“Diktatör” diyen, “Demokrat” olsa..

Olaylar
Yeni Şafak’tan; Ali Bayramoğlu, İbrahim Karagül, Yusuf Kaplan, Faruk Beşer, Tamer Korkmaz; Sabah’tan Engin Ardıç, Haşmet Babaoğlu, Hıncal Uluç, Mahmut Övür, Mehmet Barlas; Star’dan B...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan; Ali Bayramoğlu, İbrahim Karagül, Yusuf Kaplan, Faruk Beşer, Tamer Korkmaz; Sabah’tan Engin Ardıç, Haşmet Babaoğlu, Hıncal Uluç, Mahmut Övür, Mehmet Barlas; Star’dan Beril Dedeoğlu, Ahmet Taşgetiren, Elif Çakır, Yalçın Akdoğan bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Ali Bayramoğlu: Biraz da kendimize siyaset

Bugün siyasetin merceğini değiştirelim. Ankara siyasetinden mahalle siyasetine gidelim.

Sorumuz şu olsun:

‘İstanbul çeşmelerinden su akmazsa ne olur?’

Aslında soruyu Miktad Kadıoğlu soruyor.

Kadıoğlu Türkiye kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim, ülkenin en çok kulak verilen, en popüler meteoroloji profesörü. İTÜ Meteoroloji Mühendisliği ve Afet Yönetim Merkezi’nde öğretim üyeliği ve İstanbul Valiliği Afet ve Acil Durum Yönetimi Danışmanı. Kadıoğlu yolladığı bir kampanya e-mail’inde şunları söylüyor.

Change.org/susuz kalma adresinde başlattığım imza kampanyasında imzalar 1.339 oldu.

İnanamıyorum yani susuz kalma tehlikesine karşı ses çıkartan bu kadar az insan olamaz.

Ben aldım bu imzaları, 23 Haziran 2014’de İSKİ Genel Müdürü Dr. Dursun Atilla Altay Bey’e elden götürdüm. Sayın Altay, önerilerimizin tümüne katılmakla beraber, İstanbul susuz kalmasın diye önceliklerinin daha önce başlatılan yapısal projeleri bir an önce bitirmek olduğunu söyledi. Ülkemizde kuraklık, sel, deprem, vb. problemlerin çözümünde hep ‘hard’ da denilen sadece yapısal önlemlerin alındığı, fakat ‘soft’ denilen yapısal olmayan önlemlerin ve daha da önemlisi toplumsal katılımın ihmal edildiğini görüyoruz (…)

İstanbul’a sadece boruyla su getirmekten başka su için yapılacak çok daha fazla şey var.

İstanbul’da durum bu, barajlar boş, böyle giderse rezerv alanındaki yosunlu suları da içeriz. Belki fena da olmaz! Sadece her taraftan İstanbul’a su taşımakla olmaz bunun tasarrufu var, planı var, havza koruması var, kendilerine yeşil diyen villalı rezidanslara sarnıc yapmak, suyu hasat etmek de var…

Arkadaşlar hadi bi imza atıverin de yapısal olmayan ve uzun vadede çok daha faydası olacak olan önlemleri İstanbul’dan itibaren tüm ülkemize getirebilelim. Belki hoca sarığımızla kuru kuru anlatamadığımızı sizden yükselen binlerce sesle, bilinçlenen kitlelerle daha kolay anlatabiliriz.

Atacaksanız atın imzanızı sonra bana gelip susuz kaldık hoca demeyin…’

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Karagül: Erdoğan, yeni Başbakan ve iki büyük mücadele…

Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı sırasında iki temel amacı var. Bu iki maddeyi bizzat kendisinden duyduğum için rahatça söyleyebiliyorum:

Çözüm sürecini tamamlamak ve son darbe teşebbüsünü yapan paralel yapı ile mücadele etmek…

Öyle görünüyor ki, birkaç güne kadar netleşebilecek yeni Başbakan’ın değişmeyen iki ana hedefi de bu iki ilke olacak.

Hatta Başbakan’ın kim olacağı sorusunun cevabının da büyük oranda bu iki maddede gizli olduğunu, Erdoğan’ın tercihinde de bu maddelerin belirleyici olacağını düşünüyorum.

Gezi ve 17 Aralık müdahalelerinde daha yumuşak bir tavır sergilemesi telkininde bulunanların nasıl yanıldığını gördük. O telkinlerle hareket edilseydi AK Parti iktidarı da Erdoğan’ın siyasi geleceği de çok büyük yara alacak, riske girecekti. Belki de bugünkü siyasi tablo bambaşka olacaktı.

Dolayısıyla iki müdahalede de siyasi basiretini konuşturup dik durdu ve girişimleri boşa çıkardı. Burada basiret ve öngörünün liderlik için, öncülük için ne kadar önemli olduğunu görüyoruz.

LİDERLİK ‘DENGE’ DEĞİL ‘KARAR’DIR

‘Yumuşatalım’ telkininde bulunanların bu basiret ve öngörüden yoksun oldukları da böylece ortaya çıktı. Dolayısıyla AK Parti’nin bundan sonraki yürüyüşüne öncülük, liderlik edemeyeceklerini de kendi siyasi tavırlarıyla, pozisyon alışlarıyla ortaya koymuş oldular.

