçlarını harekete geçirdiklerini duyabiliyorum.

Lütfen. Yapabileceğiniz herşeyi yapın. Bu daha fazla süremez.”

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Selim Atalay: Kendi başlarına bir yerlere gidiyorlar

BRIC denen ülkeler kendi aralarında yatırım bankası kurdular. Hem IMF ve Dünya Bankası’nın tahtını, hem de doların tacını sallıyorlar. Bazı yorumlara göre dolar 10 yıl içinde dünyanın rezerv parası olmaktan çıkabilir…

Mümkün mü ? -Asla, Asla deme- diye bir laf vardır. Küresel gelişmeler o kadar çok kırılma ve parçalanma yaratıyor ki, 2008 ekonomik krizi sonrası dünya o kadar belirsiz ki, her kurt ve her koyun kendi bacağından asılıyor. Artık  herşey mümkün…

BRIC ülkeleri, Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin idi… Yatırım Bankası Goldman Sachs, bu ülkelerin yırtma ve dünya ekonomisinde ön sıraya geçme yeteneğini görmüş ve yabancı yatırımda öncelik almaları gerektiğini düşünerek, kendi aralarında guruplamıştı. Dünya ekonomisinin ve nüfusunun en az yüzde birine sahiptiler, 20-30 yıl içinde de Batılı 7 sanayileşmiş ülkeyi geçeceklerdi. 

Sonra BRIC in ardından gelecek ikinci dörtlü, Türkiye, Endonezya, Kore ve Meksika olarak gruplandı… Bu ülkeler -yüzde 1- ölçüsüne ulaşamasalar bile nüfus artışları ve dinamik yapılarıyla dünya ekonomisinin lokomotifleri olacaktı. Parantez açalım: Kundaktaki bebekler -ekonomik büyüme- demek.

Ardından BRIC grubu 2009’da kendi içinde siyasi görüşmelere başladı. Ayrı bir pakt olarak çıkma eğilimleri burada doğdu. Uluslararası yatırım ve finans hareketlerinin akış noktası olarak gruplanan ülkelerin kendi aralarında ayrı grup oluşturmaları o zaman sisteme tersti: Yatırımda son durak sensen, neden çevrene duvar örüyorsun? Bunlar aralarında anlaşamazlar- dendi. Ancak zamanla BRIC olgunlaştı ve aynı dili konuşmaya başladı. Kriz sonrası ortamda küresel sistemden kopmalar da oralarda başladı. 2009’da küresel çekişme bu kadar keskin değildi. Putin, Pekin, birileri günümüzdeki kopuşu muhtemelen öngörmüştü.

2012’de, aralarına Güney Afrika’yı alarak grubu 5’lediler. Gerçi Güney Afrika’nın ekonomisi BRIC olamazdı ve yüzde 1 noktasına varamazdı. Güney Afrika, Afrika genelinin sempatisi ve hammaddesi için seçilip alınmıştı, ismi BRICS yaptılar… BRICS, yabancı sermaye dostu ve tek taraflı yatırım talep eden grup olmaktan çıkmaya başladı. ABD Merkez Bankası FED’in parasal genişlemeyi bırakması, kolay sermaye akışının azalmaya başlaması da bu süreci hızlandırmış olabilir. Aynı zamanda ABD-Çin ve ABD-Rusya siyasi itişmeleri hızlandı. BRICS küresel sistemle bütünleşme modelinden vaz geçip, ayrı grup olmaya, kopmaya döndü.

Burada küresel liderlik kavgalarının erkene alınması da rol oynadı. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin, ABD’ye yetişti. Satınalma Gücü Paritesi denen ölçümle Çin’in ABD’yi geçip -dünyanın 1 numaralı ekonomisi- olması, 2020’lerde bekleniyordu. Dünya Bankası -bu yıl Çin 1. olacak- diyor. Gerçi bu pariteyle dünyadan bilgisayar, buğday ya da otomobil ithal edilmez ve ABD zenginliği daha fazla, ama Çin geçip 1. ekonomi olacak mı? Olacak… Bu arada Brezilya, İngiltere’yi ekonomik büyüklük olarak geçti… Belki tesadüftür, Brezilya’nın dış dünya ile sorunları ondan sonra başladı… Çin zaten yıllardır sessiz ve derinden gidiyor ve kendine uygun takvim ve taktikle ilerliyor. Hindistan’da ise hala bir atılım, reform, canlanma gerekli. Başbakan Modi ismi üzerinde dünya medyasının ilgi ve alakası var, ancak Modi dışarıyı mı, içeriyi mi memnun edecek? Bizce içeriyi memnun etmesi öncelik. O yüzden yakında -Modi de fos çıktı- yazıları ve bel altı vuruşlar görürsek şaşırmayalım… Rusya ise halen Ukrayna vesilesiyle Batının hedef tahtasında. Ukrayna olmasa başka meseleden itişme tırmanırdı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Bekir Gür: Cemaat manipülasyonu olarak olimpiyat şampiyonluğu

Yıllardır uluslararası bilim olimpiyatları haberlerini izlerim. Uluslararası medyayı da. Uluslararası olimpiyatlardaki başarılar, azımsanacak bir şey değil. Olimpiyatlarda başarı gösteren gençlerin önemli bir kısmının hayatlarının sonraki dönemlerinde başka büyük başarılara imza atmaları da söz konusu. 

Ancak, cemaat, bilim olimpiyatlarındaki “altın madalya”, “gümüş madalya” ve “bronz madalya” terimleri üzerinden yıllardır manipülasyon yapıyor. Açıklayayım.

Spor olimpiyatları vs. bilim olimpiyatları

Spor olimpiyatlarını herkes bilir. Madalyaların ne anlama geldiğini de. Çünkü yorumlanması son derece kolaydır. 

Örneğin, “2012 Londra Olimpiyatlarında erkekler 200 metre finalinde Jamaikalı Usain Bolt, altın madalya kazandı” haberinin ne anlama geldiğini biliriz. Buna göre, Bolt, bütün rakiplerinden daha hızlı koşmuştur ve bireysel olarak birinci olmuştur.

Bilim olimpiyatlarını da hemen herkes bilir veya duymuştur. Örneğin, daha birkaç gün önce cemaatin haber kanallarında “Yamanlar Koleji, Matematikte dünya şampiyonu oldu” şeklinde bir haber vardı. Haberin ayrıntısında ise şu bilgi yer alıyor: “55. Dünya Matematik Olimpiyatlarında İzmir Yamanlar Koleji öğrencisi, 1 altın madalya kazandı.”

“Dünya şampiyonu olmak” veya “altın madalya kazanmak” tam olarak ne anlama geliyor? Herhangi bir kişiye bunu sorsak, herhalde bize “birinci olmak” diyecektir. Peki, gerçekten öyle midir?

Şampiyonluğu çalmakYukarıdaki haber örneğinden yani uluslararası matematik olimpiyatından devam edelim. Olimpiyat düzenleme komitesi tarafından hazırlanan ve Türkiye’nin bütün sonuçlarına ayrıntılı bir şekilde ulaşabileceğiniz güzel bir web sayfası var (http://imo-official.org/ ).

Burada verilen bilgilere göre, 2014 uluslararası matematik olimpiyatlarında toplam 42 puan üzerinden, 29 puan ve üstü alan tam 49 kişi altın madalya almıştır. Yani “altın madalya” sadece bir kişiye verilen bir ödül değildir. Aksine, yaklaşık %69 ve üstü başarı gösterenlerin tamamına verilen bir ödüldür

Türkiye’den altın madalya alan öğrencimiz, dünyadaki 49 kişiden biri olmuştur. Yine, bu olimpiyatta tam 113 kişi “gümüş madalya”, 133 kişi “bronz madalya”, 151 kişi ise mansiyon ödülü almıştır. Yani, anlayacağınız, 2014 uluslararası matematik olimpiyatlarına katılan 560 öğrencinin çoğuna bir madalya verilmiştir.

