Çiller’e hangi medya grubu şantaj yaptı?

Olaylar
Fadime Özkan’ın röportajı Kocabıyık: Devleti sömürerek beslenen sermaye gruplarının ve İstanbul medyasının Çiller düşmanlığı RP koalisyonuyla o kadar arttı ki, yıldırmak için doktorundan çalınan...
EMOJİLE

Fadime Özkan’ın röportajı

Kocabıyık: Devleti sömürerek beslenen sermaye gruplarının ve İstanbul medyasının Çiller düşmanlığı RP koalisyonuyla o kadar arttı ki, yıldırmak için doktorundan çalınan çıplak fotoğraflarla dahi şantaj yaptılar.

15 yılın ardından nihayet 28 Şubat darbesinin sorumluları ilk kez hukuki, vicdani ve ahlaki olarak hakikatli şekilde hesaba çekilirken, dönemin önemli tanıklarından Hüseyin Kocabıyık ile konuşmamak olmazdı. Mesele hukukun konusu olduktan sonra ‘rahatlayan’ ve artık konuşmaktan geri duran Sayın Kocabıyık sağolsun beni geri çevirmedi; Türkiye toplumuna ve tarihine karşı sorumluluğunun bilincinde olarak çok önemli açıklamalarda bulundu.

Kocabıyık, zinde güçlerin Refah-Yol hükümetinin ‘zayıf halkası’ olarak gördükleri DYP’nin genel başkanı Prof. Dr. Tansu Çiller’e 1995’ten itibaren siyasi danışman olarak hizmet sunmuş, Refah-Yol hükümetinin kurulmasında Çiller’in görevlendirmesiyle görüşmeleri bizzat yürütmüş, dolayısıyla olayların birebir tanığı olmuş önemli bir isim. Kocabıyık halen ATV-Sabah grubunda danışmanlık, Yeni Asır gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor.

Bu sene önceki yıllardan farklı bir 28 Şubat yaşadık, yaşıyoruz. Önce sorumlular vicdani, siyasi ve sosyolojik olarak çok daha sert bir dille eleştirildi, peşi sıra soruşturma başladı. Ne oldu da 28 Şubat’ın 15. sene-i devriyesinde yaşandı bunlar -ki bir suçun peşine düşmek için 15 yıl çok uzun bir süredir?

Çünkü bu toplum özgür zihinlerden oluşan bir toplum değildi daha önce. Toplum özgürleşti. Sebebi bu. Toplum özgürleştikçe, Türkiye demokratikleştikçe, mesafe aldıkça geçmişin sırtına yüklediği yükün daha çok farkına vardı. Çünkü özgürleşen, ileriye koşmak ve sırtındaki kamburdan kurtulmak isteyen bir Türkiye var artık. 12 Eylül davası da başladı, göreceksiniz yeni anayasa fikri daha da gelişecek. Böyle bir diyalekt var burada.

Darbe davaları yakın geçmişe doğru ilerliyor. Ne dersiniz 12 Eylül ve 28 Şubat’tan sonra 27 Nisan’ın hesabı da sorulacak mı?

Hiç şüpheniz olmasın. Türkiye son yarım asırda bir darbeler tarihi yaşadı ama artık geleceğe giden yolda önünü tıkayan engelleri demokrasi ve yargı marifetiyle açıyor. Sıra 27 Nisan’a da, 27 Mayıs’a da gelecek. Zaten 12 Eylül, 28 Şubat yargılanıyor, darbe teşebbüsleri yargılanıyor. Ve bunlar ilk defa oluyor.

BANA ‘KARAKUTU’ DEMEYİN

Evet. Siz 28 Şubat döneminin önemli tanıklarından birisiniz. Sizin için Tansu Çiller’in “kara kutusu” deniyor.

Kara kutu tabirini sevmiyorum.

Ne denmesini isterseniz? Önemli bir tanıksınız, her şeyi kaydeden anlamında.

28 Şubat döneminin Refah-Yol hükümeti içinde siyasi danışmandım. Evet, etkili, kuvvetli bir danışmandım. Çalıştığımız insanlar bize güveniyorlardı ve bir takım imtiyazlar tanıyorlardı. Bu yüzden kuvvetli danışmanlardık.

REFAH-YOL HÜKÜMETİNİ KURAN BENİM

Refah-Yol hükümeti kolay kurulan bir hükümet olmadı: Refah Partisi seçimlerden birinci parti olarak çıktı, Demirel de hükümet kurma görevini Erbakan’a verdi ama RP Meclis’ten tek başına güvenoyu alacak sayıya sahip değildi. Diğer partiler de onunla koalisyona yanaşmıyordu ve nihayetinde Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi Ana-Yol hükümetini kurdu. Fakat o da ancak üç ay yaşadı. Hükümeti kurma görevi tekrar Necmettin Erbakan’a tevdi edildi ve Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi, 28 Şubat’ın hedef tahtasına oturtulan koalisyon hükümetini kurdu. Refah-Yol hükümetinin kuruluşunda “özel yetkili siyasi danışman” olarak özel bir rolünüzün olduğu söylenebilir mi?

Bunu bugüne kadar hiç söylemedim, söylemekten biraz utandım. Biraz da kendimle ilgili böyle şeyleri konuşmayı benimseyemedim. Aldığımız aile terbiyesi gereği herhalde. Sonuçta ben Konyalı muhafazakar bir ailenin çocuğuyum. Ama siz, çok sevdiğim, saydığım birisiniz ve röportaja başlamadan doğruları açıkça söylemem konusunda beni uyardınız.

Estağfurullah. Buyurun lütfen.

Evet, ben Refah-Yol’un oluşmasında belki de en önemli, en etkili, en belirleyici rolü oynamış insanım, bunu ilk defa söylüyorum. Bunun şahidi Tansu Hanım ve Refah Partisi’nin yöneticileridir. Başta Şeref Malkoç, Şevket Kazan, Fehim Adak ve Tansu Çiller tabi. Siyasi ekipler zaten görüşüyorlardı ama Tansu Hanım bu ilişkiyi benim üzerimden götürmek istedi. Kendisi aradı, bu dileğini söyledi bana. Ben hatta “Efendim, bunu siyasi kadrolarınız yapsa daha iyi olmaz mı” dedim. “Hayır, onlar Erbakan Hoca’nın karşına geçiyorlar, Erbakan Hoca saatlerce konuşuyor, onları ikna edip gönderiyor. Ben böyle bir şey istemiyorum. Sen daha iyi konuşur, derdimizi anlatırsın” dedi. Ben de “peki” dedim. “Şimdi Sayın Erbakan’ı arayacağım. Hüseyin Kocabıyık benim danışmanımdır, kendisi çok güvendiğim bir arkadaşımdır, o ne söylerse ben söylemiş kabul edeceksiniz, diyeceğim” dedi. Ben bu yetkiyle gidip Erbakan Hoca’yla aşağı yukarı 40-45 saate yakın, 3-4 gün boyunca saatlerce baş başa konuştum, zaman zaman tartıştım. Zaman zaman birbirimizi kızdırdık. Sonunda İçişleri Bakanlığı’nda tıkandık.

HOCA: YOKSA MGK’DA HİÇ REFAHLI OLMAYACAK

Nasıl?

Nur içinde yatsın rahmetli Hoca, çok kıymet verdiğim bir insandı hakikaten. Ondan sonra da ilişkimiz hep sürdü. Rahmetli Hoca diyordu ki “İçişleri Bakanlığı’nı veremeyiz. Verirsek Milli Güvenlik Kurulu’nda hiç Refah Partili olmayacak”.

Daha en baştan, en korktuğu nokta MGK’da yalnız kalmaktı yani…

“Hocam” dedim “Bunu talep eder ısrar ederseniz bu hükümet kurulmaz. Ben buraya sizinle bu işi halletmeye geldim”.

Çiller için de İçişleri Bakanlığı vazgeçilmezdi herhalde, böyle kesin bir direktif verdiğine göre?

Tabi, ertesi gün bozuluyordu zaten, zor toparlandı işler. Sonunda Hoca olmaz dedi, ben de sinirlendim. Hocanın bir ikna etme mantığı vardı, ben bunu çözen nadir insanlardan biriyim. Hoca çok iyi bir motor mühendisiydi. Siyasi bir meseleyi de motor gibi düşünüyor, bütün mekanizmayı öyle kuruyordu. Karşısındaki insana motoru yani siyasi mevzuyu anlatıyordu. Motoru, parçalara ayırıyor sonra o parçaları tek tek anlatıyordu ve sonra tek tek birleştiriyordu. Bu arada karşısındaki de perişan ve kafası karmakarışık halde ‘haklısınız Hocam’ diyordu. Ben bunu çözdüğüm için Hoca bana motor parçalarını anlatırken “işte bak bu su motoru” falan derken ben de diyordum ki “hayır Hocam, o Mercedes motorunun parçası”. Bu sefer Hoca’nın kafası karışıyordu. Böylece Hocayı müzakerede kontrol etme imkanı bulmuştum.

‘BAŞBAKAN OLMANIZ BİN YILIN OLAYIDIR’

Sonra?

Yarı gerçek, yarı espri müzakere böyle sürüyor sonra tekrar başa dönüyoruz. Ben bir ara biraz sinirlendim. Saygı sınırlarını da biraz zorlayarak “Hocam sizinle müzakere yapılmaz, ben gidiyorum. Bu hükümet de olmaz. Siz neyin müzakeresini yaptığınızın hala farkında değilsiniz, kendinizi meydanlarda zannediyorsunuz” dedim. Kapıya yöneldim. “Dur bakalım, nereye gidiyorsun” dedi. Geriye döndüm hışımla. Parmağımı sallayarak “Sizin başbakan olmanız bin yılın en önemli olayı, ama siz bunu görmüyorsunuz” dedim, çıktım.

Evet?