Çünkü bu girişimler, toplumsal bir talepten ya da muhalefet söyleminden değil, doğrudan iç ve dış ortaklı bir projeden, Erdoğan’ı siyasetten silme, Türkiye’ye diz çöktürme, eski ‘yönetilebilir Türkiye’ye dönme planından besleniyordu.

Liderlik karar verme yeteneğidir. Bu yetenekten yoksun olanların, sürekli belirsizlik ve denge hesabında boğulanların öyle bir ehliyeti hiçbir zaman olmayacaktır. Türkiye’nin siyasi tarihi, benzer ehliyetsizlerle doludur ve geride çok kötü hatıralar bırakmışlardır.

Hele ki Yeni Türkiye’de; artık küresel ölçekte tavır alabilen, kendi yörüngesini oluşturan bir ülkede Başbakanlık çok daha güçlü bir liderlik ve dirayet istiyor. Geleneksel siyasi dil ve tavırlarla böyle bir ülkeyi omuzlamanın mümkün olmadığını Pazar günkü seçimle Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı yapan irade bile anladı ama bazıları hala bu sonuçları doğru okumaktan uzak görünüyor. Dünya liginde oynayan bir ülkeye dünya liginde güç oyunlarıyla boğuşabilecek bir Başbakan gerekiyor.

Erdoğan’ın son dönem yaptığı konuşmalarda bir çok kez ‘bazı arkadaşlarımız bizi yalnız bıraktı’ mealindeki cümlelerin muhatabı olabilecek kişilerin, yeni ekipte bırakın Başbakan olmayı, çok da merkezi bir rolü olacağı kanaatinde değilim.

Dünkü konuşması da böyleydi. Hatta o konuşma, yeni Başbakan’a, yeni kabineye, hükümete yönelik bir yol haritasının çerçevesini çizer nitelikteydi.

Hırslarınıza yenilmeyin, şeytan aranıza girmesin, gençlerin önünü açın mealindeki cümleler yeni kurulacak hükümetin, Türkiye’yi belki de bir on yıl daha omuzlayacak kadronun özelliklerini sıralar nitelikteydi.

Siyasi yaşamına hapislerle ve darbe girişimleriyle mücadele ederek başlayan Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanı seçilmeden hemen önce belki de hepsinden daha ağır bir darbe teşebbüsüyle yüzleşmesi anlaşılmayacak bir şey değildir. Erdoğan’ın liderlik ve siyasi söylemi ile Türkiye’nin büyük yürüyüşü harmanlanmıştır ve müdahale Erdoğan kadar Türkiye’nin geleceğinedir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yusuf Kaplan: Erdoğan’a 20 öneri

1-İslâmî duyarlıkları güçlü, vizyonu geniş bir kadro kurulmalı, yolsuzlukla mücadele sürmeli, Çete’ler temizlenmeli.

2-Halkı çözen İslam’la ilişkisini sıfırlayan ‘salaş’ bir kuşak yetiştiren, çocuklarımızı sığ ve bankaların tüketim kültürünün kölesi haline getirerek mankurtlaştıran eğitim, kültür ve medyada devrim yapılmalı.

Eğer bu üç devrim yapılamazsa, 20 yıl içinde yok oluruz!

3-Ehliyet sahibi insanlarla çalışmalı.

***

Sağına ‘yol açacak’ Hz. EBUBEKİR, soluna ‘adaleti hatırlatacak’ Hz. ÖMER KARAKTERi yerleştirmeli.

4-İslami ilkelerle yoğrulan, herkese hayat hakkı tanıyan medeniyet iddiamıza dayalı, iddialarımıza dayalı kısa, orta, uzun vadeli kapsamlı bir gelecek tasavvur ve yol haritası çizilmeli.

5-Genç kuşak hızı ve hazzı kutsayan tüketim kültürünün KÖLEsine dönüşüyor. İslâmî şuuru gelişkin, özgüveni yüksek, kompleksiz bir gençlik yetiştirilmeli.

6-İslam Birliği’nin kurulmasını sağlayacak fikrî, kültürel, sanatsal, sosyal, siyasî, ekonomik ve stratejik yapı taşları döşenmeli.

7-Ruhsuz kentler yaptık. Medeniyetler tarihinin en güzel, en estetik, en adil örneklerini oluşturan Osmanlı şehirlerini yokettik; bu güzelim şehirlerimiz Balkanlar’da, Kuzey AfrikaCda ve Arap dünyasında yaşıyor artık.

TOKİ Canavarı yok edilmeli, ŞİİR-ŞEHİRlerimiz diriltilmeli!

8-Pergelin sabit ayağnı İSLÂM’a basan hareketli ayağıyla DÜNYAya açılan, Arapça, İngilizce ve Latince bilen, Kendini HAKİKATE adayan öncü bir kuşak yetiştirilmeli.

9-Tarihi kitle değil, ilim, irfan ve hikmet yolcusu, insan-ı kamil timsali öncü kuşaklar yapar.