Peki, cemaat tarafından “dünya şampiyonu” ilan edilenler, gerçekten de dünya şampiyonu mudur?

Açıkladığımız üzere, “altın madalya” birinci olmak anlamına gelmiyor. Dünya şampiyonu olmak, olsa olsa altın madalya alanlar arasında birinci olmak anlamına gelebilir. Çünkü 29 puandan 42 puan alanlara kadar herkes altın madalya almıştır. O zaman 42 yani mükemmel skoru veya en yüksek puanı alanlara “dünya şampiyonu” dememizde bir beis yoktur.

Peki, 2014 yılında uluslararası matematik olimpiyatlarında kimler mükemmel skor elde etmiştir? Altın madalya alan 49 kişiden sadece üç öğrenci mükemmel skor elde etmiştir: Alexander Gunning (Avustralya), Jiyang Gao (Çin), Po-Sheng Wu (Tayvan).

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ömer Lekesiz: Hizmetçiler, ictihad ve nifak

Bir adım ötemiz, İsrail zaliminin hayvanın bile gözetebileceği bir sınırdan mahrum oluşu yüzünden kan gölü…

Esed zaliminin zulmünden kaçan ‘misafir’ kardeşlerimiz çözümün gecikmesinden muzdarib olarak dolaşıyorlar her yerde…

Irak’taki otorite boşluğu malum devletlerin nifaktan fayda sağlamak için besledikleri, destekledikleri örgütlerle dolduruluyor…

Yakın ve dolayısıyla sıcak diğer bir derdimiz olan Hizmetçiler, Başbakan Erdoğan düşmanlığıyla gözleri dönmüş bir saldırıyı yedi aydır kesintisiz ve aynı şiddetle sürdürüyorlar…

Kısacası adı, muhatabı, mağduru genel olarak ‘insan’, özel olarak ‘Müslüman’ olan bir selin içindeyiz…

Olması gereken olacaktır, çare yok! Ve her işin sonu gibi bu işlerin sonu da yine Allah’a dönecek… Herkes sorumluluğu oranında hesabını verecek bu selle ilgili konumunun, tepkisinin ya da tepkisizliğinin…

Allah herkese ‘tefekkür edin, idrak edin, görün, düşünün, anlayın…’ diye emrettiğine göre, ben ve benim gibi yetkisi ve etkisi kelimelerle sınırlı olanlara malum selin dışında durmaya çalışarak o kelimelerin hakkını vermeye, onlarla ilgili sorumluluğunu olsun yerine getirmeye gayret etmekten başka ne düşer ki?

O halde diyorum kendi adıma, ‘yakın ve sıcak’ olan derdimizden başlayarak ‘Ne oldu da biz bu derdi hak ettik ve bir nifaka maruz kaldık?’ diye sormalıyım ve Hizmetçi kalemşorların hadsiz ve ahlaksız saldırılarını da ıskalamadan asıl sorunun künhüne vakıf olmaya çalışmalıyım:

BİR NİFAK NEDENİ OLARAK ‘İCTİHAD’

Niyetim, fıkhi bir konunun niteliğini, metodolojisini tartışmak değil ki, bu benim yetkimde de değil. Ancak ‘ictihad’ kavramının son yüz yılda kazandığı içerikle neden olduğu sonuçları mezkur derdimiz bağlamında görmek ve göstermek zorundayım.

‘İctihad’ kavram (ıstılah) olarak ‘Nassın lafız ve mânasından hareketle, nassın bulunmadığında da çeşitli istinbat metotları kullanılarak şer’î hüküm hakkında zannî bilgiye ulaşma çabasının genel adı’dır. (TDV İslam Ansiklopedisi). Bu kavramla ilgili daha geniş bil- giye ihtiyaç duyanlar el-Gazzali’nin ‘el-Mustasfa – İslam Hukukunda Deliller ve Yorum Metodolojisi’ adlı kitabına bakabilirler (Çev.: Yunus Apaydın, Rey Yayıncılık, Kayseri 1994).

Pratikte bir geçerliliği olmamasına rağmen el-Gazzali ile birlikte ictihad kapısının kapandığına dair üretilen efsane, İslamcılığın doğuşunda ‘ictihad müessesesinin işletilmesi’ şeklindeki eğilimin kanaatten yönteme dönüşmesinde etkili olmuş, Namık Kemal (ö. 1888), Cemaleddin Afgani (1897), Muhammed Abduh (ö. 1905), Reşid Rıza (1935), Mehmed Akif (1936) ile bunların kuşağında yer alan diğer etkili isimler tarafından, İslami düşüncenin Kur’an merkezli olarak yeniden inşasında önemli bir esas haline getirilmiştir.

Bunun siyasal ve toplumsal nedeninin İslam medeniyetinin tefessüh etmesi, İslam dünyasının Hristiyan emperyalistlerin işgaline uğraması, ümmetin zulme maruz kalması karşısında yine İslam’ın kendi içinden bir ‘kurtuluş reçetesi’nin üretilmesine dair çabaya isnat ettiği malumdur.

Mantığı ise bu nedenden daha basittir: Din veli olarak Allah’ı, rehber olarak Kur’an’ı yeterli gördüğüne göre söz konusu nedenlerin de nedeni olan düşünsel (ve itikadi) bozulmanın giderilmesi de Allah ve Kitap ile mümkündür.

Ki bunu, geçen yazımda ‘İslamcılığın selefi bir öz ve akli (modern) bir karakter taşıdığı’ şeklinde özetlemiştim.

Bu selefi ve akli (modern) İslamcılık, zikrettiğim isimlerin dünyasında ‘ictihadta bulunma’ düşüncesine yaslanmakla, hem ‘meşruiyet’ kazanmış hem de hareket kabiliyeti elde etmiştir.

Burada şu hususun altını çizmekte yarar var: Namık Kemal ve kuşağınca saltanata karşı başlatılan muhalefetin ve bilahare Mehmed Akif ve arkadaşlarının Kuva-yi Milliye ile işbirliğine girmesinin temelinde bile ‘ictihadta bulunma’ düşüncesi yatmakla birlikte, ‘Müctehid” kavramının mevcut içeriği hassasiyetle korunduğu için ne belirtilen devirlerde ne de sonrasında bir ‘başıbozukluk’ söz konusu olmamış, bu manada ümmet içinde nifaka sebep olmama tutumu vaz geçilmez bir esas olarak yaşatılmıştır.

Ama ne var ki, İslamcıların bu hassasiyeti bizim zamanımızda mezhep, meşrep, grup çıkarlarını din sananlar (ya da sandıranlar) tarafından izlenmemiş, dolayısıyla İslamcıların ‘kurtuluş reçetesi’ olarak gördükleri söz konusu yöntem bunlar tarafından bir nifak aracı olarak kullanılmaya başlanmış ve ilk sorumluluğu da bu sebebin sebebi olmaları bakımından İslamcıların üzerine kalmıştır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yalçın Akdoğan: Yazıklar olsun

Erdoğan’dan, yeni başbakan kriterleri

Başbakan’la Ankara’dan yola çıktık.

İlk durak Hatay.

Hava sıcak ama Hataylıların kalbindeki Erdoğan sevgisi daha sıcak basıyor.