Arkamdan geldi, “Gel buraya, kaçmak yok öyle” dedi. İçeriye girdik, baktım Hoca ikna oldu. Fakat ertesi sabah, yeniden bir deneme yaptılar. İçişleri bizde kalır mı diye. DYP’nin kararı çok sert oldu. “O halde Tansu Hanım grup toplantısında açıklar bu hükümetin olmadığını” dendi. Hoca hemen beni aradı ve “Tamam, istediğiniz gibi olsun” dedi. Ben de Tansu Hanım’ı aradım “Tamamdır” dedim. Hükümet böyle kuruldu.

ERBAKAN’LA ANITKABİRE GİTTİK

Of. Ne kadar zor ve yorucu olmuş.

Aradan 15 yıl geçmiş, benim söyleyip kazanacağım bir şey yok. Ortaya çıkması bakımından anlattım ama kendi mütevazılığım içerisinde söylüyorum bunu. 28 Şubat’ı Sayın merhum Erbakan Hoca ile ben Sayın Tansu Hanım’ın talebi üzerine kurduk. Hocanın özel kalemi de şahit buna. Hükümetin kurulduğunun ertesi günü Anıtkabir’i ziyaret ederken Sayın Erbakan beni sabah her zamanki nezaketiyle çağırdı. Arabasına, yanına bindirdi. “Senin de gelmeni istiyorum. Çünkü senin sayende kuruldu” dedi. Biz Erbakan Hoca’yla Başbakanlığının ilk sabahı makam arabasında yan yana oturarak onun isteğiyle Anıtkabir’e gittik.

Siz kaç yaşındasınız o zaman?

29, 30 herhalde.

Çok gençsiniz! Siyasi danışmanlar genelde tecrübe aranır da.

Tarih bize öyle bir rol verdi, onu oynadık, öyle diyelim.

ÇİLLER OLİGARŞİK SOYGUNU GÖRDÜ

Peki. Çiller malum, Susurluk döneminde askerin çok sevdiği bir siyasetçisiydi. Ama Refah ile hükümet kurduğu yani “irticanın hortlamasına” neden olduğu için aynı odaklarca “suçlu” ilan edildi, hırpalandı. Sorum şu: Refah Partisi oy oranını artırdıkça ve belediyeleri bir bir almaya başlayınca ve sandıktan da birinci parti olarak çıkınca zaten sert bir “irtica geliyor” rüzgarı estirilmeye başlanmıştı, zinde güçler huzursuz görünüyordu. Ki “Çoban Sülü” lakaplı Ispartalı Süleyman Demirel’in bile ürktüğü “irtica tehlikesi”nden “ultra beyaz” yalı çocuğu Tansu Çiller ürkmedi mi, nasıl kurdu hükümeti?

Tansu Hanım’ın çok ciddi çekinceleri vardı aslında. Nitekim Tansu Hanım 1994 yılında başbakanken rahmetli Türkeş ve o zaman SHP’nin başında olan, başbakan yardımcısı olan Murat Karayalçın’la beraber Taksimde laiklik mitingi yaptı. 95 seçim kampanyası tamamen Refah Partisi tehlikesi söylemi üzerine kuruldu. Ve bu endişelerinde samimi idi. Bizim onunla çalışmaya yeni başladığımız dönemlerde, analizlerimizin, değerlendirmelerimizin Tansu Hanım üzerinde etkili olduğunu düşünmüşümdür hep. Bunu övünme payı çıkartmak için söylemiyorum ama sonuçta Tansu Hanım bir iktisat profesörüydü. Rasyonel bir insandı ve Türk toplumundaki gelişmeleri iyi analiz ettiğinizde, önüne iyi analizler koyduğunuzda büyük bir ciddiyetle okuyordu. Bir kısmına katılıyor, bir kısmına katılmıyordu. Tartışıyorduk ve bunlardan bir şeyler öğreniyordu. Öğrenme arzusu çok büyük bir siyasetçiydi.

İkna edilebilen bir siyasetçiydi.

Tabi. Tansu Hanım bütünüyle rasyoneldi. Zaman içerisinde Tansu Hanım devleti tanıdıkça bu oligarşik dünyanın devlet kaynaklarını nasıl sömürdüğünü gördü. Avrupa Birliği ve Gümrük Birliği yolculuğunda İstanbul’un beyaz Türklerinin, sermaye gruplarının nasıl engelleyici roller üstlenebileceğini gördü. Ve bunlardan hayrete düştü.

İRTİCA SÖYLEMİ SİLAHLI SOYGUNU PERDELEMEK İÇİNDİ

Ve irticanın da pompalanan bir şey olduğunu gördü.

İrticanın da yapılan bu soygunu perdelemek için öne çıkarılan bir şey olduğunu gördü. Fonda irtica ve laiklik tehlikede sembolü müziği çalıyor ve Türkiye’deki oligarşik yapı korkunç bir faiz düzeniyle devlet hazinesini soyuyor, resmen. Tansu Hanım bunu gördü. O yüzden 94 krizinden sonra ağırlıklı olarak faiz düzeninin değişmesi için bazı kararlar aldı, ilk tepkiyi buradan çekti zaten. Ondan sonra Avrupa Birliği ve özellikle Gümrük Birliği meselesine ağırlık verdi. Nitekim büyük sermaye Gümrük Birliği işinden çok rahatsız oldu. Tansu Hanım tehdit ettiler. Açıkça söyleyebilirim. Koç Grubu Tansu Hanım’ı bu konuda açıkça uyardı.

Nasıl uyardı?

“Türkiye’yi Gümrük Birliği’ne sokarsanız yerli sanayi çöker” dendi. Tansu Hanım da buna karşılık “Hayır, demokrasinin de Türkiye’nin de gelişmesi buna bağlı. Serbest piyasa üzerinde rekabet ortamını kuramazsak Türkiye bir adım ileriye gidemez” dedi, bu fikri savunuyordu. Nitekim bana göre, 28 Şubat’ın sebebi de buradan türedi.

Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girişiyle özellikle İstanbul medyası ve büyük sermayenin Tansu Hanım’a aleni düşmanlığının başlangıç tarihi nerdeyse aynıdır. Ondan sonra Refah Yol’la koalisyon meselesi oldu. Tansu Hanım’ın rezervleri, korkuları Refah-Yol kurulurken de vardı ama dediğim gibi rasyonel bir insan, tanışıyor, konuşuyordu. Bir de demokratik bir düzen var sonuçta, seçim olmuş ve böyle bir parlamento aritmetiği var. Tansu Hanım önce Ana-Yol’la denemiş, Refah Partisi ile kurmayayım diye ama daha hükümetinin birinci ayında Mesut Yılmaz “Çamurun üzerinde oturmam” diye ortağına bir bakıma çamur atmış. Nitekim o hükümet bozuldu. Anayasa Mahkemesi bozdu. Yapacak başka bir şey yoktu. Refah-ANAP koalisyonu olmadı, başka seçeneği yoktu Türkiye’nin. Ya erken seçime gidilecekti, ya Refah–Yol koalisyonu kurulacaktı.

ÇİLLER RP’LİLER İÇİN ‘DÜZGÜN İNSANLAR’ DİYORDU

Tansu Hanımın ortağı hakkındaki fikri zaman içinde değişti mi peki?

Benim gözlemlerime göre daha sonra ortağını benimsedi. Çünkü bana çok söylemiştir “Düzgün insanlar, dürüst insanlar” diye. Beğendiği çok iyi insanlar vardı. Kadrolar birbirlerini tanıdılar, aynı hükümet içerisinde birbirlerine güvenmeyi öğrendiler. Sayın Erbakan çok dikkatli idi Çiller’e karşı, olağanüstü özen gösteriyordu. Ve çevresinin özen göstermesini de istiyordu. Ve Tansu Hanım başta Erbakan Hoca’dan, sonra Refah Partisinden gördüğü izzet ikramdan her zaman memnun kalmıştır. Ve o hükümetle çok uyumlu olmuştur esasında, başarılı olmuştur.

Refah Partisi 28 Şubat’ın oluş nedeni ile ilgili olarak iki temel neden gösteriyor; dışarıda D-8, içeride havuz sistemine geçtiğimiz için başımıza bu işler geldi diyorlar. Katılır mısınız?

Bir miktar katılırım, bütünüyle değil. Bu, kendi açılarından bir değerlendirme. Bu söyledikleri Amerika’nın 28 Şubat’ı yapanlara kesin bir hat çekmemesinin nedenlerinden birisidir. Amerika Türkiye’de bir silahlı darbeyi istemedi. Ama Refah-Yol hükümetini devirmeye çalışanlara da bir miktar cesaret verdi.

AMERİKA REFAH-YOL’U DÜŞÜRMEK İSTEDİ Mİ?

Cengiz Çandar’ın bahsettiği, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 7. katındaki toplantıya dair siz ne biliyorsunuz?

Hükümeti ABD mi düşürdü sorusuna benim verebileceğim cevap, yukarıdaki cevaba binaen evet ama hayırdır. Bana göre 28 Şubat’ı kurgulayan büyük sermaye ve iş çevreleridir. Bunların bu işin üzerine abanmalarının, askeri kışkırtmalarının sebebi, Refah-Yol hükümetinin yaptığı iki önemli şeydir: 1) Büyük sermayenin en büyük geliri faizdi ve hükümet bu faiz düzenini bozacak bir havuz sistemi geliştirdi. Oligarşik sermaye inanılmaz derecede rahatsız oldu bundan. Düşünün, büyük holdingler gelirlerinin neredeyse yüzde 80’ini faizden elde ediyorlardı, devlete durmadan yüksek faizle para satıyorlardı. Hükümet havuz sistemi ile buna engel oldu. 2) Hükümet, bedelsiz ithalat diye bir şey çıkardı ve Türk halkına daha ucuza, daha sağlam ve daha kaliteli, konforlu bir otomobile binebileceklerini gösterdi. Bu da çok önemliydi. Cumhuriyet tarihi boyunca yüksek gümrük duvarlarıyla kendisini koruyan ve halka teneke satan çevreler bundan çok rahatsız oldu. Buradan kendileri için bir beka sorunu çıkardılar.

AMERİKAN LOBİLERİ DEVREYE GİRDİ

Burada olanların ABD ile nasıl bir ilişkisi vardı?