Yeni Gazâli, Arabi, Yunus, Sinan, Itrî’ler yetiştiremezsek yokoluruz!

10-Acilen çaplı, küre ölçekli en az bir İslam Üniversitesi kurulmalı. Ezher’le, İslamabad’la, Suud’la yarışmalı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Faruk Beşer: İlim, bilgi ve bilim

Daha önce bilginin yegâne kaynağının Allah olduğunu söylemiştik. Bunun dışında bilginin kaynaklarından değil, ona ulaşmanın vasıtalarından söz edilebilir demiştik.

Peki, ilim, bilgi ve bilim aynı şeyler mi?

İlim ve alem aynı kökten gelen iki kelime. Alem bir şeye alamet, özel ad ve simge olan, bununla onun bilgisini zihnimizde canlandırdığımız şey demek. Âlem de buradan geliyor, alemin genişi, gruplandırılmış hali. Varlığın her bir kategorisi bir âlem. Allah, âlemlerin Rabbi. Bu kökten olmak üzere eşyanın zihnimizdeki bilgisi de ilim. Bilgi ise ilmin biraz daha yalın kaçmış Türkçesi. Yani bilgi ve ilim yaklaşık aynı şeyler. Bununla birlikte bilgi, bilenin fiilini anlatır, başka şeye atıfta bulunmaz, ilim ise bilenin dışında da bir müessiri olan bir sonuca işaret eder.

Bilgiyi ikiye ayırırlar: Gündelik ve sıradan bilgi ve bilimsel bilgi. Sıradan bilgi bir yöntem izlemeden edindiğimiz her hangi bir bilgidir. Babanızın sizden yirmi yaş büyük olduğunu bilmeniz böyle sıradan bir bilgidir.

Bilimsel bilgi ise belli bir konuda, belli bir yöntemle edindiğimiz ve doğruluğu test edilebilen bilgidir. İşte böyle bir bilgiyi elde etmeyi sağlayan disipline ise bilim denir ama İslam geleneğinde bu da ilim olarak bilinir.

Filancanın çok ilmi var dendiğinde, çok bilgisi var denmiş olur. Ama falanca fıkıh ilmine sahiptir dendiğinde ise burada ilimle kastedilen, bugünkü anlamda bilimdir. Yani fıkıh tefsir, hadis, kozmoloji gibi disiplinler, bugün bilim diye ifade edilen anlamda birer ilimdirler, ayrıca bu bilimlerle kazanılan, ya da sıradan elde edilen bilgiler de ilimdir.

Bilime de ilim dense bile yine de mesela, fıkıh bilimi denmesi hoş değildir, fıkıh ilmi demek daha güzeldir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Tamer Korkmaz: 

Yedi yıl önce feragat eden kimdi?

Evet, yedi yıl öncesine dönelim. Özellikle de, 22 Temmuz genel seçiminden hemen sonraki günlere: Abdullah Gül’ün Çankaya Köşkü’ne çıkmasına karşı duranlar kimlerdi?

Ulusalcı geçinen cephenin yanı sıra…

Doğan Medyası Gül’e karşı adeta bayrak açmıştı.

Hürriyet’in ‘Özel Harp Gazetecisi’ malum şahıs, attığı Çankaya manşetlerinin üstüne…

‘Aman, Gül Cumhurbaşkanı olmasın’ diye bir de ‘Sessiz Dilekçe’ yazmıştı!

Başka?

Paralel Yapı, ‘kapalı kapılar ardında’ Gül aday olmasın diye çalışıyordu!

-Netice alamadılar.

Ya, şimdi?

Dün Abdullah Gül’ü Çankaya’da görmek istemeyenler, günümüzde Gül’ü AK Parti’nin başında görmek istiyorlar!

*

‘Çankaya’daki Erdoğan’la ters düşen bir AK Parti genel başkanı!’ hayal edenler…

Nihayetinde AK Parti’nin parçalanmasına yol açacak bir senaryonun peşinde olanlar var!

*

AK Parti’nin 27 Ağustos’ta olağanüstü kongre kararı alması, Abdullah Gül üzerinden siyasal mühendislik hesapları yapan…

Baronsal Cephe’nin oyununu -kısa vadede- bozmuş oldu.

Tam bu esnada, Gül’ün istifa etme ihtimali dillendirildi!

Yazının devamını devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: Köpürtün arkadaşlar köpürtün

Geleneksel “CHP’yi kurtarma şenliklerimiz” beklendiği şekilde başlamıştır efendim. Hayırlı olsun.

Evde çoluk çocuk ekmek bekliyor, yazın arkadaşlar yazın, boş durmayın. Bu teraneyle maaş garantidir, bundan sıkılırsanız trafik sorununu yazarsınız, çünkü o laf da bitmez.

Fakat bu dünyadan “CHP’yi kurtaramamış” olarak gideceksiniz.

Çünkü CHP kurtulmaz.