Başbakan, kalabalık bir topluluğa hitap ediyor.

Hatay’dan biniyoruz Helikopterlere ver elini İskenderun.

15 dakika sonra İskenderun’dayız. Bu kez on binlerce kişiyle yapılan iftar yapıyoruz.

Başbakan’a bakıyorum çok acıkmış olmalı, önündeki kumanyaya kaşık sallıyor.

Başbakan’a ayrı, vatandaşa ayrı iftar tabağı mı hazırlanmış diye çaktırmadan masayı kontrol ediyorum.

Vatandaşlarla birlikte aynı kumanyayı yiyor Başbakan.

İftar sofrası değil, sanki miting meydanı.

Erdoğan on binlere seslendikten sonra İskenderun Belediyesi’ni ziyaret ediyor. Ama sokaklar dolu, gece vakti, Erdoğan’ın konvoyuyla birlikte sokaklarda yürüyoruz.

İskenderun’dan biniyoruz helikopterlere Adana.

Ve Ankara’ya dönüşte uçakta Başbakan’la birlikteyiz.

Zaman dar, soru çok.

Kim Cumhurbaşkanı olacak diye sormuyor kimse. Erdoğan’ın ilk turda Cumhurbaşkanı seçileceği kabullenilmiş.

Başbakan kim olacak, Erdoğan’dan kendisinden sonrasına ilişkin ipuçları alabilecek miyiz?

Kendisinden sonra paralel yapıyla mücadele konusunda bir endişesi olup olmadığını soruyoruz.

‘Eğer bu mücadeleyi beraber yürütemezsek, yürütmedeki arkadaşlar bunun bedelini çok ağır öder’ diyor.

Hemen bir dalış yapıyoruz. ‘Sizden sonra kimin başbakan olacağı konusundaki kriterlerden biri de paralel yapıyla mücadele olacak mı?’ Başbakan önce bir bakıyor. Sonra gülüyor. ‘Biliyorum gazetecisiniz ama ben de siyasetçiyim’ tekrar gülüyor. Keyifli.

‘Ben böyle bir şeyi söylüyorsam, demek ki bunları da düşünüyorumdur’

Birbiri ardına çapraz sorular geliyor. Önümüzde bir tuval var sanki. Erdoğan’dan koparacağımız bilgiler ışığında bir başbakan portresi yapmaya çalışıyoruz.

‘Genel başkanla başbakan aynı isim mi olmalıdır, size göre’ sorusu geliyor.

Çok önemli bir soruydu.

Erdoğan sonrası kimin başbakan olacağını gösteren yol haritalarından biriydi adeta.

28 Haziran tarihli, ‘Çankaya Yolunda’ başlıklı yazıda, Başbakan’ın bu tür formüllerin gündeme geldiği AK Parti MYK toplantısında, Başbakan’ın,’Yok seçimlere kadar biri götürecekmiş, sonra başkası olacakmış. 8 aylık başbakanlık yapılacakmış. Yok öyle bir şey. Başbakan da genel başkan da aynı kişi olacak’ dediğini aktarmıştık.

3 Temmuz tarihli ‘Başbakan nasıl seçilecek’ başlıklı yazıda ise Başbakan’ın cumhurbaşkanı adayı ilan edildiği toplantıda edindiğimiz izlenimler ışığında bazı kriterleri yayınlamıştık.

‘Genel başkan ve başbakan ayrı şeklindeki geçiş dönemi formüllerine kapıyı kapattı’ demiştik.

Başbakan çok net bir tarif ortaya koydu. Genel başkan ayrı başbakan ayrı isimlerden olsun şeklindeki formüllere kapıyı kapattı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Leyla İpkeçi: Senin tüm alemindir o çocuklarda kaybolan!

Maria dört yaşındayken Gazze’de arabalarına roket isabet etmesi sonucu boynundan aşağısı tutmayacak şekilde sakatlanmıştı. Annesi, ağabeyi, amca ve anneannesi hayatını kaybetmişti. İsrail devleti sorumluluğunu uzun süre üstlenmemiş ve sonraki yıllar boyunca da onu Gazze’ye geri göndermeye çalışmıştı.

Ancak kamuoyu baskısı etkili olmuş ve Maria nihayet Kudüs’te tam teşekküllü bir hastanede tedavi görmeye başlamıştı. Onun hikayesini okuyalı dört yıl olmuş. Maria’yla konuşan muhabir ona ne olacaksın büyüyünce diye sorduğunda ‘anne’ diye cevap vermişti. Anne…

2000 yılından bu yana bin üç yüz küsur çocuğun İsrail tarafından öldürüldüğü ve sadece on iki günde ölen çocuk sayısının 70’i geçtiği, altı yüz küsurun da yaralandığı bir bölgede bugün 12 yaşında olması gereken Maria halen yaşıyor mudur, kim bilir.

İsrailli kadın bakanın ‘sadece çocukları değil bir daha çocuk doğuramasınlar diye Filistinli kadınları da öldürmeliyiz’ dediği bugünlerde… Maria’nın ‘büyüyünce anne olmak istiyorum’ sözleri çarpıp duruyor günlerdir yüzüme. Tankların, insansız uçakların, sığınak delicilerin karşısında anne olmak!

Böyle oluyor işte. Bazen bir söz ile kainat yıkılıyor. Anne olma arzusu sadece bir varoluş hakikatini değil, muhayyel bir geleceğin geçmişten daha hayırlı olacağına dair fıtri bir umudu da barındırıyor. Nesillerdir zulüm ortasında hayata tutunmaya çalışan Filistinli çocuklar için bundan daha fazlasını da barındırıyor. Bir meslek misali büyüyünce anne olma hayali çaresizliğe karşı bir direnişi işaret ediyor.

Toplumsal anlamda varolabilmeye devam etmek, soyun köklerini canlı tutabilmek bir sosyal sorumluluk da yüklüyor çünkü minik omuzlara. Örgütlü ve istirkarlı bir zulme karşı saldırganlık içermeyen yöntemlerle direnebilmek, bizzat vücudunu onurlu bir direniş kılabilmek için anne olmak… Fiilî bir dua niyeti aynı zamanda.

Zira İsrail devleti beş altı yılda bir düzenli olarak Filistinli çocukları vurarak, nesillerin çoğalmasına engel olmaya çalışıyor. Aynı şekilde Filistin’e ait bölgelerde tüm altyapıyı çökertiyor, insanları sakat bırakıyor, ekonominin, siyasetin, kültürün, gündelik ilişkilerin, toplumsal hayatın bütün katmanlarına çomak sokuyor planlı bir biçimde. Bu faaliyetini sürdürebilir kılmak ve meşru göstermek için de en çok kendi çocuklarının içine nefret tohumları atması gerekiyor.

Bu amaçla yine ufak çocuklara Gazze’ye gönderilecek bombaların üzerine ‘İsrail’den sevgilerle’ gibi yazılar yazdırmıştı sözgelimi. Önceki Gazze saldırısından aşina olduğumuz bir yöntem. Bugünlerde ise katliam son hızıyla devam ederken sosyal medyada çok sık paylaşılan bir başka yöntem daha ortaya çıktı. Halen içimde bir yerlerde bu bir kurgu olmalı, gerçek olmamalı dediğim bir video bu. (Gerçi sonradan bu görüntülerdeki kızın Lübnanlı, dövülenin Suriyeli oğlu da söylendi. Ama bu da muğlak kaldı.)