Bahsettiğim bu çevreler yabancı sermayenin Türkiye’deki distribütörü, acenteleriydi sonuçta. Bu network işledi. Tansu Hanım’ın girişimleri olmuştur bu konuda. ABD Dışişleri bakanı Albright üzerinde baskı kurdu Tansu Hanım, “Türkiye’de askeri darbe istemiyor ve demokrasiyi destekliyorsanız bunu açıkça belirtin” dedi. Çünkü Türkiye’de bazı çevreler Amerika’nın Türkiye’de bir darbeyi arzu ettiğini söylüyordu. “Böyleyse de bilelim, değilse de bilelim” diye baskı kurdu. Hem Albright hem Clinton Türkiye’de demokrasinin zarar görmemesi gerektiğine dair çok açık ve kuvvetli mesajlar verdiler. Ama Amerikan Devleti bürokratları ve bir takım etkili lobiler, bir takım adamlar, oturdular, Türkiye’de hükümeti silah kullanmadan, çeşitli siyasal veya baskı yöntemleriyle devirmeyi amaçlamış çevrelere ciddi ciddi cesaret verdiler. Sanki dış dünya da bu hükümetin gitmesini istiyormuş gibi bir hava pompaladılar Amerika’dan. Dolayısıyla burada post-modern diye tabir edilen darbeye Amerika’dan bir destek olduğu görülüyor. Ama Amerikan yönetiminin açık teyit edilmiş bir desteği değil bu, daha çok bürokratların ve lobilerin desteği.

ASKERLE SINIRLI KALSIN DİYENLERE İYİ BAKIN

28 Şubat hiyerarşisi asker merkezli görünmekle birlikte siz aksini söylüyor ve sermaye merkezli bir darbe hiyerarşisi kuruyorsunuz. Askerin MGK’daki dayatmasına gelen kadar önce ve asıl olarak çıkarları zedelenen sermayenin görülmesi gerektiğini, askerin 28 Şubatta araçsal bir pozisyonu olduğunu söylüyorsunuz. Ama soruşturma başladıktan sonra “Çevik Bir’le, Erol Özkasnak’la yetinelim, davayı genişletmeyelim, bakın paşaları verdik, anlaşalım” gibi bir hava da estiriliyor?

Can alıcı bir soru bu. Kim söylüyor bunu? 28 Şubat’ta silahsız kuvvetler olarak nitelendirilen, bana göre 28 Şubat’ın asıl kurgulayıcıları olan, askerlere strateji danışmanlığı yapmış olan bir takım gazeteciler, genel yayın yönetmenleri ve iş çevresinden kişiler. Askerlerle sınırlı tutulsun, Çevik Bir’in, Erol Özkasnak’ın canına okunsun, bu iş başka yerlere uzanmasın, diyorlar. Bunu söyleyenlerin 28 Şubat’ı kurgulayanlar olması ilginç. Ben de diyorum ki, öyle yağma yok, suçu askerlerin üstüne yıkıp kaçmak yok, 28 Şubat’ta kimim dahli varsa, yargı sürecinde hesabını vermesi gerekiyor, öyle olursa bir darbe yargının denetiminden geçmiş olur, toplumun sırtından bir kambur ancak bu şekilde atılır.

NEDAMET GETİRENİ AFFEDEBİLİR MİYİZ?

Bir de sorumluların nedamet getirme beklentisi var. Dönemin aktif isimleri gözyaşları içinde nedamet getirse, kamuoyu önünde özür dilese, bir daha asla deseler, onların yargılanmasına gerek kalmazmış gibi bir algı da yaratılıyor? Ki şahsi olarak ben, bunu asla yeterli bulmuyorum ve onların yargılanmasını isteme hakkımdan vazgeçmiyorum. Siz ne düşünüyorsunuz?

Meselenin iki boyutu var. 1) Hukuki boyutu. Hukuken işlenmiş bir suç varsa suç işleyen nedamet getirdi, görmezden gelelim, affedelim diyemezsin. Savcı dosyayı açmışsa, kim suç işlediyse bunu yargılaması gerekir. 2) Ahlaki boyutu. Yargısal olarak hiçbir müeyyidesi olmayan ama ahlaken dibe batmış, medya ahlakı, gazetecilik ahlakı bakımından yerlerde sürünen, ahlak problemleri durumu var. Nedamet getirmek, özür dilemek, yanlış yaptık demek, bu ahlaki sorumlulukları ortadan kaldırır. Mesela ben o dönemde ahlaksızca davranan bir takım gazeteciler bunu yapsa ben affedebilirim, meseleyi kapatabilirim. Ama bu insanlar böyle yapmıyorlar. Yani bir taraftan, savcı bizi de çağıracak diye bacakları titriyor ama bir taraftan da aradan 15 yıl geçmiş, her şey ayan beyan ortaya çıkmış, kendilerinin rolleri açık seçik ortada ve toplum bunları artık rahatça konuşuyor, deliller, dökümler yayınlanıyor ama adamlar hala diyorlar ki biz yaptıklarımızın arkasındayız. İşte beni, en çok sinirlendiren şey bu!

Hala kendilerinde bir güç ve temizlik dürüstlük paklık, karşılarındakilerde de saflık vehmediyorlar.

Bu ülkede bu insanlar onlarca yıl dokunulmaz olmuşlar. Bir tür yarı tanrı yazarlar, genel yayın yönetmenleri, gazeteciler türemiş. Hala bu statülerini korumak istiyorlar. Koruduklarını zannediyorlar. Ama ben de diyorum ki, o devir değişti. Türkiye darbelerle hesaplaşacaksa rolü olan tüm insanlar yargılanmalı.

O GAZETECİLERİN NE YAPTIĞINI GÖRDÜM

28 Şubat bağlamında bir gazeteci listeniz var sizin: Ertuğrul Özkök, Uğur Dündar, Haluk Şahin, Fatih Çekirge, Zafer Mutlu, Fatih Altaylı, Ali Kırca ve Hasan Cemal’den oluşan. Benim de şahadet edeceğim isimler var bu listede ama olmasına şaştığım isim de var?

Benim isimlerin hiç birine özel bir olumsuz duygum, husumetim yok. Ben kişilerle uğraşmıyorum, uğraşmak istemiyorum. Ama ben o tarihi yaşamış birisiyim. O tarihin içinde, merkezinde bulundum. Devletin bütün kayıtlarını gördüm. İki başbakan vardı ve o iki başbakana gelen bütün belgeleri gördüm. Tansu Hanım’a gelen tüm belge, bilgi, dosyayı, her şeyi gördüm. Bu insanların 28 Şubat’ta işledikleri fiillerin bir kısmı suçtur, bana göre. Bir kısmı da ahlaken affedilmez şeylerdir. Ne yaptıklarını gördüm, bunlar kayıtlı, bilinen şeyler. Bunları dosya, dosya koyabilirim önünüze. Geçen gün Haluk Şahin hakkımda suç duyurusunda bulunmuş, cevabi yazımda sekiz dosya koydum ifademe. On tane daha koyabilirdim. Yani o dönemde, 28 Şubat’ın mağduru olan bizim gibi insanları kimse hafife almasın. Ben kişilerle uğraşacak olsam gerçekten çok can acıtırım. Ama benim derdim o değil. Bu insanlar çok kötü sınavlar verdiler ve topluma bunun maliyeti çok ağır oldu. Siz öyle şeyler yaptınız ki Türkiye’de demokrasi, adalet duygusu, siyaset paramparça oldu, toplum büyük acılar çekti, çok büyük maliyetler ödedi. Benim hareket noktam burası.

DÜNDAR NİYE TEKZİP ETMİYOR O HALDE?

Refah-Yol hükümetinden çekilmesi için Sayın Çiller’e yapılan baskılara gelmek istiyorum. Sizin hatırlattığınız bir vakaya, Emin Çölaşan’ın Sakıncalı Gazeteci kitabının 107. sayfasındaki bilgiye göre: Uğur Dündar bir gün, Çiller’in doktorundan çalınmış yarı çıplak fotoğraflarını Emin Çölaşan’a gösteriyor. Bu ayıp daha sonra Ertuğrul Özkök’le tekrarlanıyor. Ve hatta fotoğraflar Çiller’in siyasi rakibi Mesut Yılmaz’a da gösteriliyor. Ve hatta fotoğraflar inceletiliyor gerçek mi diye…

Emin Çölaşan kitabında fotoğrafların nasıl elden ele dolaştığını anlatıyor. Uğur Dündar en yakın arkadaşı ve Emin Çölaşan yalan söylüyor, bu gerçek değil demiyor. Tekzip edilmemiş bir şey bu.

O fotoğraflar gazetecilerin ellerinde dolaşıyorken Sayın Çiller ve siz nasıl haberdar oldunuz bundan?

Bakın ben bu konuyu Uğur Dündar’a bir husumetten dolayı açmadım. Onu incitmek de istemedim. Benim bir yaptığım şey bir dönemin karakterini ve insanları ne hale getirdiğini ortaya koymak. Bir soru üzerine, 28 Şubat’ın diğer darbelerden farklı olarak hangi yöntemleri kullandığını, gayrı-ahlaki şantaj, korkutma gibi yöntemleri kullandığını anlatırken örnek verdim. Emin Çölaşan’ın kitabını açın bakın, anlatılıyor işte, dedim. O dönemde Tansu Hanım’a bu fotoğraflarla şantaj yapıldı. Biz bunu o gün yaşadık. Bu şantaj yapılmış.

ŞANTAJI YAPAN UĞUR DÜNDAR DEĞİL

Kim yaptı şantajı?

Şantajı yapan Uğur Dündar değildi.

Kimdi? Siyasi rakibi miydi, medya grubu muydu, sermaye grubu muydu?

Medya kaynaklıydı, Tansu Hanımla o odaklar arasında iş ve medya dünyasından belli isimler vardı, onlar üzerinden geliyordu. Size o kadar çok böyle olay anlatabilirim ki, artık kim yaptı hatırlamıyorum. Ama şöyle olurdu: Gazetecilerin barları vardı, akşamları burada otururlardı. Onlardan haber gelirdi Tansu Hanım’a veya eşine veya parti yöneticisine.

Konuşulanların duyulması istenirdi yani?