Sağa da yatsa kurtulmaz, sola da yatsa kurtulmaz, ortada da dursa kurtulmaz. Kılıçdaroğlu gitse de kurtulmaz, kalsa da kurtulmaz. Baykal yeniden partinin başına da geçse kurtulmaz, pusuda bekleyen Sarıgül gelse de kurtulmaz.

“Kemalistler” partiyi ele geçirseler de kurtulmaz, partiden kovulsalar da kurtulmaz. Feyzioğlu, Büyükerşen, İnce, Tarhan, şu bu, ya da Aydın Doğan ile Zafer Mutlu’nun bu sefer uygun görecekleri herhangi bir kukla da çıksa, kurtulmaz.

Fakat ölmez, batmaz, yokolmaz. Kapansa da yeniden açılır.

Hep bir zombi gibi cesedini sürükler gider…

Parası pulu da vardır ha, yabana atmayınız. İş Bankası’na bile ortaktır solcu partimiz.

Ne iktidara gelebiliyor, ne tarihe karışabiliyor, ne güzel partidir bu… Siyasi hayatımızda bir lezzet, bir çeşni, bir çiçektir.

Ama işte birtakım bürokrat eskilerine mebus maaşı ve kıyak emeklilik, bazı soytarılara şöhret, birtakım gazetelere de “ölmeyecek kadar tiraj” sağlıyor, böyle de bir kamu yararı var.

CHP, 2015 seçimlerini kazanamaz. CHP, 2019 seçimlerini de kazanamaz. CHP, 2023 seçimlerini de kazanamaz, 2027 seçimlerini de, 2031 seçimlerini de.

Çünkü 1946 hariç, tarihte hiçbir serbest seçimi tek başına kazanamamıştır.

1946 seçimi de epeyce “şaibeli” bir seçimdir. Oylar açık atılmış, gizli sayılmıştır. Sandık başlarında jandarma tarafından seçmene baskı yapılmıştır. Üstelik DP de henüz örgütlenmesini tamamlayamamış “çiçeği burnunda” bir partiydi, İnönü “baskın seçim” yöntemiyle koltuğunu dört yıl daha korudu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Haşmet Babaoğlu: Böcekler!

Franz Kafka’yı sevdiğimde henüz ortaokul öğrencisiydim.

Çoktandır dönüp okumuyorum Kafka’yı ama zihnimde bıraktığı ağırlık sürüyor.

Onun yüzünden Orta Avrupa’nın kasvetli sokaklarını ve eprimiş deri koltuklu kafelerini sevdiğim zamanlar oldu.

Ama şimdi bana sorsanız…

Kafka’nın yazdıkları hayatıma hiç dokundu mu? Tartışılır.

Kafka’nın bunalımıyla benim bunalımımın; Kafka’nın dünyasıyla benim dünyamın ortak bir yanı var mıydı? Pek az.

Fakat tıpkı Kafka’nın Dönüşüm (Die Verwandlung) hikâyesindeki gibi…

Kâbuslarla geçen bir gecenin sonunda böcek gibi bir şeye dönüşmüş halde uyandığımı itiraf etmeliyim.

Nedir o? Yerini kaybetmiş, çevresindekilere yabancılaşmış, kabuğu parlak içi kof bir yaratık.

Ailesi bakmasa yaşaması imkânsız, odasında ölse cesedini kimselere göstermeden hizmetçinin kaldıracağı garip bir ruh.

Yani…

Bir sömürge okuryazarı. Zihni teslim alınmış bir aydın. Aklı hep uzaklarda; problemleri ithal, beğenileri yabancı biri. Bu “hapishane”ye itiraz edip toparlanmaya çalışmam epey zaman aldı.

Hele en acıklısı… 

“Yerellik” denen şeye sığınmaya kalktığımda, ortada “yer” falan kalmadığını fark etmemdi. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hıncal Uluç: “Diktatör” diyen, “Demokrat” olsa..

Yani tüm bir seçim kampanyası boyunca, başbakan ve AKP Liderine “Diktatör” diye saldıranların hallerine bir bakar mısınız?.

Yani, Erdoğan “Dinime küfreden Müslüman olsa..” demiyorsa, nezaketindendir..

Yahu biriniz arka arkaya beş, ötekiniz 10 seçim kaybetmişsiniz muhalefet liderleri olarak, hala yerinize zamkla yapışmış gibi oturuyorsunuz.. Tek başına iktidar olabilecek kadar hızlı bir gelişme içindeki MHP’yi tamamen yanlış kararları yüzünden barajın da altına düşüren Bahçeli’nin hala, inatla ve ısrarla o partinin başında kalmaya devam etmesinin, demokratik teamüllerle uzaktan yakından ilgisi var mı?.

Onun kadar yanlış hesaplar yaparak gemisini batıran bir kaptan daha var mı acaba, dünya siyasal tarihinde?. Ama hala tam pişkinlik içinde orda..

Kaybettiği on seçime rağmen orda..

Onu bir kenara koyup, Ana Muhalefete geliyorum şimdi..

Gene koltuğuna zamkla yapışmış, kendi istemedikçe değişmesine imkan olmayan Deniz Hocamı bir kaset bir anda silince, gökten zembille CHP’nin başına inen Kemal Kılıçdaroğlu, Ana Muhalefet Lideri olarak, Recep Tayyip Erdoğan’a karşı beş defa yarıştı. Beşinde de hezimete uğradı..