İsrailli olduğu söylenen aile, minicik kız çocuğunun karşısına kendisinden birkaç yaş büyük bir Filistinli oğlan koymuş. Kızın eline de bir sopa vermişler. Hadi diyorlar. Vur. Kız önce dönüp kendisine bu komutu verenlere bakıyor. Bir tür oyun olarak algılıyor bunu. Usul usul indiriyor sopayı çocuğun eline, bacaklarına. Ona daha şiddetli vurması telkin edildikçe, oğlanın beline, koluna gelişigüzel vurmaya başlıyor.

Oğlan ise uysal. Onuruna yediremiyor korkmayı, tepki vermeyi. Kendini korumaya çalışıyor. Ama şiddetli darbeler aldığında bağırıp ağlıyor. Kesik kesik. Uzatmadan. Sanki saldırganlığın bir yerde biteceğine, ardından merhamet geleceğine inanıyor. Öylece sabrediyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: Erdoğan cumhurbaşkanı seçilirse neler olacak?

İlk kez cumhurbaşkanının halkoyu ile belirleneceği seçimin ilk tur oylamasına 20 gün kaldığına göre, bütün kamuoyu yoklamalarında favori aday gösterilen Başbakan Erdoğan’ın topluma ne tür taahhütlerde bulunduğunu hatırlamakta yarar var.

Neticede algı çarpıtma denemeleri ve sanal linç kampanyaları, her seçimden ve her referandumdan önce belirli çevrelerce sahnelendi. Önümüzdeki seçime uzanan dönemde de bunların tekrarlandığını görmekteyiz.

Bu tabloda akla uygun olan davranış, en güçlü cumhurbaşkanı adayının ne tür bir vizyonu topluma sunduğunu bilerek seçimde oy kullanmak değil midir? Bu düşünceyle Erdoğan’ın “Yeni Türkiye Yolunda” başlığı ile açıkladığı “Vizyon Belgesi”nin temel maddelerini hatırlatmakta yarar görüyorum.

Dört temel hedef 

İşte bu maddelerden bazıları:

– Amacımız, 2023’te, yani Cumhuriyetimizin 100. yılında şu dört temel hedefe ulaşmaktır: 

 Demokrasiyi daha da geliştirmek/  Siyasi ve toplumsal normalleşmeyi sağlamak/  Toplumsal refahı daha çok yükseltmek/  Dünyada öncü ülkeler arasına girmek.

– Bizim için demokrasi; çoğunluğun azınlığa, azınlığın da çoğunluğa tahakküm etmediği bir rejimdir. Bizim için demokrasi; çoğulcu bir anlayışla karar süreçlerinin işletildiği, her türlü işlem ve eylemin evrensel hukuk normlarına dayalı objektif kriterlerle denetlendiği, sivil toplum kuruluşları, medya, kanaat önderleri, meslek kuruluşları gibi sivil ve özerk kesimlerin ve örgütlerin özgürce aktif rol oynadığı bir rejimdir.

Yeni siyasal partiler düzeni 

– 2023 yolunda siyasi partileri tek tip teşkilatlanmaya iten yasal düzenlemelere son verilmelidir. Bunun yerine siyasal partilerin serbest bir biçimde kurulması, örgütlenmesi ve propaganda yapması haklarını güvence altına alan, özgür ve demokratik bir biçimde teşkilatlanmalarına zemin hazırlayan yasal düzenlemenin hayata geçirilmesini hedeflemeliyiz.

– Yeni Türkiye için yaslandığımız üç temel ilke vardır:

 Demokratik siyaset/  Açık toplum/  Hukuk devleti. 

– Bizim baştan beri hedefimiz, zayıflamış ve yer yer kopmuş olan millet- devlet ve kimlikler- devlet ilişkisini olması gereken zemine oturtmaktır. Bunun için ülke olarak üç dönüşümü gerçekleştirmemiz gereklidir: 

 Siyasi dönüşüm/  Toplumsal bütünleşme/  Kurumsal dönüşüm.

Halkın seçimi 

– Cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye’de her zaman sancılı olmuştur. Çünkü meşruiyetlerini halktan almayanlar Cumhurbaşkanlığı’nı hep bir vesayet kurumu olarak görmüşlerdir. 11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’ün seçilmesi sürecinde, vesayet odakları yine çeşitli engellemelerde bulundular. AK Parti mensubu bir kişinin Cumhurbaşkanı olmaması için her türlü entrikaya başvurdular. Biz ise, bu vesayet odakları ile bir kere daha mücadele ettik ve Meclis Cumhurbaşkanı’nı seçti. Bu dönemde milli iradenin, demokrasinin ve refahın geliştirilmesi yönünde Türkiye önemli adımlar attı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Burhannetin Duran: “İslam Dünyası” gerçekten var mı?

İnsanoğlu en büyük medeniyetlerin de en vahşi katliamların da sahibidir. Öyle anlar vardır ki uluslararası hukukun ve örgütlerin buharlaştığını görürüz.

Güçlü olan hukuku hiçe saydığında uluslararası toplumun vicdanı kanar. Bosna’dan Ruanda’ya ve bugün Şucaiyye’ye kadar yaşanan katliamlara sessiz kalarak adalet duygumuzu yitirmekteyiz. Ancak katliamlar dünyanın önde gelen ülkelerince “savunma hakkı” diye savunulduğunda yaralanan, örselenen insanlığımızdır.

İsrail’in Gazze’de 433 Filistinliyi şehit etmesi, 4 bin kişiyi yaralaması ve en son Şucaiyye Katliamı ile bölgemiz bir kez daha, büyük güçlerin umarsızlığına tanık olmaktadır. Dünyada barış içinde birlikte yaşamanın zeminini ortadan kaldıran ve nefretin tohumlarını serpen işte bu umarsızlıktır.

Modern dönemde bunu en çok iki Dünya Savaşı sırasında toplu halde yaşadı insanlık. Bu itibarla medeniyet binasına çok sayıda tuğla koyan Batılı devletler aynı zamanda barbarlığın müzesinde de birçok anıtın yaratıcısıdır.

Mevcut dünya düzeninin banisi olan Batı, Osmanlı devletini parçalayarak modern Ortadoğu’yu kurdu ve kısa süre sonra da İsrail’i bölgenin kalbine yerleştirdi. O günden bu güne bölge düzen ve huzur görmedi.

İsrail’in kurulmasının yarattığı travma, Arap ve Müslüman dünyada hem seküler milliyetçiliklerin hem İslamcılığın yükselişinde etkili oldu. Baasçılık da İran Devrimi de İsrail tehlikesini kendilerini meşrulaştırmakta kullandı.

Otoriter rejimler için İsrail’le mücadele, halkların demokrasi taleplerini baskılamanın bir mazeretiydi. Bu yönüyle Ortadoğu’da bir düzenin kurulamamasının en önemli sebebi İsrail’in durdurulamayan yayılmacılığıdır.

Aslında İsrail, uluslararası sistemde hep ayrıcalıklı bir yere sahip olmuştur. Önce Britanya’nın sonra ABD’nin himayesinde kurulduğu tarihten itibaren saldırgan yayılmacılığına devam etti. Uluslararası örgütlerin kararları ile kendini bağlı hissetmeyen bir pozisyonda oldu. Nükleer silah sahibi olurken de Batı Şeria ve Gazze’de “yerleşimci işgaline” devam ederken de dizginlenmedi.

Arap Baharı’nın ilk baştaki demokratikleşme dalgasından çekinen ancak sonrasındaki kaosu en iyi değerlendiren ülke İsrail oldu. Suriye iç savaşını, Irak’taki mezhep savaşını büyük ölçüde sessiz kalarak karşıladı.