Tabi, böyle bir şekilde duyuruldu. Bunu Tansu Hanım benden daha iyi bilir.

FOTOĞRAFI YAYINLAMAYA HAZIRLANMIŞLAR

“Şunu yapar ya da yapmazsanız fotoğrafları kullanmayız” gibi somut bir cümle kurulmadı yani, değil mi?

Tabi. Çölaşan’ın kitabında o fotoğrafların nasıl elden ele dolaştığı anlatılıyor. Ben orada en fazla şuna takıldım, fotoğraflarla ilgili Tansu Hanım’la birlikte bir şantaj yaşadığımız için. Bir kere bu ikisini birleştirdiğinizde bir anlam ifade ediyor. O fotoğrafları o kadar çok kişiye göstermişler ki, onlardan biri de yapmış olabilir. Bana göre Uğur Dündar çoluk çocuk sahibi, bu kadar rezil bir şey yapamaz. O fotoğraflar sizin elinizde dolaşıyor ve şantaj yapılıyor Tansu Hanım’a, bir. İkincisi, o kişi bir siyasi parti lideri, cumhuriyetin ilk kadın başbakanı ve siyasi rakibine gösteriliyor. Üçüncüsü, bu fotoğraflarla bahsettiğim gazetenin bu şantajla alakası var. Niye var? Emin Çölaşan’ın kitabında Çölaşan soruyor, “Sahte olmasın bu fotoğraflar?” Cevap “Hayır, tetkik ettirdik”. Niye tetkik ettiriyorsun?

Çünkü yayınlamaya hazırlanıyorlar. Öyle mi?

Tabi.

ÇİLLER İSTİFA KARARI VERMİŞTİ

Ve haliyle sizde de bir şantaj algısı oluştu?

Algı değil. Fiili bir şantaj oldu o fotoğraflarla ilgili. O vakit bizi çağırdı Tansu Hanım. Eşi vardı, Mümtazer Türköne vardı. Bak isimler veriyorum. Tansu Hanım çok üzgündü. “Bunlar iyice zıvanadan çıktılar, benim istifa etmemi istiyorlar. Bunun için yapıyorlar” dedi. Çünkü koalisyonun zayıf karnı olarak Tansu Hanım’ı görüyorlardı. Tansu Hanım’ı yıldırıp istifa ettirecekler. Ve hükümeti bitirecekler. Bu hükümet yıkma eylemi aynı zamanda. “Bu kadar adileşeceklerini beklemiyordum. Benim iki tane çocuğum var ya, bunu nasıl yaparlar, bu kadar ahlaksızlık olur mu” dedi. Kadıncağız çok üzüldü tabi.

Haklı olarak. Nasıl bir karar çıktı peki o toplantıdan?

“Lanet olsun, yazacağım istifa mektubumu” dedi. Biz dedik ki “Efendim olur mu öyle şey? Öyle teslim olmak var mı? Demokrasi mücadelesi bu, savaşacaksınız. Merak etmeyin, hiçbir şey yapamazlar”. Tavrımızı öyle koyduk. Tansu Hanım da sonuçta bizim gibi düşündü ve “haklısınız, devam” dedi.

DEMİREL, HÜRRİYET VE PERİNÇEK

Bir de Çiller’in CIA ajanı olduğuna dair şantaj mekanizması işliyor değil mi?

Evet. Yine Emin Çölaşan’ın kitabının 106. sayfasında Süleyman Demirel’in yakın arkadaşlarının Çiller aleyhine nasıl sahte bir CIA ajanı belgesine 400 bin dolar vererek satın aldığını, onun da sonra sahte çıktığını anlatıyor. Çölaşan’ın dediği insanlar DYP’nin içinde Demirel’e yakın adamlar. Ki 400 bin dolar verip sahte belge alacak kadar gözleri dönmüş, düşünün. İkinci bir kesim daha var bunu iddia eden; Doğu Perinçek ve ekibi. Üçüncü kesim Hürriyet Gazetesi. Hürriyet Gazetesi 17 veya 18 Temmuz 1997 tarihli manşetinde, İstanbul baskısında da manşet, Anadolu baskısında da dokuz sütuna “Çiller CIA ajanı” diye manşet attılar. Bir ayağı da bir takım gazeteciler. Bunlar arasında Oktay Ekşi, Fatih Altaylı, Uğur Dündar var. Bu insanlar şunu yaptılar: Mesela biriyle konuşuyorlar Çiller’le ilgili, ne hikmetse o konuşulan CIA ajanı ve o yazılıyor. Çiller ve CIA ajanı kelimeleri aynı cümleler içinde geçiyor ve toplumun bilinçaltında CIA ismiyle Çiller ismini yan yana getiriyorlar. Yaptıkları şey, psikolojik savaş. Bütün bu veriler, bilgiler Genelkurmay Adli Müşavirinin önünde dosya olarak tutuluyor. Ve Çiller CIA ajanı iddiasıyla soruşturma açılıyor. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı yürüyün dese, Çiller’in işi bitti. Divan-ı harbe gitti.

TANSU HANIMI DİVAN-I HARBE GÖNDERİYORLARDI

Karadayı’yı tutan nedir?

Utanç duygusu. İşin yalan olduğunu biliyor. Sonuçta Genelkurmay Başkanı, orgeneral ve bu kadın terörle omuz omuza mücadele etmiş, utanç duyuyor, insanlığından utandığı için o dosyayı çöpe atıyor. Olay, yoksa böyle organize bir şeydi işte. O kadar açık ki. Şimdi sanki bütün bu olaylar hiç olmamış veya birbirinden farklıymış, alakasızmış gibi düşünmek iddia etmek insanın kendi dehasına hakarettir. Ve tarihe karşı da ayıptır.

ÖLÜM TEHDİTLERİ O KADAR ARTTI Kİ

Peki, bunların dışında kamuoyunun bilmediği sizin bildiğiniz başka şantaj yöntemleri var mıydı Sayın Çiller’e karşı kullanılan?

Bakın bunu da yine ilk defa söylüyorum. Tansu Hanım, çok ölüm tehdidi aldı. Bir süre sonra tehditler o kadar çoğaldı ki Tansu Hanım artık korkmaz oldu. Hatta her tehdit artık nerdeyse Tansu Hanım’a zevk veriyordu. O hale geldi. Tansu Hanım’a yapılan tamamen bir insani deformasyondur. Bir gün bir adam geldi. “Biz Güvercinlik Jandarma Tesisleri’nde ders aldık” dedi “Çiller’i bombayla uçuracağız”. Teybe aldık adamın konuşmalarını. Tansu Hanım’a götürdük. Dedi ki “O kadar çok ki, hiç üzerinde durmuyoruz, işimize bakıyoruz”.

PRENSES DİANA GİBİ ÖLDÜRECEKLERDİ

Devletin o kadar istihbarat birimi var, suikast hazırlıklarına karşı bir tedbir, çalışma yok muydu?

Polis istihbaratı, MİT sürekli haberdar ederdi. Kendine göre önlemler de alıyordu. Mümtezar Türköne ile ikimizi de vuracaklardı. İçişleri Bakanı Meral Akşener koşarak geldi, sizi vuracaklar, size koruma vereceğim, dedi. Birkaç gün koruma ile gezdik, sonra sıkıldık, gönderdik korumaları. Her sabah yedi Ayetel Kürsi okuyup evden çıkıyorduk.

Başbakan Erbakan 10 günlük yurt dışı seyahatine çıktığında Çiller de Başbakanlığa vekalet ediyordu. Başbakanlığa giderken arabasının tekeri patladı. Mercedes 320, ki bu arabalar kolay kolay arıza yapmaz. Tekerleklerinin ikisinin de patlaması imkansız bir şeydir. Bu arabalar arkadan çekişlidir, savurur yani. Prenses Diana aynen böyle öldü biliyor musunuz? İki arka teker patlamış, kesin orada suikast var. Fakat biz o kadar alıştık ki üzerinde bile durmadık. Hatta Tansu Hanım’a espri de yaptım “Ben size söylüyorum, rejim meselesi vardır, siz inanmıyorsunuz” diye. “Bakın iki teker birden patladı dedim, çok kilo alıyorsunuz, rejim gerekir” diye. Ertesi gün haberlerde Tansu Çiller diyet yemeğini Başbakanlığa getirdi, tabakta domates, salatalık ve beyaz peynir vardı diye. Bu kadar gırgıra alır olduk, o kadar çok tehdit geldi ki.

“KOALİSYONDAN AYRIL, BAŞBAKAN YAPALIM”

Siyasete ilk başladığında Çiller o kadar dayanıklı bir siyasetçi değil gibiydi. Refah-Yol döneminde daha dirençli oldu sanki?

Siyaset ve devlet işleri insanları çekiç ve örs arasında gibi bir kılıç gibi keskinleştiriyor. Siyasetin böyle öğretici tarafı var, Tansu Hanım da bütün bu süreçlerden geçti tabi. Ben her zaman söylerim Tansu Hanım’ın eleştirecek birçok şeyini bulabilirisiniz ama demokrasi, Türkiye’nin ileriye gitmesi, refahı konusunda samimi fikirleri vardı ve mücadelesini de verdi diye. 28 Şubat’ta Tansu Hanım’a “Refah Partisi’nden ayrıl, seni başbakan yapalım” dendi. Tansu Hanım bunu bizimle tartıştı ama demokratik bulmadık ve başımıza ne gelirse gelsin mücadeleye devam kararı verdik. Tansu Hanım bu kararı vermiştir, ben şahidim.

ÇÖLAŞAN’A HAVADAN 1.5 MİLYON DOLAR

Siz diyorsunuz ki “Emin Çölaşan her yıl patronundan maaşı dışında 1.5 milyon dolar alıyor”. Nedir bunun izahı?