Rakibini ikide birde “Diktatör” olmakla suçlayan bir demokrat lider “Ben artık bu partinin başında kalmayı hak etmiyorum” der ve daha ilk yenilgisinde ayrılır giderdi..

Dünyada böyle oluyor çünkü..

Bizimki oturdu.. Çünkü açık söyleyeyim, seçim kazanmak, iktidar olmak gibi bir hesabı ve beklentisi yoktu.

Ana muhalefet liderliği, onun hayat boyu rüyasını bile görmediği bir makamdı zaten..

Devlet protokolünde yeri başbakandan sonra geliyordu. Forsu yerindeydi.

Her salı Türkiye’nin 40 kanalında naklen yayınlanan konuşmaları, her adımında karşısında gördüğü kameralar ve muhabirler, onu beklenmedik bir şöhrete ulaştırmışlardı.

Her haberde görüntüleri, her gazetede resimleri yayınlanıyor ve bu ona müthiş bir manevi tatmin sağlıyordu. Devletin, ana muhalefet partisine yasal sağladığı milyonlarca liralık ödenek işin cabasıydı.

Nesine gerekti, Başbakanlık..

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mahmut Övür: Fanus’ içinde yaşamayan bir genel başkan

Cumhurbaşkanını ilk kez halkın seçmesiyle siyasetin yeniden şekilleneceğini hatta bazı partilerde depreme yol açacağını seçim öncesinde yazdık.

Seçim yenilgisi deprem, başarısı da yeniden yapılanma getirecekti, getirdi de. AK Parti yeniden yapılanma sürecine girerken, CHP’de iç depremler başladı. Dalganın MHP’yi sarması da uzun sürmez. Bu kaçınılmazdı çünkü siyasetin yeni ağırlık merkezi artık cumhurbaşkanlığıydı.

Yeni seçilen cumhurbaşkanı Başbakan Erdoğan, meydanlarda bunu söyleyerek halktan yüzde 52 oy aldı.

Son günlerde AK Parti’nin 27 Ağustos’taki olağanüstü kongre kararı da Cumhurbaşkanı Gül’ün, AK Parti MKYK toplantısı sürerken, “Partime döneceğim” açıklaması da bu sürecin bir yansımasıydı. Kuşkusuz Cumhurbaşkanı Gül’ün açıklaması siyasi bir hesaba dayanıyordu ama dönemin siyasi yürüyüşüyle örtüşmüyordu. Çünkü AK Parti iki zorlu seçimi kazanarak “güçlü” biçimde yeni bir yola çıkıyordu. Buna rağmen beklentisi olanlar, Gül ve üç döneme giden siyasetçiler üzerinden daha çok senaryo üretecek. Bunları zaman içinde göreceğiz. Ama şimdiden görünen şey şu: AK Parti, ikinci sıçrama için yeni yapılanmayı bir an önce yapmak istiyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: “Kentli” olmak mı yoksa “semtli” olmak mı ağır basıyor?

Cumhurbaşkanı seçiminin ayrıntılı sonuçları değerlendirilirken siyaseten “Kentli” kimliğinin değil “Semtli” kimliğinin daha ağır basmaya başladığı gerçeği de galiba ortaya çıktı… Özellikle İstanbul’da yaşayanlar için söz konusu olan bu durumu mesela “Beşiktaşlı” olmakla “Ümraniyeli” olmak arasındaki siyasi eğilim farklarından görebilirsiniz.

İstanbul ilçelerindeki seçim sonuçlarını tahlil ederseniz, semtlerin siyasi eğilim farklarının hangi olgulardan kaynaklandığını belki hissedebilirsiniz.

Eğer “Yeni Türkiye”nin gerçekleri ışığında semtler arasındaki siyasal görüş farklılıklarını aceleci bir çözüme bağlarsanız, kolayca “Beyaz Türkler kendilerini Bebekli, Modalı, Nişantaşılı, Cihangirli diye anlattıklarında, kendilerini daha mutlu ve kişilikli hissediyorlar” yargısına varabilirsiniz…

Buna karşı yeni kentliler ise kendilerini Ümraniyeli, Gaziosmanpaşalı, Gültepeli olarak görmek yerine “İstanbullu” olarak görüyorlar. 

Beşiktaş ve Sultanbeyli… 

Mesela Beşiktaş’ta çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu oyaların yüzde 75.6’sını alırken, Beşiktaşlı seçmenlerin sadece yüzde 17.8’i Tayyip Erdoğan’a oy vermiş… Buna karşı Sultanbeyli’de Ekmeleddin İhsanoğlu’nun oy oranı yüzde 14.2’de kalırken,Tayyip Erdoğan oyların yüzde 69.6’sını almış.

Aynı kentin semtlerini siyasal eğilimler açısından ayıran bu farklılıklar galiba kaçınılmazdır.