Müslüman Kardeşler’in Mısır’da devrilmesi ve bölgesel güçlerin rekabeti İsrail’in menfaatlerine katkıda bulundu.

Ortadoğu’da bölgesel güçler milli çıkarlarını mezhepçilik üzerinden meşrulaştırarak yeni fay hatları yaratırken İsrail, üç vatandaşının öldürülmesini bahane yaparak Gazze’de geniş çaplı bir operasyona girişti.

Bölgedeki güçler “medeniyet içi” kavgalarını derinleştirdikçe İsrail üzerinde bir baskı hissetmeyecektir. Uluslararası sistemin başat güçleri İsrail’e “haylaz evlat” muamelesi ile göz yumacağına göre Müslüman dünyanın ne tepki vereceği önemli olmaktadır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mahmut Övür: Yeni Anayasa için Venedik yolu

Başbakan Erdoğan geçen yıl, 2014’ün AB Yılı olacağını açıklamıştı. Türkiye Gezi olayları ile 17 Aralık darbesine ve o olaylar nedeniyle AB’den yöneltilen eleştirilere rağmen o yolculuğunu yargı reformlarıyla, yeni fasıllar açmanın hazırlığıyla sürdürüyor.

Ancak AB cephesinde durum pek parlak değil.

AB’nin kurucu babaları, Rusya’yla birlikte Ukrayna’yı kaosa sürükleyerek, Mısır’da darbe karşısında susarak, Gazze’de İsrail’i destekleyerek AB’nin özgürlükçü ve demokrat ruhunu kirleten bir tavır içindeler.

Bir anlamda AB yeni bir yol ayrımında… Tam bu kritik dönemde AB Bakanı ve Başmüzakereci Mevlüt Çavuşoğlu ve ekibiyle İtalya’nın başkenti Roma’dayız.

İtalya hem AB dönem başkanı, hem de reformcu, değişimci merkez sol diye nitelenen yeni bir iktidara sahip… İtalyan başbakanı Matteo Renzi sadece ülkesinde değil AB genelinde de “umut” veren bir siyasetçi…

Türkiye’ye de sıcak bakıyor ve dönem başkanı olmaları nedeniyle de ciddi destek veriyor. 

Bakan Çavuşoğlu’nun İtalya gezisi bu açıdan önemli… Dışişleri Bakanı Federica Mogherini’nin davetiyle İtalya’ya gelen Çavuşoğlu, çok sayıda önemli isimle de görüştü.

Sonuçtan memnun: “İtalya ile hem siyasi hem ekonomik ilişkilerimiz çok iyi. İtalya, bizim AB sürecimize destek veriyor. Kıbrıs meselesinde de en çok destek aldığımız ülke. Biz bu yılın AB yılı olması için elimizden geleni yaptık, yapıyoruz. 6’ncı yargı paketi geçti, birçok alanda yeni düzenlemeler yaptık. Önümüzdeki günlerde 4 bakan Erzurum’da bir araya gelip, bu yılsonuna kadar neler yapılacağını belirleyecek. Bizim beklentimiz daha fazla ama bu dönemde en azından iki fasıl açılırsa iyi olur.” 

İl turda yüzde 57 

AB Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile Roma tarihini soluduğumuz Halk Meydanı’nda, gazeteciler Cengiz Özdemir, Nagehan Alçı, Murat Çiçek, Mustafa Kartoğlu ile cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve yeni anayasayı da konuştuk.

Bakan Çavuşoğlu, cumhurbaşkanlığı seçimleri için iddialı konuşuyor: “Türkiye de artık bir yol ayrımında. İlk kez halk cumhurbaşkanını seçecek. İlk turda Cumhurbaşkanı adayımız yüzde 57 oy alır…”

Bakan Çavuşoğlu’nun yeni anayasanın yapılması konusunda iddialı ve ezber bozan yeni bir önerisi var. Şöyle diyor: “Biz 4 partiyle birlikte yeni bir anayasa yapmayı denedik ama maalesef başaramadık. Demek ki bu muhalefet anlayışıyla yeni bir anayasa yapma ihtimalimiz yok. Ama bizim de yeni bir anayasa yapma vaadimiz var. Cumhurbaşkanı adayımızın vizyon belgesinde de yeni anayasa vaadi var.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kayahan Uğur:  Çağdaş barbarlık düzeyi

‘Çok karanlıktı, hiçbir şey görülmüyordu, bir çığlık duydum, ninemin sesi olduğunu sandım ama o artık yok olmuştu’. 

9 yaşındaki Nebile Pakistan’dan babası ve kardeşiyle gelmişti. Bir üyenin girişimi sonucu ABD kongresinde Silahlı İnsansız Hava Araçları’nın (SİHA) yerel halk üzerindeki etkileri tartışılmaktaydı. Nebile’nin elinde kendi yaptığı resimler vardı, tüm çocuklar gibi o da günlük yaşamını çizmişti. Evi, dağlar arasındaki köyü, ağaçlar… Bu çocuk resminin dünyadaki diğer çocuk resimlerinden önemli bir farkı vardı. Gökyüzünde sürekli bir tehdit olarak dolaşan iki kara siluet: Amerikan Predatorları. Predator markalı SİHA’lar bölgedeki çocuk resimlerinde mutlaka yer alıyor.   

2012 yılının o Ekim gününde, Nebile’nin ninesi 67 yaşındaki Mümine Hanım, evinin bahçesinde sebze toplarken çağdaş barbarların fırlattığı bir füzeyle yok edildi. Nebile’nin ağabeyi 13 yaşındaki Zübeyir ‘babaannem bin parçaya ayrıldı’ diyordu. Zübeyir, ‘biz çocuklar açık havada predator gelir diye okula bile gitmeye korkuyoruz’ diye ekliyor. 

Nebile’nin babası bunun bir kaza olduğuna inanmıyor. Bir otomobilin hedef alındığı iddiası tipik bir Amerikan yalanı. Çünkü yakınlarda bir aracın geçebileceği yol yok. Pakistan’ın Kuzey Veziristan bölgesinde çok sayıda sivil bu şekilde hedef gözetilerek katledildi.   

Yeni Amerika Vakfı’nın rakamlarına göre ABD 2002 yılından beri silahlı İHA’larla Pakistan’da 365 hava saldırısı yapmış ve sadece bu yolla 3400 civarında insan öldürmüştür. Vakfa göre bunların en az 300’ü kesinlikle sivillerdir. Yemen’de bu rakam en az 60’ı sivil olan 880 insandır. Aynı saldırılar Afganistan’da sürmektedir ama rakamlar bilinmemektedir.  ABD aynı araçları Afrika Boynuzu’nda Somali’de, Cibuti’de, Etiyopya’da kullanmakta.  Şimdi Nijer ve Orta Afrika üzerinden Batı Afrika ülkeleri de hedef alınmış oluyor. ABD, Predator kullanımını başka İslam ülkelerine doğru genişletecek gibi görünmekte. Milyarlarca insan terör tehlikesi propagandasının yanı sıra  korkuyla da  sindirilmek isteniyor. Boş çaba. 