Ben şu iddiadayım: 28 Şubat’ta bir hesaba göre 50 milyar dolar, bir hesaba göre 80 milyar dolar, Bülent Gedikli’nin yaptığına göre de 291 milyar dolar bu ülkenin parası uçmuş, birilerinin cebine girmiş. Ben diyorum ki bu para kimin cebine gitmiş ise 28 Şubat’ı onlar kurguladı, destekledi. Çünkü bu para askerin cebine gitmemiş. Silahlı soygun diyorlar ya buna, bana göre askerin 28 Şubattaki rolü de oradaki silahın rolüdür. Asker 28 Şubat’ta kullanıldı. Çevik Bir de söyledi bunu sonradan. Mahkemede de söyleyecektir eminim.

Umarım. Emin Çölaşan mevzuuna dönersek…

Ben diyorum ki 28 Şubat aynı zamanda bir takım gazetecilerin, genel yayın yönetmenlerinin, televizyoncuların büyük oranda iş adamlarının, daha küçük oranda da bu saydığım medya mensuplarının fonlandığı bir olaydır. Ortada yağmalanan bir para var. Bu para bir tür servet aktarımı olarak küçükten başlayarak yukarıya doğru herkesin hacmi, büyüklüğü oranında, oynadıkları role göre dağıtıldı. 28 Şubat’a destek veren yazarçizer takımının hepsi varlıklı insanlar, hepsi yalıda, yalıvari evlerde oturuyor ve hepsinin milyonları var. Gözümüz yok ama bunun kalemle, yazarak elde edilmeyeceği ortada. 28 Şubat aynı zamanda devlet kaynaklarını servet olarak aktardı. Emin Çölaşan’ın adını veriyoruz ama onun burada bir suçu yok. Patronu ona kazandığı paradan vermiyor. Patronu ona o parayı, 28 Şubat soygunundan payına düşen paradan veriyor. Benim iddiam bu.

Bunu kanıtlayabilir misiniz?

Kanıtlarım, matematik bilen herkes bunu kanıtlar. Önce Aydın Doğan’ın 15 sene evvelki servetine bakın sonra da 10 sene sonrakine. Normal bir ticari faaliyetle kazanılmayacak bir rakam çıkar ortaya. Gayet kolay anlaşılabilecek mantıklı bir şey söylüyorum ben, kimseyi de suçlamıyorum. Düzen buydu, mekanizma buydu.

DİNÇ BİLGİN’E OLAN AYDIN DOĞAN’A NİYE OLMADI?

2001 krizini durup dururken yaşamadı sonuçta Türkiye. Banka sahibi, burnu düşse eğilip almayacak medya patronları ve büyük bir yırtıcılıkla hortumlanan, içi boşaltılan bankalar vardı. Hortumdan, soygundan sonra bir iktidar değişikliği oldu ve TMSF kamunun çalınan paralarının peşine düştü fakat devenin kulağı kadar bir parayı ancak geri döndürülebildi. Ama şu da oldu: Mesela o dönemin muktedir medya patronu Dinç Bilgin’in mallarına el konuldu, Bilgin hapis yattı, bugün başını sokacağı bir eve sahip değil. Ve fakat yine o dönemin diğer muktedir ve aktif medya patronu Aydın Doğan’ın kılına dokunulmadı. Rakipleri elendi o hüküm sürmeye devam etti. Niye böyle oldu, Dinç Bilgin’in başına gelen onun başına niye gelmedi?

Onun sebebi şu. Aydın Doğan ile ilgili bir vergi kaçakçılığı tespiti ve müdahalesi oldu, 2007’de. 2007’ye kadar Doğan yine Türkiye’nin dokunulmaz, dokunanın yandığı bir isim oldu. Dikkat edin, Türkiye’de son darbe girişimi 2009’da oldu. Ve esas itibariyle 2009 tarihine kadar Aydın Doğan medyası AK Parti hükümetine açıkça muhalefet etti. Bunu şöyle de okumak mümkün, geçmiş özellikle 28 Şubat tecrübelerimize bakarak. Aydın Doğan medyası Balyoz Eldiven Ergenekon gibi faaliyetlerin bir sonuca varabileceğini umdu. Ta ki 2010 referandumuna kadar. 2010 referandumunda Doğan gittiği yolun yanlış olduğunu, çevresindeki adamlarca yanlış yönlendirildiğini anladı ve genel yayın yönetmeni dahil başka değişiklikler yaptı, yapıyor. Bir de Dinç Bilgin gibi çok amatörce hatalar yapmadı, işi kitabına uydurdu. Ama 2010’a kadar hep o kibri, dokunulmaz tavrını devam ettirdi.

UĞUR DÜNDAR’A MEYDAN OKUYORUM ÇÜNKÜ

Siz Uğur Dündar’a da diyorsunuz ki “çık karşıma”. Niye?

Uğur Dündar beni kızdırdı. Kimse televizyona çıkıp bana hakaret falan edemez. Eden olursa bedelini ödetirim. Ben şahıslarla polemiğe girmek istemiyorum, mevzu bir soruyla açıldı, e bu da bir gerçek. Kimse bunları yalanlayamaz. Ben kendiliğimden de bir şey söylemiyorum. En yakın arkadaşının kitabında yazıyor bu. Benim gözümde Uğur Dündar iki çocuk babası, ailesi olan bir insan. Ben onu toplum önünde deşifre etmek gibi bir rolü de tasarlamış değilim. Ama bakın ona ve herkese söylüyorum. Bu ülkede bir 28 Şubat yaşandı. Benim bir annemin ve babamın olduğunu ispat edeceğim bir fotoğrafım dahi yok biliyor musunuz?

Anlamadım. Niye yok?

28 Şubat’ta çünkü evime girip hard diskimi, arşivimi, biriktirdiğim dokümanları, dosyaları, fotoğraflarımı aldılar götürdüler. Bu, 28 Şubat’ın en dramatik vakalarından birisidir. Şimdiye dek söylemedim ama benim annemin babamın resmi yok. Bütün albümümü özel arşivimi aldılar götürdüler. 28 Şubatçılar yaptı bunu. Biliyorum tabi kimin yaptığını. 28 Şubat bu kadar zalim bir şeydi işte ve bu insanlar, isimlerine, bu halkın onlara verdiği şan ve şöhrete, itibara, servete yakışmayacak roller oynadılar. Ali Kırca, Uğur Dündar, Ertuğrul Özkök. Ama onlar demokrasiye değil darbeci güçlere destek verdiler. Bunu eleştirmeyecek miyiz? O tanrı gazetecilik dönemi bitti, ben bunlara bunu hatırlatmaya çalışıyorum. Hala o rolü oynamaya kalkarlarsa büyük yara alırlar. Mütevazı olsunlar, medeni olsunlar. Medeni insan özeleştiri yapar. Televizyona çıkıp “ben bembeyaz bir adamım, yaptığım her şeyin altına imza atarım” demesinler. Böyle söylersen altına imza atamayacağın belgeleri çıkarır koyarlar önüne. Çok açık söylüyorum.

SUSMAMALI, KONUŞMALI

Peki. Tansu Çiller neden konuşmuyor? Dönemin ağır mağdurlarından biri hâlbuki. Olmayacak baskılara, çirkin şantajlara maruz bırakılmış. Hal böyleyken aşırı tedbirli oluşu, suskunluğu bambaşka bir manaya bürünebiliyor.

Tansu Hanım hakkında ben bugüne kadar onu incitecek tek bir kelime söylemedim, söylemem de. Hep onun üstün vasıflarını anlatmışım, onu takdir eden şeyler söylemiştir. Ama Tansu Hanım tuhaf bir şekilde konuşmuyor. Oysa bizim topluma karşı, bu ülkenin tarihine karşı bir sorumluluğumuz var da onun yok mu? En fazla onun var. Konuşması lazım. Evinde pusuya yatıp neyi bekliyor bilmiyorum.

TANSU HANIM ÇOK ISTIRAP ÇEKTİ

Niye konuşmuyor olabilir?

Tansu Hanımı o kadar hırpaladılar ki, 28 Şubat’ı hatırlatacak her konuşma tartışma ona acı veriyor olabilir. Bir kadın düşünün. İdealist amaçlarla Türkiye’yi AB’ye sokmak için falan uğraşıyor. Terörle mücadele ediyor, risk alıyor. E kocasından, çocuklarından vuruyorlar, kendine her türlü şantajı yapıyorlar, ölüm tehditleri alıyor. Hükümet kurma hakkı ona ait ama ona vermiyorlar. Askerler gazeteler onu CIA ajanı ilan ediyor. Askerler tank namlusunun önüne koyup resmini, odalarına asıyorlar. Biz o günleri yaşadık. Tansu Hanım çok ıstırap çekti. Sanırım o günleri hatırlamak istemiyor.

Belki de. Ama bana yine de çok naif bir yorum gibi geldi. Çünkü Tansu Hanımın siyasi sorumluğu devam ediyor. Kaldı ki kınanacak, hesap verecek ve utanacak olanlar ona bunu yapanlar.Üstelik olayların üzerinden 15 yıl geçti ve artık bu darbe, hukukun konusu. Konuşmak için neyi bekliyor olabilir ki? Şimdi değilse ne zaman?

Doğru söylüyorsunuz. Ben de böyle düşünüyorum ve ben Tansu Hanımı bugüne kadar hiç eleştirmedim ama bu konuda eleştiriyorum. Çıkıp Türk siyasi tarihinde oynadığınız rolü tamamlamanız lazım. Siz daha o rolü tamamlamadınız. 28 Şubat, o zaman ve sonra olanlar. Bu hesap her şeyden önce sizin hesabınız. Bunu göreceksiniz. Korktuğunuz bir şey yoksa.

DYP ÜZERİNDE KURULAN BASKI YÖNTEMLERİ

Tansu Hanım üzerinde olduğu gibi DYP üzerinde de bir yıldırma ve yıpratma yoluyla hükümetten çekilmesini sağlama kumpası oynanıyor o dönemde. Anlatır mısınız neler oldu, nasıl oldu?