1950’de nüfusu 850 bin olan İstanbul eğer yarım yüzyılda bir Yunanistan kadar daha büyüdüyse, kimin İstanbullu olduğunu veya İstanbulluların genel siyasi eğiliminin ne olduğunu anlamak pek mümkün değildir. Bu açıdan bakarsanız İstanbul mezarlıklarında da İstanbul dışında doğanlar yavaş yavaş çoğunluğu ele geçirmiyor mu? Bir başka deyişle artık insanın doğduğu yer değil, öldüğü yer memleketi olmuyor mu?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Beril Dedeoğlu: Ülkesini ABD’ye, koltuğunu Abadi’ye kaptıran lider

Irak, yeniden yapılanma sürecine ABD’nin çizdiği yol haritasıyla girmişti. Yeni bir anayasa ve ülkedeki sosyolojik güç dağılımını dikkate alan düzenlemeler yapılmış, hükümetin başı da Maliki olmuştu.

Şii çoğunluğun olduğu ülkede hükümet başkanının Şii, cumhurbaşkanının da Kürt  olması öngörüldü. Kısacası Irak’tan ayrılmaya en yakın gruba ait birinin cumhurbaşkanı olmasının, bölünme riskini azaltacağı düşünülmüştü.

Kağıt üzerinde Irak’ı yeniden ayağa kaldırabilecek düzenlemeler, ABD’nin Irak’tan çekilmeye başladığı sıralarda beklentileri karşılamayan bir ortam yarattı. 2004 yılından beri hükümetin başında bulunan Nuri el Maliki, kendisine verilen on yıllık şansı iyi kullanamadı.

Maliki, Saddam karşıtlığıyla tanınan bir siyasetçiydi. Hatta bu karşıtlığını eyleme de dökmüş, İran’da devrim olur olmaz bu ülkeye gitmiş, Irak-İran savaşı boyunca da İran’da kalmış ve Irak ordusuyla savaşan milislere komuta bile etmişti.

Gayet tabi Saddam matah biri değildi, Irak’ta da taktir edilecek bir rejim yoktu. Ancak Maliki’nin düşmanla işbirliği yapmış olmasını da unutmamak gerekir.

Maliki politikaları

Maliki yönetiminin en temel başarısızlığı, bir tür yeni Saddam rolüne soyunmasından kaynaklandı. İki eğilimi, ülkenin yeniden kaosa sürüklenmesine yol açtı. Bunlardan birisi, İran’a neredeyse Irak’tan daha bağlı olmasıydı. İran’ın ABD ile en kavgalı olduğu dönemde, yani Ruhani öncesinde, İran’dan bağımsız davranamaz hale gelmişti. Özetle ABD eliyle iktidara gelen Maliki, en azılı ABD karşıtının en yakın müttefiki olmuştu.

İkinci eğilimi ise muhalif olarak gördüğü tüm kesimleri dışlamasıydı. Bu çerçevede Kürtleri ve Sünnileri hedefe koymuş olmakla birlikle, Irak Şiilerinin bir kısmı ile de giderek arası açıldı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Bunun adı Türkiye düşmanlığı

Amerikan Washington Post gazetesinde bir haber – yorum. Gazetenin Berlin Büro Şefi Anthony Faiola ve muhabir Souad Mekhennet tarafından kaleme alınmış. Haber – yorumda “Türkiye’nin IŞİD’e karmızı halı serdiği, stratejik ikmal noktası olarak kullanıldığı ve şimdi de ektiğini biçtiği” gibi ifadeler yer alıyor. Bu arada gazetede, Reyhanlı’da konuştuğu Ebu Yusuf adındaki bir İŞID komutanının da görüşleri yer alıyor, Ebu Yusuf “Türkiye’ye girmek artık kolay değil” diyor. Washington Post tüm bu haberi, “Türkiye İŞID’a karşı tedbir almakta geç kaldı” başlığı ile vermiş. 

Şimdi gelelim Türkiye medyasına.

Hürriyet’te haber birinci sayfada ve içerde “Türkiye’ye girmek artık kolay değil” başlığı ile verilmiş. Bu başlıktan ne anlıyorsunuz? Geçmişte giriş – çıkışlarda kolaylık oldu ama, şimdi engelleniyor, gibi bir anlam değil mi?

Peki şu başlıklara ne dersiniz?

“- Türkiye İŞID’a kırmızı halı serdi.” 

“- Yaralılarımız Türkiye’de tedavi oldu, silahları sınırdan geçirdik.”

Bu iki başlık ise Washington Post haberinin Zaman ve Taraf gazetelerine yansıyışını gösteriyor. Bu iki başlıktaki yorumun ise, IŞİD’in gelişmesinde Türkiye’nin rolü olduğuna dair uluslar arası kamuoyunda oluşturulmak istenen projeye katkı mahiyetinde olduğu açık.

Evet, bu iki gazete, Camia’nın çizgisini yansıtıyor.

Camia bu çizgiyi, Today’s Zaman’da öteden beri sürdürüyordu, uluslararası odaklarda Camia’ya mensup kişiler, güya Tayyip Erdoğan karşıtlığı görüntüsünde bir Türkiye aleyhtarlığı yapmakta idiler.