Onlarca sivili öldürdükten sonra  vicdanen tükenip  istifa eden pilot Brandon  Bryant’ın anlattıklarına göre SİHA’ların uzaktan kumandası binlerce kilometre ötede ABD’nin Yeni Meksika eyaletindeki hava üssünden yapılmakta. Bryant, ısısı 17 derecede sabitlenmiş ve içine 14 bilgisayar yerleştirilmiş bir  konteynerde 5 yıl  görev yapmış. Elinin altında 4 klavye, bir düğmeye basması dünyanın öbür ucunda birilerinin ölmesi için yeterli. Predatordan ‘Hellfire’ füzesinin yola çıkması ile hedefe varması arasında 16 saniye var.  Onu isyan ettiren son görevinde Bryant, patlamaya 7 saniye hâla hedef alınan ağıldan bir çocuğun dışarı çıktığını fark etmiş. ‘Çocuk var’ diye bağırmış. O an içinde füzeyi hedeften saptırmak hala olanaklıymış. Ne var ki  komutanı ‘çocuk değil köpek’ diyerek Bryant’ı susturmuş.  ‘Ama iki ayaklı’ diye bağıran Bryant’a verilen cevap korkunç: ‘İki ayaklı küçük bir köpek o’.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fahrettin Altun: Diktatör paranoyası

Yıllardır “Türkiye korkuları”ndan bahsediyoruz. 

Komünizm diyoruz, bölücülük diyoruz, irtica diyoruz. 

Siyasal alanda yaşanan çeşitlenme ve Kemalizmin mevzi kaybetmesiyle birlikte, “Türkiye’nin korkularından kurtulması gerektiği” tezi her yerde karşımıza çıkmaya başladı. 

Bu, elbette siyasetin normalleşmesinin bir göstergesi. 

Müesses nizamın adına “tehdit” dediği bu unsurlar, bir dönemden sonra “korku nesnesi” olarak adlandırılmaya başlandı.  

Ve elbette bu korkuların aşılması gereğinden bahsedildi. 

Ne var ki, bugünden geriye dönüp baktığımızda, eğer ortada bir his varsa onu “korku” kavramıyla değil, “paranoya” kavramıyla izah edebileceğimizi görebiliyoruz.  

Zira, korkuda gerçek bir olay, bir yaşanmış bir hatıra yahut maruz kalınmış bir durum söz konusudur. 

Paranoyada ise böyle bir zorunluluk yoktur. 

Türkiye’de siyaset mühendisliği yıllarca bir paranoya mühendisliği olarak işledi. Üretilen paranoyalar da siyasal alanı vesayet altına aldı, siyasal özneler çoğu kez rasyonalitelerini bu paranoyalara teslim etti.   

Bu süreç, her şeyden önce Kemalist milliyetçiliği besledi. 

Her ne kadar Turhan Feyzioğlu onu “rasyonel, modern, medeni, ilerici, demokratik, birleştirici, onurlandırıcı, insancıl ve barışçıl” olarak nitelese de Kemalist milliyetçilik pratikte ayrıştırıcı, saldırgan ve anti-demokratik bir tarzda hayata geçti. 

Bu, söz konusu paranoyaların toplumsal ve siyasal varoluşun merkezine yerleştirilmesiyle mümkün oldu. 

Bu paranoyalara teslim olmanın ürettiği maliyetler çok açık. 

Her şeyden önce tutuculuk bu süreçte siyasi bir norma dönüştü. 

Siyasi ve hukuki zemin bu paranoyalardan hareketle dizayn edildi. 

Ve bugün de hala bu dizaynın etkilerinden tam anlamıyla kurtulabilmiş değiliz. 

*** 

Bugün Türkiye siyasetine dayatılan yeni bir paranoyayla karşı karşıyayız: Diktatör paranoyası.  

Gezi muhalefetinin “otoriterleşme”, “anti-demokratik tavırlar”, “yaşam tarzına müdahale” ve “kutuplaştırıcılık” söylemleri üzerinden ürettikleri bu paranoya, bir siyasal mücadele aracına dönüşmüş durumda. 

O günlerde dile getirilen ve Erdoğan’ın “eski Arap diktatörlerinden hiçbir farkı”nın kalmadığını iddia eden söylemler, 17 Aralık medyasının da yardımıyla siyaseten canlı tutulmaya ve hem ulusal, hem uluslararası ortamlarda şiddetli bir biçimde savunulmaya başlandı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Turgay Güler: Ekmel Bey şimdi hapı yuttu?

Ekmel Bey merhum Menderes’in mezarını ziyaretinde “tehlikeli!” laflar etti.

Her bir sözü pimi çekilmiş bomba gibiydi! 

O da çekip çekip fırlattı. 

Kemalistler kaçtı. 

Ulusalcılar da. 

Milliyetçiler ve Atatürkçüler de. 

Hepsi arazi oldu. 

Sesleri solukları çıkmıyor. 

Peki Ekmel Bey ne dedi ki? 

Valla azizim ne demedi ki? 

İşte Ekmel Bey’in o sözleri. 

“Babam Demokrat Partiliydi. Darbe olduğu zaman hasta yatağındaydı. ’Allah bana Menderes’in asıldığını göstermesin’ dedi ve Menderes’ten önce vefat etti”. 

Çok şükür ki Ekmel Bey’in muhterem babası İhsan Efendi, Menderes’in idamını görmedi. 

Biricik Ekmel’inin CHP’nin adayı olduğunu da! 

İnönü’nün mezarını ziyaret ettiğini de! 

Neyse. 

Ekmel Bey bunları anlatırken duygulandı ve gözyaşlarına hâkim olamadı. 

Ve sonra her biri “deve dişi” gibi şu sözleri sarf etti. 

 “Adnan Menderes ve arkadaşları olmasaydı Türkiye hiçbir zaman diktatöryadan, mutlakıyetten ve totaliter rejimlerden kurtulamazdı.” 

Hadi Ekmel Bey’in sözlerini daha anlaşılır hale getirelim. 

Diyor ki: 

“Adnan Menderes Türkiye’yi diktatörlükten kurtardı”. 

Peki kimin diktatörlüğünden? 

Hiç şüphesiz Atatürk ve İnönü’nün herhalde! 

Aman ha! Ben demiyorum, Ekmel Bey diyor. 

Aslında Ekmel Bey’in sarf ettiği bu sözler Menderes’e ait. 

Menderes Yassıada sürecinde mahkeme heyetine şunları söylemişti: 

“Ülkeyi 27 yıl süren diktatörlüğün ardından…” 

27 yıllık diktatörlük. 

On beş yılı Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı. 

12 yılı da İnönü’nün. 

Toplam 27 yıl. 

Ben demiyorum! 

Menderes diyor. 

Bir de Ekmel Bey! 

Peki Kemalistler ne diyor? 

Yahut Atatürkçüler, CHP’liler. 

Ve dahi Atatürk’ün askerleri. 

Dedim ya, hepsi arazi. 

Çıtları çıkmıyor. 

Ekmel Bey bir de ne demişti? 

“Menderes ve arkadaşları Türkiye’yi mutlakıyetten kurtardı” demişti. 

Yani gücü ve yetkiyi kendisinde toplayan tek adamlıktan.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Etyen Mahçupyan: ‘Millet’ sakat doğmasın!

Bir siyasi hareketin kültürel kimliğini hangi duyarlılıklara sahip olduğu, nasıl bir geleneğe oturduğu türden sorularla anlayabilirsiniz. Ancak siyasi kimliğini bu usulle belirlemeniz mümkün olmaz. Çünkü siyasi kimlik beyana dayalı bir özellik değildir. İnsanlar ve partiler ideolojilerini seçebilirler ama siyasi kimliklerini seçemezler. Bu kimlik siyaset yapılırken ‘kendiliğinden’, öteki aktörlere yönelik davranış üzerinde temellenir. Herhangi bir siyasi hareketin demokratlığı, başkalarının o partiyi görme biçimiyle doğrudan bağlantılıdır. 