Bu topyekun bir savaştı, saldırıydı, askeri terminolojiyi bilerek kullanıyorum. Neredeyse bir karargahtan idare edilen ama farklı güçlerle ve farklı silahlarla sürdürülen, bir partinin bir hükümetin üzerine abandılar. 1) Bir taraftan asker şunu yapıyordu: Genelkurmay Başkanı (İsmail Hakkı Karadayı) ve Kara Kuvvetleri Komutanı (Hüseyin Kıvrıkoğlu)başta olmak üzere tanıdıkları milletvekillerini, diyelim ki laiklik duyarlılığı olan milletvekillerini çağırıp “derhal istifa edin yoksa çok kötü olacak” diye korkutuyorlar. Açıkça “gerekirse darbe yaparız” diyorlardı. Orta yerlerde “Yassıada’da yer ayırtılmış” gibi şeyler konuşuluyordu. 2) Bir diğer saldırı odağı medyaydı. Medya iki türlü saldırıyordu itibar suikastları ve yolsuzluk dosyaları şantajları yaparak. Mesela Çiller’e CIA ajanı diyor, yazılarının her satırında “şaibe hanım”, “yolsuzluk” laflarını kullanıyorlardı. Tansu Hanımı babasından kalan malıyla “rezil ettiler”, yolsuzluk yaptı diyerek. Babasından kalan mal yahu, ben biliyorum, inceledim çünkü. Ve ayrıca da, hükümetin bakanlarını ve milletvekillerini hakkınızda dosya var, bunu yayınlayacağız diyerek istifaya zorluyorlardı.

TEK TEK TEHDİT ETTİLER

Dönemin Turizm Bakanı Bahattin Yücel’in istifasının şantajla sağlanması vakası gibi.

Onun gibi birçok bakan için de geçerliydi bu tür şantajlar. 3) Bir başka saldırı odağı iş dünyasıydı. Onlar da ulaşabildikleri milletvekillerine, “kaçın canınızı kurtarın” diyorlardı. 4) Diğer odak kumarhane sektörüydü. Kumar borcu olan milletvekillerini onlar hallediyorlardı otel lobilerinde. Ya kumar borçlarını siliyorlardı ya da ekstradan para veriyorlardı. 5) Bir başka ve çok önemli saldırı odağı ise Cumhurbaşkanı Demirel’di. Demirel tek tek, bütün bakanları ve milletvekillerini, tabi Tansu Hanıma çok yakın olanlar hariç aramıştır ve korkutmuştur. “Kardeşim görmüyor musunuz rezaleti, memleketin başı belaya girecek, şu olacak bu olacak” demiştir. Darbe korkusu salıyordu yani. Bütün bunlar yaşandı.

RECAİ KUTAN YANLIŞ SÖYLÜYOR

Sayın Recai Kutan “Ortağımız Doğru-Yol partisi çürük çıktı” diyor.

Doğru Yol Partisi çürük falan çıkmadı, Doğru Yol Partisinin üzerine beş koldan müthiş bir saldırı tertip edildi. O 40-50 milletvekili böyle gitti. Durup dururken gitmez kimse. İnsanlar korkutuldu, tehdit edildi, satın alındı. Bakın isim vermeyeceğim, dostum olduğu için. Bir bakan, kabinenin de en saygın ve cesur bakanlarından birisidir. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu yemeğe çağırıyor ve bir an önce istifa etmesi için münasip bir dille tehdit ediyor. O sayın bakan koşarak bizim büroya geldi, bu adamı hiç kimse korkutamaz ama gözleri faltaşı gibi açılmıştı. “Yemekten geliyorum, kara kuvvetleri komutanı Kıvrıkoğlu böyle söyledi” diye. Bu derece yani. Yaptırılan başka şeyler de oldu.

ÇAKICI’YA OLMADIK İFTİRA ATTIRDILAR

Ne gibi şeyler?

Bu davayı yürüten savcının Alaattin Çakıcı’yı kesin sorgulaması lazım. Çünkü Çakıcı bir gün Flash Tv’ye çıktı ve Tansu Çiller’in Amerika’da bir barda zenci bir çavuşla içki içtiğini ve sonra bardan onunla çıkıp gittiğini söyledi.

Ayy… Ne kadar pespaye!

Tabi. Bakıyorsun, kim bu adama bunu yaptıran diye, arkasından dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı çıkıyor. Savcının Alaattin Çakıcı’yı sorgulaması, sana bunu kim dedirtti, diye sorması lazım. Bakın kim çıkacak altından. Böyle şeyler yaşandı o dönemde. Korkunçtu.

Recai Kutan o günlerde de Refah Partisi’nin en önemli isimlerinden biriydi. “Ortağımız çürük çıktı” değerlendirmesi bütün bu olup bitenlerden bigâne olduğu anlamına mı gelir yoksa?

Recai beyin yaptığı şu: Bugün Refah Partisi üzerinde hala baskı var, o belgeyi imzaladınız dik durmanız gibi. Recai Bey bir bakıma kendilerini affettirmeye çalışıyor. Ben anlayışla karşılıyorum ama doğru değil. Siz sorumluluğu DYP’nin üzerine yıkarsanız bu darbeyi ve darbecileri meşrulaştırmış olursunuz. Demokrasilerde bir partinin çürük çıkıp çıkmamak gibi bir mecburiyeti de yoktur ayrıca. İkincisi, sonra biri de çıkar der ki “ RP de az şey yapmadı canım, kalktı Başbakanlıkta tarikat şeyhlerine yemek verdi, Hilton’da verseydi”. Bunlar 28 Şubat’ın gerekçeleri oldu sonuçta, Taksim’e cami vesaire. Hem cami yaptıramıyor hem lafını ediyor hem de darbeye sebep oluyorsunuz diyebilir. Bunların hiçbirine ben katılmıyorum, Başbakan istediği yerde istediği kişiye iftar verir kimse karışamaz ama siz DYP çürük çıktı derseniz DYP’liler de çıkar size böyle söyler. Asıl konuşulması gereken şey de konuşulmaz. Ve siz de sorumluluğu darbecilerle paylaşmış olursunuz.

CİNDORUK SARHOŞ HALDE ÇANKAYA’YA ÇIKIYOR VE…

Başbakan Erbakan’ın istifasını sunmasının ardından Cumhurbaşkanı Demirel’in hükümet kurma görevini Tansu Çiller’e vereceği, böylece hem krizin aşılacağı hem de iki parti arasındaki protokolün işleyeceği yönünde bir beklenti, bir su-i zan vardı. Fakat öyle olmadı. Sorum şu: Yeni hükümete güvenoyu vereceğine dair toplanmış onca vekil imzası, teamüller ve bu iyi niyetli beklenti dışında Demirel’in hükümet kurma görevini Çiller’e vereceğine dair herhangi bir söz, işaret, teminat var mıydı Çankaya’dan? O dönemki tavrı pek açık ve keskin olan Demirel’e neden ve nasıl güvenildi?

Size bir şey anlatacağım, geç öğrendim ama işin aslını öğrendim: Demirel’in siyasi hayatı boyunca söylediği ve en akılda kalan sözlerinden biri “Bulun 226’yı, düşürün hükümeti”dir. Parlamento aritmetiği esastır Demirel’in siyasi hayatında. Anayasal bir zorunluluk yok ama teamüller var ve teamüller gereği de hükümet kurma görevini Sayın Çiller’e verecekti aslında. Zaten geçmişte kendisinin de başına bu tür şeyler gelmiş. Süleyman Demirel’in en yakınındaki kişiden dinlediğim anekdot şu: Ertesi sabah Çiller gidecek ve Süleyman Demirel ona hükümeti kurma görevi verecek. O gece bir ziyaretçisi var Demirel’in: Hüsamettin Cindoruk. Kafayı çekmiş bir vaziyette, sarhoş halde Çankaya’ya çıkıyor ve Demirel’e diyor ki: “Böyle bir şey yapamazsın, çünkü” diyor “Anayasada sana tanınmış yegâne hak, hükümeti kurma görevini istediğine vermek. Kimseye zorunlu değilsin”. Ve öyle zannediyorum ki bu tehditvari sözler üzerine Demirel, Cindoruk’un şerrinden korktuğu için –ki Cindoruk Demirel ile zaman zaman karşı karşıya gelmiştir uzun siyasi hayatları boyunca- ertesi gün görevi Çiller’e vermedi, başka hesaplar yaptı. Bu anekdotu anlatan çok güvenilir biri olduğu ve Demirel’in en yakınındaki kişi olduğu için ben inanıyorum buna.

Ahir ömründe böyle bir şeye niye tevessül etmiş olabilir Demirel?

Sonuçta evet, kendi partisini darmadağın etti, demokrat geçmişini berhava etti, bambaşka bir Demirel çıktı karşımıza. Ve millet, bana göre daha Demirel ölmeden Demirel’i sildi. Bu büyük bir talihsizlik tabi böyle bir geçmişi olan biri için.

CESARETSİZLİKLERİ İKİSİNİN DE SONU OLDU

28 Şubat’ın akışını değiştirmek mümkünken değiştirmemek, halkın oyuyla yetkiler kuşanmış, sorumluluklar almış kişilerin görevlerini yerine getirmemiş olması, halkın iradesini üç paralık etmesi de çok büyük talihsizlik. O meşhur ve berbat kararların alındığı gün MGK’da farklı davranmak Erbakan ve Çiller için neden mümkün olmamış?