Propagandanın özü ise “Türkiye’nin Ortadoğu’da terörist gruplara yardım ettiği” ekseninde idi. Bu algı operasyonu, içeride CHP – Kılıçdaroğlu tarafından da yoğun biçimde benimsendi. Şimdi Camia, Türkiye’nin tüm dış politikasını vurmaya yönelik bir algı operasyonunda rol almaya soyunmuş bulunuyor.

Aslında hatırlanırsa, “TIR’larda Suriye’ye silah götürülüyordu” gerekçesiyle Adana’da yapılan baskın da Camia ile CHP’yi içiçe geçiren ve sonuçta Türkiye aleyhtarı rolde işbirliğini sergileyen bir olay olmuştu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Elif Çakır: Batının köşeli jetonu ve Mısır

Dün…

Geçen yıl Mısır’ın Rabiat’ül Adeviye Meydanında gerçekleştirilen meydanlar dolusu katliamın yıldönümüydü.

Yine dün…

Tam da…

Human Rights Watch yani İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün “nihayet!” ıkına sıkına da olsa hazırladığı  “burada insanlık karşıtı suç işlenmiştir” raporunun üzerinde dumanlar tütüyorken.

Onlarca masum insan elleri kelepçelenerek gözaltına alındı ve masum iki insan daha katledildi…

Kolay değil…

İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Mısır’da katliam olduğuna kanaat getirmesi de buna inanması da bu raporun altına ‘katliamdır, insanlık karşıtı suç işlenmiştir’ imzasını atması da kolay değil.

İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün ‘Her Şey Plana Uygun: Mısır’da Rabia Katliamı ve Kitlesel Gösterici Cinayetleri” başlığını verdiği 195 sayfalık raporun çalışması tam bir yıl sürmüş!

Raporla ilgili yaptıkları açıklamalardan anlaşılacağı üzere oldukça titiz çalıştıkları sonucu çıkıyor ortaya.

İnsan Hakları İzleme Örgütü, raporun hazırlanması sürecinde göstericilerin, doktorların, kent sakinlerinin ve bağımsız gazetecilerin de aralarında bulunduğu 200’den fazla görgü tanıkları görüşmeler yaptıklarını dahası ulaşabildikleri tüm belge ve kayıtları taradıklarını belirtmişler.

Taraflı davranmamışlar. Belli. Rabiat’ül Adeviyye meydanının katilleriyle de görüşmek istemişler ve bir de ‘yetkililerin ağzından duymak amacıyla’ ilgili ‘katillere’ mektuplar göndermişler ancak ‘hiçbir yanıt’ alamamışlar!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yalçın Akdoğan: Zafer ve siyasi çalkantı

Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda seçilmek gibi tarihi bir başarıya imza atmasının ardından siyaset alanı çalkalanmaya devam ediyor. İhsanoğlu’nu öneren ve bir önceki seçimdeki toplam oylarının çok gerisinde kalarak büyük bir hezimet yaşayan 14 partide muhalif sesler yükselmeye başladı. Kaybedenler kulübünün üyesi olan tüm bileşenler şimdi mazeret üretme yarışına girdiler. 

Muhalefetin yaşadığı çalkantıyı perdelemek için AK Parti içinde istedikleri çekişme görüntüsü ise üretilemedi. Birkaç milletvekili arasında yaşanan önemsiz polemiklerin büyütülmesi, ne muhalefetin başarısızlığını örtmeye yetti, ne Erdoğan’ın zaferini unutturdu. AK Parti bugüne kadar olduğu gibi ‘parti bütünlüğünü’ önceleyen bir hassasiyetle münferit hadiseleri bertaraf etti.

Cumhurbaşkanı Gül üzerinden üretmeye çalıştıkları türbülans da akim kaldı.  Gül’ün çevresinden verilen mesajlarla tüm spekülasyonlar ve tezviratlar boşa çıkarıldı.

Gül’ün ‘bir bölen olmayacağı, istifa etmeyeceği, başka parti kurmayacağı, umumi çağrı olursa sürece katılacağı’ gibi bir dizi mesaj, puslu havadan medet uman istismarcıların hevesini kursağında bıraktı.

Katılım oranına yönelik tartışmalar ise muhalefetin aradığı mazereti oluşturmaya yetmedi. Öncelikle yurtiçi katılımın yüzde 77 olması hiç de azımsanmayacak bir orandır. Belki de Erdoğan’ın yarışmadığı bir Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu oran bile bulunamayabilirdi. Erdoğan sevgisi ve karşıtlığı üzerinden üretilen siyasi motivasyon böyle bir tablo ortaya çıkardı. Anket etkisi denebilecek rehavet ve sonucun baştan kabullenilmesi sandığa gitme oranını aşağıya çekti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kurtuluş Tayiz: CHP‘de ipler kimin elinde

CHP’nin yenilenmesiyle ilgili tartışmaların daha çok iktidar tarafından gündeme getirilmesinin nedeni, bu partinin Türkiye’nin değişimi önünde bir takoz işlevi görmesinden kaynaklanıyor. İktidar partisinin her reform girişimi CHP’nin başını çektiği koalisyonun direnciyle karşılaşmasaydı, Türkiye bugünkünden daha ileri bir noktada olabilirdi. Çözüm sürecinden vesayet odaklarının temizlenmesine kadar pek çok konuda iktidarın atmaya çalıştığı adımlar, CHP’nin çıkardığı gürültü yüzünden ağır aksak işlemek zorunda kalıyor. Çözüm sürecinde bugün eğer tam olarak sonuca ulaşılamamışsa, bunun nedeni CHP ve ittifak yaptığı güç çevrelerinin bu süreci engellemeye dönük kamuoyu yaratma çabalarıdır. 

Türkiye’nin değişimi önündeki en büyük engel CHP’nin bugünkü yapısı ve yönetimidir. 

Seçimlerin ardından parti içinde başlayan kıpırdanmalar da CHP’de değişim yaratacak güçte ve nitelikte görünmüyor. Bu, “ulusalcı” olarak nitelenen parti içi muhalefetin yenilikçi karakter taşımamasıyla ilgili olduğu kadar CHP’nin dışarıdan kontrol edilen bir parti olma özelliğiyle de yakından bağlantılıdır. Statüko bloku ve Cemaat, CHP’yi CHP’lilere bırakmayacak kadar etki ve kontrolleri altında tutmaktadır. Yakın geçmişte CHP yönetiminde yaşanan değişikliklere bakılacak olursa, bu süreçlerin dış dinamiklerin etkisiyle geliştiği görülecektir. CHP’deki yönetim değişiklikleri bugüne kadar hep dışarıdan müdahalelerle gerçekleşmiştir. CHP’nin yerinden oynatılmaz, değiştirilemez denen lideri Deniz Baykal ancak dışarıdan bir kaset komplosuyla yerinden edilmiştir.  

Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibini de içeriden muhalefetle, parti içi mekanizmaların işletilmesiyle yerinden etmek mümkün değil. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun gücü CHP dinamiklerine değil dışarıdan CHP’yi kontrol eden güç çevrelerinin gücüne dayanıyor. Bu çevreler istemedikçe CHP yönetiminin değişmesi mümkün değildir. Kemal Bey’i partinin başına getiren, etrafını sağlamlaştıran, itiraz eden parti yöneticilerini tasfiye eden CHP içi güçler değil, CHP dışı güçlerdir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Melih Altınok: İşte bu adam başbakan oluyor!

Daha öncekilerde hep başardılar. 1950’den bu yana, halkın sandıktan çıkan temsilcilerini ya oyuncakları hâline getirdiler ya da onları birer nefret objesine çevirerek devirdiler.

Ne var ki bu deneyimleri son 12 yıllık mücadelelerinde işe yaramadı. Tüm güçleriyle yüklendikleri “o adamın” Köşk’e çıkışına engel olamadılar.

Elbette sonucu kabullenip bir köşeye çekilecek değiller. Şimdiki stratejileri hedef küçültmek. Halkın onay vermediği iktidarlarını parça parça kurmaya çalışıyorlar. Sistemde yapısal dönüşümlerin habercisi olan Tayyip Erdoğan’ın Köşk’e çıkışını, AK Parti’nin önümüzdeki dönemini dizayn ederek etkisizleştirmeyi hedefliyorlar.

Erdoğan’ın vizyonuna ortak olmasalar da, AK Parti tabanında ya da muhafazakâr camiada muteber bazı isimleri cilalamaya çalışıyorlar. Köşk’teki Erdoğan’la uyum içinde çalışmayacağını “umdukları” kişileri, “ulusal ve uluslararası iş çevreleri istiyor”, “kutuplaşmayı engeller” söylemleriyle meşrulaştırmaya çalışıyorlar.

Tabii ki, AK Parti çevrelerinde ismi Erdoğan sonrası için ağırlık kazanan karakterleri de boşlamıyorlar. İzlediği dış politika perspektifi, AK Parti siyasi geleneğinin “ekseninde” olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da en gözde hedefleri.

İlmik ilmik işlenen ve CNN Türk’ün internet sitesinde “bir meşhurun tepkisi” olarak kamuoyuna yayılmaya çalışılan “asıl Davutoğlu gelirse…” söylemini mottolaştırılmaya çalışıyor.

Dün Hürriyet’in, Zaman’ın ve Taraf’ın birinci sayfalarının pişti olması da, önümüzdeki dönemde Davutoğlu’na yönelik tutumlarının yol haritasını göstermesi açısından ibretlikti.

Haberde IŞİD komutanı olduğu iddia edilen bir isim, daha önce Türkiye sınırını rahatlıkla aştıklarını ancak şimdi zorlandıklarını söylüyordu. Söz konusu gazetecilikti ama onların meşrebince haberin çatısı olan detaylar ya da double check kafa karıştırmaktan başka işe yaramayan “ayrıntılardı.” Okuyucunun bilmesi gereken, Taraf’ın haber başlığındaki yorumuydu: “Türkiye IŞİD’e kırmızı halı serdi!”

Yazının devamını okumak için tıklayınız