Türkiye’de laik/sol kesim ve CHP bu gerçeği kavramakta çok zorlanıyor. İdeolojik tutumlarına ‘sol’ dedikleri ve yaşam biçimleri ‘laik’ olduğu için kendilerini demokrat, özgürlükçü vs sanabiliyorlar. Oysa hem benimsedikleri solculuk, hem de içine doğdukları yaşam biçimini temel alan kamusal tutumları ve laiklik anlayışları tamamen otoriter zihniyeti yansıtıyor. Dinin, dindarlığın ve sonuçta dindarların kamusal alandan dışlanması muhafazakarlar nezdinde laik kesimin siyasi kimliğini belirleyen ana unsur. Buna siyasi alanda yereli merkeze taşımaya hevesli bütün hareketlerin asker ve yargı eliyle tırpanlanmasını eklediğinizde, söz konusu dışlanmanın bilinçli ve sistemik bir tercih olduğunu anlamak pek de zor değil. Öte yandan dindar Kürtler bu gerçeği daha da yoğun yaşadılar, çünkü Kürt kimliğinin kamusal alandaki varlığı da tümüyle engellendi, hatta suç haline getirildi. 

Arkasına laik kesimin iradi ya da kendiliğinden desteğini alan vesayetçi sistemin önünde aslında iki yol vardı. Uzun vadeli bir bakışla demokrasinin gelecekte kaçınılmazlığını ve çoğunluğun siyaset üzerinde egemen olacağını öngörerek, İslami ve Kürt kimliğine ‘değen’, bu kimliklerin taşıyıcılarını merkeze çeken bir söylem ve politika izlenebilirdi. Ya da soğuk savaş döneminin yeterince uzun süreceği ve bu sürede dindarların laikleşip Kürtlerin Türkleşeceği varsayılarak, sert bir siyaset de zorlanabilirdi. Rejim ikincisinden yanaydı ve bu durum laik/sol kesimin de kültürel açıdan işine geldi. En azından onları fazla rahatsız etmedi. Bu cenahta ideolojik olarak ‘özgürlükçülük’ kapsamında öne sürülen tezler, Türkiye gerçeği karşısında tümüyle teorik bir zemine oturdu. Öyle ki demokrasi açığı sistemleşirken, bu durum ‘modernlik açığı’ tespitiyle meşrulaştırıldı. Oysa nedensellik aksi yöndeydi… Demokrasi açığı olduğu için modernlik açığı yapısallaşmıştı. Vesayet dışlanmış kimliksel kategorilerin modernlik alanına girmelerine izin vermiyor, kimliğin kültürel değişimini şart koşuyordu. 

Bugün durum tersine. Dindarlar iktidarda ve Kürtleri de dolaylı yoldan merkeze taşıyorlar. Demokrasinin asgari temeli olan çoğunluğun yönetimi ilk kez koşulsuz olarak gerçekleşiyor ve çeperi modernliğin parçası kılıyor. Bunun demokratikleşme açısından devrimsel bir değişim olduğu açık. Ne var ki yaşananın daha demokratik olması, bunu gerçekleştiren AKP’yi ‘demokrat’ yapmıyor. Bu partinin siyasi kimliğini belirleyen unsur, kendisine benzemeyenlerin onu nasıl algıladığı… Ve bugün laik/sol cenahın algısına baktığımızda AKP’nin liderine indirgendiğini, Erdoğan’ın zihniyetinin salt sözleri üzerinden okunduğunu, bu söylemin ayıklanarak tedavüle sokulduğunu, ama nihayette bu siyasi hareketin otoriter/ataerkil niteliğiyle kavrandığını görüyoruz. AKP çeperdekileri merkeze taşırken, aslında merkezdekileri dışa itmeyip merkezi genişletmenin peşinde… Ama sonuç pek öyle olmayabiliyor. Çünkü eskiden merkezde olanlar şimdi psikolojik olarak itilmiş, dışlanmış ve horlanmış hissediyorlar. Fiziksel olarak hala merkezde olmaları, geçmişe nazaran daha fazla kazanmaları, daha iyi yaşamaları, kültürel alana hükmetmeleri ikincil kalıyor. Bunda yüz yıldır imtiyazlı yaşamış olanların sahip olmaya devam ettiklerinden ziyade kaybettiklerine bakma eğilimi de etkili. Ancak AKP’nin sosyal açıdan salt kendi tabanına bakan, diğer kesimleri ise sadece siyasi niteliği ile kavramsallaştıran yaklaşımı da şu anki ayrışmanın nedenlerinden biri.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Melih Altınok: Şartlı Vicdan

Gerçekten anlamak istiyorum. “Vicdansızlar” deyip işin içinden çıkmanın kolaycılığına ve hamasetine kapılmamak için üzerinde düşünüyorum. Lütfen yardımcı olun.

Acaba Gazze’de bir mahalleye dalan tam teçhizatlı askerlerin onlarca çocuğu ve kadını katletmesi karşısında ilk olarak akıllarına Türkiye’deki siyasi hasımlarının gelmesini nasıl açıklıyorlar?

Sosyal medyada karşılaşınca gözlerimizi kapattığımız o parçalanmış çocuk bedenleri karşısında hafızalarının hangi bölümü devreye giriyor da dillerinden İsrail devletinden önce “Erdoğan’lı cümleler” dökülüyor?

NATO ve benzeri örgütlere üye olup da Filistin sorunuyla ilgili İsrail’e dünyanın en sert tepkisini veren ülkelerin hükümetinin bu katliama ortak olduğunu gerçekten düşünüyor olabilirler mi sizce?

Mevzu hakkında çok duyarlılar da ondan mı diyorsunuz? İyi de eğer Filistin konusundaki hassasiyetleri bu denli “aşırı yorumlara” yol açacak kadar radikalleşmişse, Erdoğan “One Minute” diyerek İsrail’e o tarihî ayarı verdiğinde içlerine Şaron mu kaçmıştı?

Öyle ya, hatırlayın, Erdoğan bu çıkışından ötürü merkezindekinden Cemaatçisine, memleketin diplomatik gazete köşelerinde yerden yere vurulmuştu. Kendisine ve bu çıkışı “diplomasi sınırları” içinde sayan bizlere “teamül” parmakları sallanmıştı. Hatta kimilerimiz antisemitistlikle bile itham edilmiştik. Daha düne kadar da, gerilen ilişkilerden ötürü İsrail’in Türkiye’deki “düşük” diplomatik temsili AK Parti’nin “değersiz yalnızlığı” olarak yorumluyorlardı.

Peki, şimdi nasıl olup da 180 derecelik bir çarkla başlarına Hamas flaması bağladılar? Erdoğan’ın “katil” sıfatını eklemediği İsrail’le ilgili cümlelerini zaaf sayar hale geldiler.

Yo dediğim gibi, bunları konuyla az buçuk haşır neşir herkesin fark edeceği siyasi tutarsızlıklarını ve AK Parti fobilerini ifşa etmek için anlatmıyorum. Aralarında sohbet ederken, ya da parti gruplarında, yazı işlerinde tartışırken kendilerine ve birbirlerine nasıl “inanabildiklerini” anlamak için soruyorum.