Evet, Erbakan ve Çiller farklı davranabilirlerdi ama davranamadılar. Bana göre başlarına gelen ne varsa o geceki cesaret eksikliğinden kaynaklandı. Kaldı ki özellikle Sayın Çiller’e danışmanları olarak biz birinci sınıf bir servis yapmıştık Mümtazer Türköne ile birlikte. Olacakları öngördük, bir hafta öncesinden bir senaryo hazırladık ve hatta rejileştirdik. Kim ne söyleyecek, ne nasıl olacak, yazdık. Özü şuydu: askerler gelecekler o salonda sizi her türlü şekilde istiskal altına alacaklar. Önlerinde dosyalar olacak ve hakikaten Türkiye’de korkunç bir irticai tehdit var gibi yapacaklar, hakaretler edecekler, sizi baskı altına alacaklar ve oradan bir bildiri çıkartmaya çalışacaklar, size de bunu imzalatacaklar. Demirel de şu rolü oynayacak… Bunu söyledik ve hepsi doğru çıktı! Ve Çiller’e de, şöyle yapmalısınız diye öneride bulunduk. Dedik ki, siz “o dosyalara bakabilir miyim” deyip alacaksınız önünüze, bakacaksınız. Hepsi gazete kupürü…

BÇG ve darbeci medya ortak yapımı asparagaslar…

Sonra “Milletin seçtiği bir hükümeti siz bu gazete kupürleriyle mi itham ediyorsunuz. Ayıp değil mi, devlet ciddiyetine yakışır mı? Siz ne yapmak istiyorsunuz, amacınız ne? Anayasal bir kurumda, anayasal yetkilerinizi böylesine istismar ederek anayasa suçu işliyorsunuz, farkında değil misiniz” diyecek ve o dosyaları askerlerin kafasına fırlatacaksınız. Sayın Başbakan’a da “burada kalamayız, burada başka şeyler oluyor” diyerek dışarıya çıkmaya davet edeceksiniz. Başbakan çıkmasa da siz çıkacak ve gazetecilere “İçerde Türkiye Cumhuriyeti hükümetine açıkça darbe girişimi var, gereğini yapacağız” diyeceksiniz. Evinize gidip beyaz elbise giyecek ve Meclise arkadaşlarınızla gidecek, yabancı basını da davet edecek ve diyeceksiniz ki “bu kadın ya burada ölecek ya da demokrasiye karşı darbe girişiminde olan bu askerler emekli edilecek”. Onların görevden alınma kararını Başbakan’a imzalatacaksınız ve götürüp Demirel’in kucağına bırakacaksınız. İmzalamazsa hükümetten çekileceksiniz. Budur. Bunu Tansu Hanım önce benimsedi sonra yapamadı.

ABDULLAH GÜL O TAVRI GÖSTERMİŞTİ

Çiller bunu niye yapamadı?

Sorduğumda “ortağıma güvenemedim” dedi, Erbakan bu tür şeylere sıcak bakmayan biriydi, yalnız kalmaktan korktu. Ama yapılmalıydı. Gerekirse o gece her ikisi de istifa etmeliydi. O saldırıyı o gece püskürttün püskürttün, yoksa teslim alırlar ve aldılar nitekim. Bir daha iflah olamazsın, öyle de oldu. O günlerde, şimdiki Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, ofisimize gelmişti. Kendisi bizim çok sevdiğimiz bir insandı. Kendisine bu hazırlıklarımızı gösterdik. Okudu, “ah dedi, keşke yapılsaydı, ben de Hoca’ya “Bu kararlar suç, bunları imzalamak ayrı bir suç. Gerekirse seçime gidelim, kararları Meclise taşıyalım dedim” dedi. Abdullah Gül o günlerde bu tavrı göstermiştir, altını çizmem lazım.

ASKER FİİLİ DARBE YAPMAYI HİÇ DÜŞÜNMEDİ

Demirel, fiili darbeyi bizzat savuşturan kişi olarak, bir nevi demokrasi kahramanı olarak lanse etti, ediyor, edebiliyor kendisini. Hatta sonradan Refah ve Fazilet Partisine kapatma davası açan ve iddianamesini bir fantezi-korku roman yazarı coşkusuyla “kan içici vampirler”, “matastas yapan urlar” gibi hukuk dışı ve ultra-tuhaf tanımlarla süsleyen Cumhuriyet Savcısı Vural Savaş da böyle bir misyon biçti kendine. Sorum şu: O dönemde Demirel’in ve diğer darbe bağımlılarının yarattığı, herkes inansın ve tırssın istediği gibi askerler hakikaten bilfiil darbe yapma niyetinde miydi sizce? Yoksa ölümü gösterip sıtmaya razı etmek mi istiyorlardı?

Amerika’nın rolünü de konuştuk, diğer boyutlarını da. Bence bunca şeyi alt alta koyunca bir şey net olarak ortaya çıkıyor. Asker en başından bu yöntemi yani silah kullanmadan sonuç almayı amaçlayan bu yöntemi benimsedi. Güven Erkaya’nın “Bir Asker, Bir Diplomat” adlı anı kitabında yayınlandı bu.Orada görüyoruz ki, bunu değerlendiriyorlar aslında. “Darbe için ortam yok, beklersek gecikeceğiz, şimdi yaparsak da böyle yapacağız” diyorlar. Dolayısıyla bir kurmay değerlendirmesinden geçiyor bu. Silahlı darbe olamayacağı ortaya çıkmış. O zaman böyle bir plan ortaya çıkmış ve kafalarına çok da yatmış bir kurmay planı bu. Nitekim Erol Özkasnak’ın yaptığı bir açıklamada da belirtiliyor: Sorumluluğu sadece silahlı kuvvetlere değil toplumun her kesimine dağıtmak ve onları da işin içine katmak. Biz bu işi tereyağından kıl çeker gibi yaptık diyor. Bu planlanmış bir şey, tesadüf değil.

28 ŞUBAT’IN ARDINDAKİ ZEKÂ

Geçmiş fiili darbelerin hepsi kaba saba olmakla birlikte kendi içlerinde bir gelişme de görülüyor. 28 Şubat evvellerine göre daha sofistike mesela. 27 Nisan da 28 Şubat’a göre. Ama 28 Şubat’taki o kurmay zekânın dönemin en aktif ve şov sever askeri Çevik Bir’e ait olmadığını, kamuoyu önünde ağzını açtığı birkaç denemede böylesi bir zekâ ve entelektüel düzeyden uzak olduğunu tecrübe etmiştik. Sizce kime aitti o akıllar fikirler?

Bunun bence iki boyutu var. 1) İçerde bu askeri harekât planları yapan bir askeri zekâ, bir askeri kurmay var. Bu Çetin Doğan idi. Doğan, Cumhuriyet döneminde TSK’nın yetiştirdiği en iyi, en zeki kurmaylardan birisidir ama bu zekâsını nerelerde kullandığını görüyoruz. Nitekim 28 Şubat Batı Çalışma Grubu’nun operasyon belgelerinin altında Çetin Doğan’ın imzası vardır. 2) Bir dış zekâ vardır. Bu dış zekâ, askerin zekâ ve yeteneklerini ölçebilen, onları kullanma kabiliyeti olan bir zekâ. Bana göre bu, büyük sermayenin zekâsı. Bir şeyi unutmayın dünyadaki en zeki insanlar sermaye sahipleridir. Çok zeki oldukları için çok büyük teşkilatlar kurmuş organizasyonlar yapmış ve para kazanmışlardır. Ben herkese Erol Toy’un İmparator’unu okumasını tavsiye ederim. Okudukları zaman 28 Şubat’ın arkasındaki büyük zekâ kim, anlamış olurlar. (Roman, küçük bir bakkal dükkânından ekonomi-politik bir imparatorluğa uzanan yolları anlatıyor ve Vehbi Koç’u imliyor. F.Ö.)

BABA İLE BACININ ARASINI NİYE AÇILDI?

Çiller’i siyasete kazandıran, kamuoyuna takdim eden, siyasete hazırlayan isim Demirel. Ama sonradan Çiller’e “kadın olmasan seni camdan atardım” gibi kaba saba sözler dahi sarf edebiliyor. Ne oluyor da araları zamanla böyle oluyor?

Bu aslında siyasette bir anlamda normal. Mesut Yılmaz ile Özal arasında da benzer bir şey yaşandı. Bir kere Süleyman Demirel’in DYP’nin başında görmek istediği isim değildi Çiller. İsmet Sezgin’i istiyordu, “İsmet ağabey” formülü vardı kafasında. Demirel’e rağmen genel başkan ve başbakan oldu Çiller. Bir bu var. İkincisi Tansu Hanım, Demirel’in kadrolarını çok erken tasfiye etti. Demirel bunu hazmedemedi. Üçüncüsü Tansu Hanımın kendine özgü bir yönetme, hükümet etme anlayışı vardı. Demirel ise bekliyordu ki gelsin, bir bilen olarak sorsun. Tansu Hanım bunu fazla yapmadı. Bir de aradaki insanlar sürekli ikisinin arasını açmak yönünde çalıştılar.

28 ŞUBAT’IN BİLİNMİYENLERİNİ SAVCI ÇIKARACAK

28 Şubat’ın şüphesiz birçok boyutu var: Bir sapma olarak görülen dindar nesillerin biçilmesi, yeniden tornaya sürülmesi yahut merkeze yürüyüşlerinin önünün kesilmesi gibi sosyolojik; “yeşil sermaye” diye adlandırılan Anadolulu girişimcilerin çıktıkları yerde boğulması gibi ekonomik; etlenip budaklanıp sandıktan çıkan ve hükümet ortağı olacak cesamete ulaşan bir siyasi hareketin başının ezilmesi gibi politik boyutları var. Bir taşla birçok kuşun havada avlandığı bir operasyondan bahsediyoruz kısaca. Soruşturma başladı, 28 Şubat artık hukukun konusu ama söyler misiniz, yıllardır konuşup durduğumuz ve sanki konuşulmadık boyutu kalmamış sandığımız 28 Şubat’ın ne kadarını konuşuyoruz biz?

28 Şubat’ın aşağı yukarı üçte ikilik kısmı konuşuldu. Geri kalan bölümünde sanırım yargı safhasında ve sonrasında konuşacağız. Çünkü Gölcük’te çıkan belgelerde neler var, tam olarak bilmiyoruz. Ki 28 Şubat’ın asıl kök belgeleri onlar, öyle anlaşılıyor. Orada kozmik odaya giren savcı aynı zamanda 28 Şubat soruşturmasını yürüten savcı. Kozmik odaya girip orada 28 Şubat’a dair bir şey görmemek, bulmamak imkânsız. Nitekim 28 Şubat soruşturmasını yürüten savcı çok akıllıca hareket ediyor. Son derece titiz ve son derece akıllıca hazırlanmış bir takvimi var belli ki. 28 Şubat’a bizim baktığımız gibi bakmıyor. Biz 28 Şubat bir sermaye-medya, bir organizasyon, bir koalisyon diye politik bir değerlendirme içinden bakıyoruz ama savcı öyle bakmıyor. Gayet teknik bakıyor, tamamen hukuk mantığıyla, suç üzerinden ve hukuk teknikleriyle bakıyor, çok da doğru yapıyor. 28 Şubat’ta Batı Çalışma Grubu diye bir şey var ve bunun icraatları var. Suçlar işlenmiş. Savcı tamamen işte o suçlar üzerinden yürütüyor soruşturmasını. Suçun nelerle bağlantılı olduğunu, nerelere sirayet ettiğine bakıyor. Anlaşılıyor ki hiçbir sektörü, zümreyi, kesimi (hani bizim darbe destekçisi dediğimiz) doğrudan hedef almadan suç kavramı üzerinden gidecek. Zaten bu savcının, bu çalışmasının içine dahil olanın işi zor bana göre. Bir de tabi suç kavramına belki doğrudan girmeyen ama ahlaki suç dediğimiz, bir hükümeti devirmek üzere atılmış manşetler ve onları gazeteciler de var. Asli değilse de feri, dolaylı katkılar sağlanmış. Böylesi bir darbe yargılamasında bunlar dosyanın içinde mi kalır dışında mı kalır bilemiyorum artık.

GÜVEN ERKAYA ADD’Yİ ÖRTÜLÜ ÖDENEKLE FONLADI

Sizin bir iddianız var: Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın 28 Şubat sonrası için de yatırım yaptığını, örtülü ödenekten para aktararak Atatürkçü Düşünce derneğinin yurt içinde ve yurt dışında örgütlenmesi için fonladığını söylüyorsunuz. Bunu açalım, bu önemli.

Bakın. Ben askerliğine hem ahlakına çok güvendiğim bir kurmay subaydan bizzat dinledim. O kurmay subay emekli bir insandı. Hem Karadayı hem Kıvrıkoğlu döneminin karargah subayıydı. Güven Erkaya daha emekli olmadan bu çalışma başlamış zaten ve genelkurmay kaynaklarını kullanmış. Kendisi için kullanmış denmiyor, bakın. O subay yakınım da bana bunu bir ihbar gibi anlatmadı. Kıvrıkoğılu genelkurmay başkanı olduğunda, “Hüseyin Kıvrıkoğılu da darbeye yatkın generallerden diyorlar, doğru mu” diye sorduğumda “hayır” dedi, “kesinlikle doğru değil. Hüseyin Kıvrıkoğlu çok ciddi bir askerdir ve darbeye karşıdır”. “Ama” dedim, “28 Şubat bin yıl sürecek diyen oydu”. “Hikaye o laf” dedi, “bağlamından koparıldı. Hüseyin Kıvrıkoğlu, bu darbecilerin, 28 Şubatçıların hiçbirini sevmez. Ciddi bir komutandır”. Nitekim genelkurmay başkanı olduğunda örtülü ödenek harcamalarına bakıyor ve çekilen bu paraların nereye gittiğini soruyor. Güven Erkaya Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurmak için… denilince çok öfkeleniyor. “Böyle rezalet mi olur” diyor “derhal bunu kesin”. Bu olayı bana bu vesileyle anlatmıştı o kurmay subay. Ben de diyorum ki General Kıvrıkoğlu şu anda sağ, hayatta. İlgili savcılar kendisine bunu sormalıdırlar. Böyle bir şey olmuş mudur olmamış mıdır? Güven Erkaya rahmetli öldü gitti. Onu rencide etmek, tarih önünde onu suçlamak için söylemiyorum ben, onunla hesabımız olmaz ama 28 Şubat denilen olayın bir de ardılları var, onu ispatlayacak bir şey bu.

Ardılları? 27 Nisan, Cumhuriyet mitingleri, nevzuhur darbe planları gibi mi?

Bakın, ADD Atatürk’ün ismini şanını yüceltmek için çalışan bir dernek olsa mesela ben, yasal mı değil mi bilmem ama oraya para aktarılmasını normal karşılarım.

GÜVEN ERKAYA’NIN ÇEVİK BİR’DEN FARKI

Ben karşılamam. Ne münasebet? Askerin görevi askeri ve gayet pratiktir, bu onun işi değil.

Elbette, TSK’nın görevi değilse de anlayışla karşılamak da mümkün olabilir ama karşımızdaki ADD böyle değil. ADD ideolojik darbe kültürüne destek veren bir aparat olarak karşımıza çıkıyor. Zihinsel tuvalinizin üzerine koyun ve bakın: Güven Erkaya, 28 Şubat, Atatürkçü Düşünce Derneği, Cumhuriyet mitingleri, ADD’nin başkanları. Şener Eruygur işte, Ergenekon’da Balyoz’da yargılanıyor… Cumhuriyet mitingleri Ergenekon davasında yargılanıyor, mitinglerin aktörü bunlar. O zaman şu çıkıyor ortaya: Güven Erkaya’nın Çevik Bir’den bir farkı vardı. Erkaya daha müesses düşünüyordu, daha iyi bir kurmaydı ve 28 Şubat’ın bin yıl sürmesini asıl isteyen Güven Erkaya idi. 28 Şubat’ın kalıcı olması için kendi ideolojik taşıyıcısını, sosyal networkünü ve toplumsal kurumlarını oluşturmak istemişti. Bunun için de Genelkurmay kaynaklarını Atatürkçü Düşünce Derneği için kullandı. Öyle değilse ben Erkaya’nın ruhundan özür dilemeye hazırım, ama Hüseyin Kıvrıkoğlu sağ, ona sorulsun, öyle mi değil mi diye.

KURŞUN ATAN DA YİYEN DE…

İsminizin önüne ya da arkasına eklenen, peşinizden gelen, 28 Şubat ile ilgili iki çift kelam ettiğinizde karşı hamle olarak önünüze sürülen ve sözlerinizi çürütmesi umulan bir eski “sözünüz” var, Çiller’in siyasi danışmanı olarak konuşma metnine yazdığınız ve ona “söylettiğiniz”: “Kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözü. Malum 90’lar Kürt meselesi ve PKK ile mücadele bakımından çok zor, çok kirli ve sıkıntılı yıllardı. Faili meçhuller, köy boşaltmalar, JİTEM, Susurluk, kirli ilişkiler… Bu söz hangi bağlamda ne için söylendi, var mıdır Allah aşkına bunun bir savunusu, nedir?

Çok açık, gayet net: Bir kere biz Mümtazer Türköne ile birlikte 1995 yılının Mayıs ayının sonunda Çiller ile çalışmaya başladık. 1995’in Mayıs ayı şu demektir: Faili meçhuller, güneydoğu olayları şunlar bunlar 1993-95 arasında yaşanmış olaylar. Bizim bu olaylara hiçbir şekilde dahlimiz yok. Bu bir. İkincisi, siz de “Çiller’e söylettiniz” dediniz. Bu doğru değil. Liderler konuşmalarını ya irticalen yapar ya da danışmanları hazırlar. O sözler o liderin ağzından çıktığı andan itibaren, o sözler artık kimsenin değildir, o liderindir. Bunun hesabı sorulacaksa Çiller’den sorulması lazım. O Çiller’e ait bir sözdür. Üçüncüsü, o konuşmanın metnini çok iyi hatırlıyorum. Tecessüs duygusu yok artık gazetecilerde ve ben buna hayret ediyorum. Parlamentoda yapılmış bir konuşma bu, grup konuşması. Biri oraya baksa hangi bağlamda söylendiğini de görür. O günlerde Susurluk olayı olmuştu ve Mesut Yılmaz güvenlik güçlerinin üzerine acımasızca geliyordu. Refah-Yol’u yıkmak isteyen başkalarınca da örgütlenen o “bir dakika karanlık” eylemi yapılıyordu. Muhalefet Türkiye’nin terörle mücadelesini dahi eleştiren bir dil kullanıyordu. Şimdi Çevik Bir meselesinde de konuşuluyor. Hatta Mehmet Eymür söyledi hatırlayın, Öcalan’a yapılacak suikasti Genelkurmay’dan ispiyon ettiler dedi, Mesut Yılmaz’ın adı karıştı, Eyüp Aşık’ın adı karıştı. Böyle bir dönemden geçiyordu Türkiye. Herkes güvenlik güçlerine saldırmaya başlamıştı. Tansu Çiller terörle mücadele vermiş bir liderdi ve kendisini de biraz güvenlik güçlerinin hamisi görüyordu. Saldırılar olmaya başlayınca devletin savunma refleksini koruma ihtiyacı duydu. O konuşmayı bu amaçla yaptı. Hatta o günlerde polis elbisesi, asker elbisesi giyerek özel kuvvetlere, özel time falan gitti. O metinde Türkiye’nin teröre karşı verdiği mücadeleyi, şehit olan askerleri anlatıyor, şehitlerin manevi hatırasına selam gönderiyor ve diyor ki; “Devlet için kurşun sıkan da kurşun yiyen de şereflidir”. Tamamen asker bağlamında söylenmiş bir sözdür o. Ama sonradan MİT’in, polisin kullandığı bir takımadamlar pırtlak gibi ortaya çıkınca, herkes o cümleyi aldı, vay sen bunu Abdullah Çatlı için mi kullandın, falan dedi. Bu da yapıştı kaldı. Ama işin aslı budur ve o söz Mümtazer’in ya da benim değil Sayın Tansu Çiller’in sözüdür.

SORUŞTURMA BAŞLAYINCA RAHATLADIM

Peki, siz 28 Şubat davasına müdahil olacak mısınız?

Hayır.

Kişisel arşivinizi ve aile fotoğraflarınızı çalmışlar ama sizden?

Ben o zaman da dilekçeler falan yazmıştım iadesi için. Belki de sadece bununla sınırlı kalacak şekilde müdahil olmalıyım. Ben zaten 15 yıldır veriyorum mücadelemi.

Yoruldunuz mu peki 28 Şubat konuşmaktan?

Evet. Ama yargı süreci başladıktan sonra bende hem müthiş bir rahatlama oldu, hem Türkiye gözümde çok büyüdü. Türkiye’nin özgürleştiğini, bir hukuk devleti olduğunu görüyorum ve bütün bunlar demokrasi içinde oluyor.
 

Star Gazetesi