Örneğin içlerinden birisi çıkıp, “Arkadaş biz bu haberi Gazze’deki katliamı gündemde tutmak için yapmıyor muyuz? O halde niçin 500 sivilin ölümünden sorumlu İsrail ordusu dururken, NATO’ya ait Kürecik radar üssünün hükümet tarafından pakta üye bile olmayan İsrail’e istihbarat sağlamak için kurulduğu yalanını manşet yapıyoruz” diyemiyor mu? O masalardaki tek bir “antiemperyalist” gazeteci “bu yaptığımız gerçek katili gizlemek, hedef saptırmak anlamı gelir. İsrail ordusunun suçları talileşir” diye çıkışamıyor mu? Katliamı yöneten Netanyahu’nunkilerle bire bir örtüşen askerî hedef saptırma gazeteciliklerini asgari akla sahip herkesin fark edebileceğini düşünemiyorlar mı?

Evet, ilk kez karşılaşmıyoruz böylesi bir durumla. Mesela Esad’ın toplama kamplarındaki on binlerce kare soykırım fotoğrafı yayınlandığında da, Milliyet’in diplomatik yazarı gibi önce “Şimdi bu Erdoğan’ın da işine yarayacak” diye hayıflananlara şahit olmuştuk.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hüseyin Yayman: Erdoğan’ın en kritik 18 günü…

Cumhurbaşkanlığı seçimine yirmi gün kaldı. Sokağın nabzına bakıldığında beklenenden düşük bir profil kampanya yürüyor. Yayınlanan anketler heyecanı düşürüyor. Bayramdan sonra muhalefet ezber bozacak bir çıkış yapamazsa çok ilginç sonuçlar görebiliriz. CHP/MHP oyunun 30 Mart yerel seçimlerinin gerisine düşmesiyle siyasette taşlar yerinden oynayacaktır.

Bu seçimin, cumhurbaşkanını seçmek yanında, sonuçlara göre iktidar ve muhalefet partileri için kalıcı etkileri olacak. Adaylar için hedefler ve psikolojik eşikler var. Hepsinin hedefi birinci turda kazanmak. İhsanoğlu için ikinci hedef CHP/MHP bloğunun oyunu almak. Yani yüzde kırk üçü korumak. Üçüncü eşik ise % 40’ın altına düşmemek. Bu durumda çatı çökecek ve CHP/MHP liderleri koltuklarını devretmek durumunda kalacaklardır.

Psikolojik eşiklere dikkat!

Selahattin Demirtaş için ise bu seçim 2015 seçiminin test sürüşünün yapıldığı bir yarış olacak. Anketlerin söylediği gibi Demirtaş’ın % 10’a yaklaşması liderliğini kalıcılaştırma yanında Kürt siyasi hareketi için psikolojik eşiğin aşılması anlamına geliyor. Aksi olması ve klasik oyların alınması durumunda ise gelenekçilerle, gençlik arasında farklı bir mücadele yaşanacak.

Favori gösterilen Erdoğan’ın önünde ise daha net bir tablo var. Bazı araştırmalar Erdoğan’ı birinci turda seçileceğini söylüyor.

Durumsallık yaklaşımı…

Başbakan Erdoğan için ikinci hedef % 53-54; üçüncü hedef ise % 55 ve üzeri. Erdoğan, yüzde 51-53 oy aldığında kafasındaki başbakan farklı, % 53-54 aldığında farklı, % 55’in üzerinde bambaşka bir isim olacak.

İşte tüm bunlar 10 Ağustos’tan sonra karar verecek. Bugünden yazılanları fazla ciddiye almayınız. Erdoğan’ın kafasında henüz somut bir isim yok. Çok kişiyi dinlemesine rağmen henüz kimseye bir işaret vermiş değil. Durumsallık yaklaşımı Erdoğan’ın önemli prensiplerinden biri ve bunu son ana kadar kullanacak.

‘28 Ağustos’a kadar devam edebilir’

10 Ağustos sonrasını Erdoğan’ın güvendiği isimlerden, Seçim İşleri Başkanı Prof. Dr. Mustafa Şentop’la konuştuk. Partinin hukukçu kurmayları arasında yer alan Mustafa Hoca’nın değerlendirmeleri şöyle:

‘Bize göre Başbakanımız birinci turda seçilecek. YSK resmi sonuçları beş gün sonra yani 15 Ağustos’da ilan edecek. Kanuna göre seçilen isim, eski cumhurbaşkanın görev süresi bittiği gün yemin etmesi lazım. Mevzuata göre tutanak yeminin yapıldığı oturumda 28 Ağustos’da verilecek.’

Resmi sonuçların açıklandığı 15 Ağustos’la, 28 Ağustos arasında ne olacak? Vekil başbakan mı olacak, yoksa Tayyip Bey Başbakanlığa devam mı edecek. Bu soruya Mustafa Hoca şu cevabı veriyor:

‘Kanuna göre yemin cumhurbaşkanın görev süresi sona erdiğinde edilmezi lazım. Dolayısıyla mazbata da ancak 28 Ağustos’da verilebilir. Dolayısıyla da Başbakanın milletvekilliği de o gün düşmüş olur.  Bana göre hukuken 28 Ağustos’a kadar başbakanlığı ve genel başkanlığı devam eder. Ancak kendisi gerek görür de ‘ben ayrılıyorum, gerekli hazırlıkları yapacağım’ da diyebilir. Ancak bizim mevzuatımızda Başbakanlığa vekalet etme yöntemi belirlenmiştir. Yurt içindeyken yerine bir vekil başbakan tayin edemez.’

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Okay Gönensin: “Ayda bir” formülü

Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanı olarak uygulayacağı yönetim “üslubu” üzerine genel nitelemelerle yetinmişti.

Genel açıklamalar, niyetlere ve beklentilere göre daha çok spekülasyon denebilecek yorumlara yol açtı.

Erdoğan’ın sürekli olarak bakanlar kurulunu toplantıya çağırarak, icranın başında duracağını söyleyenlerin kimisi bunu olumlu bir beklenti olarak dillendirdi. Kimisi de “sürekli icranın başında oturma” eyleminin bir yetki aşımı oyduğunu, bunun anayasanın çiğnenmesi olarak görülebileceğini söyledi.

Erdoğan’ın son açıklamalarından ise daha somut bir formül ortaya çıkıyor. “Teamüllerle değil anayasayla çalışacağım” diyen Erdoğan’dan gelen somut formül belli bir düzenli periyoda bağlı olarak bakanlar kuruluna başkanlık yapmak.

Çok yakın dönemden örnek

Her hafta toplanan bakanlar kuruluna cumhurbaşkanının her hafta başkanlık yapması anayasaya aykırı bir durum değil, ama teamüllere aykırı olduğu kesin.

Yakın dönemde sadece Turgut Özal’ın, birinci Körfez savaşı dolayısıyla bazı bakanlar kurulu toplantılarına başkanlık yaptığını hatırlıyoruz.

Buna karşılık cumhurbaşkanlarının gerek başbakanla gerekse bütün bakanlarla sürekli olarak temas halinde olması herhangi bir kısıtlamaya tabi değil.

Çok yakın dönemden örnek vermek gerekirse, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ortadoğu’daki gelişmeler dolayısıyla Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile bayağı sık görüştüğünü söyleyebiliriz. Bu görüşmelerde cumhurbaşkanı bilgi almakla da yetinebilir, herhangi bir somut konuda “şöyle olması daha doğru olur” da diyebilir.

‘Yetki aşımı’ yorumu aşırı

Erdoğan’ın düşüncesinin, ayda bir kez bakanlar kuruluna başkanlık yapmak şeklinde olduğunu, gazetecilere önceki gün verdiği bilgilerden anlıyoruz.

Cumhurbaşkanı ayda bir kez Milli Güvenlik Kurulu toplantısında “devletin” en tepesinde oturacak, ayda bir kez de bakanlar kurulu toplantısında “Hükümetin” en tepesinde bir kez oturacaktır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız