Cemaat’in güttüğü cemaatler

Olaylar
Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Hayrettin Karaman, yusuf Kaplan,Fatma Barbarsoğlu, Tamer Korkmaz, İbrahim Karagül; Star gazetesinden Beril Dedeoğlu, Mustafa Kartoğlu, İbrahim Kiras, Sibel Erasla;...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Hayrettin Karaman, yusuf Kaplan,Fatma Barbarsoğlu, Tamer Korkmaz, İbrahim Karagül; Star gazetesinden Beril Dedeoğlu, Mustafa Kartoğlu, İbrahim Kiras, Sibel Erasla; Sabah’tan Mehmet Barlas, Mahmut Övür, Hasan Bülent Kahraman; Akşam’dan Kurtuluş Tayiz; Türkiye gazetesinden Yıldıray Oğur bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Ali Bayramoğlu: Cemaatin kısa siyasi tarihi 

Birkaç gündür nedenleriyle altını çiziyorum: Cemaatin öyküsündeki ‘güçlenme’, ‘alan genişletme’ ve ‘siyasi eylem’ evresi 2000’lerde ivme kazandı.

Bu evrenin kendi içinde iki aşaması oldu.

İlk aşamada cemaat hukuk sınırları, en azından meşruiyet sınırları içinde kaldı. Baskın olan grubun kollektif ve kurgusal eylemleri değil, mensuplarının ‘yeni adli refleks’ çerçevesinde hareketleriydi. Ergenekon adli süreci, bu çerçevede 2000’li yıllardaki darbe hazırlıklarını, bunların askeri ve sivil unsurlarını(a) yönelirken yaptırım mekanizmasını devreye sokarak demokratikleşme istikametinde önemli bir işlev görmeye başladı. Bu durum elbette Ergenekon soruşturma ve davasının ideal hukuk koşullarında ve hatasız, ihlalsiz götürüldüğünü göstermiyordu. Benzer bir şekilde, bugün artık iyice ortaya çıktığı gibi, cemaat mensuplarının birey olarak önde bir rol oynamaları, cemaatin karar merkezlerinin belli hazırlıklarını ve belirli bir plan çerçevesinde yol aldığı gerçeğini de ortadan kaldırmaz.

Ancak esas temel olarak ‘demokratikleşme’ istikametindeydi.

Belirtmekte fayda var: AK Parti ve cemaat açısından demokratikleşme arayışı ilkesel bir durumu ifade etmekten çok, karşı karşıya kaldıkları baskı ve tehdit karşısında benimsedikleri bir tutum olarak karşımıza çıkıyordu. Demokratikleşme ve iktidar mücadelesi doğal olarak, her yerde olduğu gibi, Türkiye’de de iç içe geçiyordu.

Dün bu konuda şöyle yazdım: ‘AK Parti, özel yetkili savcılık ve mahkemeler düzenlemesiyle yol açıyor, diğer yargıç ve savcıların yanında cemaat yaygın yapısıyla ve mensuplarıyla yol alıyordu. Bu ikili, 2010 yılına kadar, önemli ölçüde hukuk sınırları içinde kalındığı dönemde, Türkiye’nin sivilleşme, geçmişle yüzleşme sürecinde belirleyici rol oynadılar. Ancak mücadele cemaat açısından hukuk çerçevesinde direnç ve yanıttan ibaret değildi…’

Cemaatin öyküsündeki ikinci evre meşruiyet ve hukuk sınırlarının aşılmasıyla ilgili bölümdür. Belli bir noktadan sonra devlet içinde mücadele eden bir güç, mücadelesini demokratikleşme politikaları ve hukuk kaideleri etrafında yapmayıp, keyfilik, hatta hilelerle kendi gücünü artırmak, kendi hesaplarını görmek için yürütmeye başladı, elindeki devlet gücünü bu çerçevede kullanmaya başladı.

2010 bu açıdan kritik bir tarihti.

Siyasi iktidar ve cemaat arasındaki 2007’de başlayan ‘yakın işbirliği’ 2010’da, cemaatin demokratikleşme hamlelerinin arasına girerek, bunu bir anlamda suistimal ederek HSYK ve yüksek yargıda büyük kadrolaşma ve kontrolu ele geçirme hamlesiyle hem sarsıldı, hem ‘cemaatin kollektif eylem atağı’ start aldı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hayrettin Karaman: Tefrikaya kürek çekenler

Tefrikaya kürek çekenler karanlık ve dalgalı denizlerde yalnız kalır, boğulup giderler. ‘Siz gövdeyi parçalayın, biz sizi yalnız bırakmayız’ diyenler, kötü emellerine ulaşınca onları unutur, kendi hallerine terk ederler.

Allah korusun, bazen tefrikacılar amaçlarına ulaşır, gövdeyi (milleti) fırkalara ayırır, fırkaları çatıştırır, ülkeyi büyük zararlara uğratırlar.

Bu meseleye ümmet çerçevesinde baktığımda İslam coğrafyasının şurasında burasında, ‘gerçek İslam, hilafet, cihad, mezheb…’ adına, bunları kullanarak ortaya çıkan ve ümmeti parçalayarak birbirine düşüren grupları görüyorum. Bunları bir başka yazıda ele alacağım. 

Ülkemizde hem de birlik, beraberlik, çoğulcu sosyal hayat, insan hakları adına ortaya çıkan –daha doğrusu bu kavramları istismar eden- bazı grupların tefrikaya kürek çektikleri oluyor; işte bunlara diyorum ki, ‘karanlık ve dalgalı denizlerde yalnız kalmaya kürek çekmeyin!’.

Başbakan bir konuşmalarında bakın ne demiş:

‘Alevisiyle, Sünnisiyle 77 milyon bir olacağız. Hep birlikte Türkiye olacağız… Kılıçdaroğlu sen Alevi olabilirsin. Ben buna saygı duyarım. Bunu açık açık söyleyebilirsin. Ben de Sünniyim. Ben de bunu açık açık söylüyorum. Milleti aldatmaya gerek yok.’ ‘Kılıçdaroğlu sen Alevi’sin ben Sünni. Bunu söyle. Demirtaş sen de Zaza’sın. Bunu söylemekten korkma’ sözlerinin hatırlatılması üzerine: ‘Bırakın Türkiye’de Türk, Türk olduğunu Kürt Kürt olduğunu söylesin. Bunda ne var? Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol. Benim için neler söylediler…’ sözleri peşin hükümsüz ve saptırma amaçsız okuyan herkesin anladığı mana ‘etnik ayrımcılık olmasın, herkes ne olduğunu açıkça söyleyebilsin, ama bir olalım, birlik olalım’ şeklindedir. Alevi Bektaşi Federasyonu’nun girişimi ile bir bildiri hazırlayan 40’a yakın Alevi derneği ise yaptığı basın açıklamasında şöyle diyor:

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ali Nur Kutlu: Statükonun adamları

Onları dünyanın her yerinde görürsünüz. Birbirlerini tanımasalar da şaşırtıcı bir şekilde aynı dili konuşur, aynı şekilde hareket ederler. Adı konulmamış bir tarikat, bir örgüt, bir organizasyon gibi statükoyu savunanlar birbirini bulur, birbiri ile irtibatlı hale gelir.

Onları kimi zaman bir siyasetçi, kimi zaman gazeteci, kimi zaman iş adamı, akademisyen, din adamı ya da işçi olarak görürsünüz. Ortak özellikleri özgürlük, devrim, değişim, yenilik gibi kelimelerden korkmaları ve nefret etmeleridir.

Bir ülkede sistem değişikliği olacaksa, bir mahallede kentsel dönüşüm yapılacaksa, ticaretin işleyiş tarzı değişecekse, evin boyası, eşyaları yenilenecekse ilk direnenler statükonun adamları olur. Hangi alanda olursa olsun değişim, özgürlük ve yenilik söz konusu olduğunda direnç gösteren, engellemeye çalışanlar hep statükonun adamlarıdır.

Neden direnirler? Neden mevcut durumun değişmesine karşı çıkar ve engellerler?

Statükoyu savunmak siyasi bir tavır değil, bir ruh halidir. Bir insanın ruh halindeki durum onu statükonun adamı olarak seçilmesine neden olur. Bu ruh halinin temek özellikleri vardır.

Tüm kararlarının temelinde kendi menfaatlerinin ne olacağı sorusu yatar.

Menfaatinin olduğu mevcut statülerinin devam için her şeyi yapar, her elbiseyi giyerler.

Risk almazlar, korkaktırlar, kıskançtırlar, cimridirler.

Halkın kahramanlarından nefret eder, herkesin silik ve tek düze bir hayat sürmesini isterler.

Devrim yapan liderleri sevmez, onları maceracı, cahil, megaloman olmakla suçlar ama aslında hasetten çatlarlar.

Statükonun adamları tek başlarına asla hareket edemez, her zaman birileri ile ittifak yapma ihtiyacı hisseder.

Bir karar almadan önce muhakkak statükonun en güçlü gördüğü adamından icazet alır.

Statükonun adamları aşık olamaz.

Statükonun adamları duygusal değildir, duygularını belli etmez, bunu bir acizlik sayarlar.

Onları ağlarken, şarkı söylerken, oyun oynarken göremezsiniz. Her zaman bir ciddiyet içinde olmayı önemserler.

Garip bir şekilde çocuklardan uzak dururlar, onları sevgiyle, içten kucakladıkları görülmez.

İlkeler, prensipler, ahlaki kurallar ve etik değerlerin tümünü kendi çıkarlarına göre değiştirilebilir basit kurallar olarak görürler.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yusuf Kaplan: İngilizlere dikkat!

Her şeyden önce, ABD’nin 11 Eylül süreci’nden sonra küre üzerindeki hegemonyasının sarsılmasında İngilizlerin ‘sinsi’ stratejilerinin belirleyici bir rolü var. Yine 11 Eylül süreci’nden en kârlı çıkan ülkenin İngiltere olduğu gözden kaçmış bir gerçek. Bu süreçte, İngiltere, başta Ortadoğu olmak üzere küre ölçeğindeki bazı önemli stratejik alanlarda inisiyatifi eline geçirmiştir.

11 Eylül süreciyle birlikte küre ölçeğinde çılgınca politikalar izlemesi, ABD’nin küresel hegemonyasının büyük bir sarsıntı geçirmesine neden oldu. Bu sarsıntının gerçek sonuçlarını ancak 10-15 yıl sonra görebileceğiz.

İngilizler, ABD’nin Balkanlara, Kafkaslara ve Ortadoğu’ya ABD’nin yerleşmesinde kilit rol oynadılar. 1990’ların başında Doğu Bloku’nun çökmesi, iki Almanya’nın birleşmesi, Almanya’nın yakın tarihte stratejik olarak gücünün bir ânda birkaç kez artmasıyla sonuçlandı. Almanya, AB üzerindeki belirleyici konumunu pekiştirmek için Avrupa’nın perifesini / çevre ülkelerini karıştırdı. AB’de merkezî bir konuma geçebilmek için Almanya’nın izlediği ve adına ‘merkezkaç kuşatması’ diyebileceğimiz bir strateji ile önce Balkanların balkanlaşmasına / parçalanmasına giden süreci tetikledi.

Almanya’nın bu dışarıdan, merkezkaç kuşatması stratejisi ile AB’de inisiyatifi ele geçirme girişimlerine Amerikalılar, derhal müdahale etmek istediler. Ancak İngilizler, kuzenleri Amerikalıların ‘kulaklarını çekerek’, onlara Balkanlara biraz geç müdahale etmelerini söylediler. İngilizlerin önerdikleri ve kendilerinin derhal uygulamaya koyuldukları strateji şuydu: Önce Balkanları iyice karıştırmak; ardından Balkanlarda içinden çıkılması zor bir kriz durumu icat etmek ve son olarak da Balkanlara Avrupa dışından müdahaleyi kaçınılmaz hâle getirmekti.

Amerikalılar, İngilizlerin önerdiği stratejiyi uyguladılar ve sonuçta hem Amerika, hem de İngiltere çok büyük bir stratejik ve siyasî bir kazançla çıktılar. Böylelikle, hem ABD, Balkanlara yerleşmiş; hem de İngiltere, Almanya’ya karşı AB içinde çok büyük bir stratejik avantaj elde etmiş oldu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fatma Barbarsoğlu: ‘Körolası çöpçüler aşkımı süpürmüşler’

Gündem diye bir kelime var dilimizde. Sadece dilimizde değil hayatımızın her alanında. Sadece ‘gündem’ kabul edilen konulara yer var, sadece ‘gündem’ de olan hususlar için medyanın ilgisi hazır.

Pimi çekilmiş bomba olarak başımıza salınmış ‘gündem’ değil, bizim hakiki anlarımız, dakikalarımız, günlerimiz var bir de.

Kötü paranın iyi parayı piyasadan kovması gibi kötü haberler de iyi haberlere yer bırakmamacasına her yeri ele geçiriyor ve yaşadığımız dakikalar, saatler, günler baskın gündem yüzünden önemsiz hale geliyor. Bu önemsizlik ile birlikte herkes içindeki koyu yalnızlığa çekiliyor.

‘Nasipten öte yol yok.’

Günlük hayatta çoğu zaman derinliğini pek de hissetmeden söyleyegeldiğimiz ‘nasip’ kavramını ve nasipten öte yol yok sözünü bir kaç ay önce bir söyleşinin içinde o kadar derinden hissettim ki, hissettiğim yerde kilitli kaldım.

Seçim atmosferinin hararetli gündemine bir ‘nasip’ hikayesi ile sizlere anlık durma/duraksama/yavaşlama armağan edebilirsem ne mutlu bana.

Anlatayım…

İstanbul Ticaret Üniversitesi Fikir ve Sanat Kulübü, ‘Psikoloji Alanında Sanatın Etkisi ve Önemi’ üzerine Prof. Dr. Vedat Bilgiç, Prof. Dr. Timuçin Oral ve müzisyen Volkan Uruk’un konuşmacı olarak katıldığı bir söyleşi düzenledi.

Prof.Dr.Timuçin Oral tarih boyunca delilik ile deha arasındaki geçişkenlikten bahsederek, dehanın eserine ruhunu ve aklını katarak eserini nasıl inşa ettiği üzerinde durdu. Her delinin sanatçı, her sanatçının illa deli olması gerekmediğinin altını kalınca çizmeyi de ihmal etmedi.

Konuşmanın ikinci bölümünde ‘Düşünen Şarkılar’ albümünü inşa eden Psikiyatrist Vedat Bilgiç ile müzisyen Volkan Uruk’un konuşması vardı.

Önce size ‘Düşünen Şarkılar’ albümünden bahsedeyim.

‘Düşünen Şarkılar’ albümündeki parçaların tümünün sözleri Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi görmüş ve görmekte olan şizofreni hastalarının imzasını taşıyor. Albümdeki iki beste de hastalara ait. ‘Düşünen Şarkılar’ albümü, adını hastanenin bahçesindeki ‘Düşünen Adam’ heykelinden alıyor.?Parçaları seslendiren Teoman, Mercan&Rashit, Ahmet Özhan, Demet Sağıroğlu, Soner Arıca ve Betül Demir albüm satışından elde edilecek geliri hastaların rehabilitasyonunda kullanılmak üzere Bakırköy Akıl Hastanesi Vakfı’na bağışlıyor. Ossi Müzik etiketli ‘Düşünen Şarkılar’a Bilim İlaç sponsor olurken, albümün prodüktörlüğünü Hakan Eren yapıyor. Projenin yaratıcıları ise psikiyatri alanında uzmanlık eğitimini hastanede alan?Dr. Vedat Bilgiç ve müzik eğitmeni Volkan Uruk.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Tamer Korkmaz: Aslında, nedir?

‘İman-ı ekmel, ihsan-ı ekmel, ihlas-ı ekmel, rıza-yı ekmel, yakin-i ekmel…’

Nedir bu? Aslında, nedir?

-Gizli reklam!

Yahut…

-Profesör Ekmeleddin İhsanoğlu için bir nevi halkla ilişkiler kampanyası!

‘Cebrail parti kursa, onu bile desteklemem’ kulvarından, CHP ve MHP’nin Çatı Aday’ına tam destek istasyonuna varış:

-Yeter ki, Erdoğan seçilmesin!

***

Terör Devleti İsrail’e…

Beddua ne kelime, zerrece eleştiri dahi yok…

Çocuk katili, soykırımcı İsrail’e tek kelime kınama yok…

Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanına ise…

-Beddua üzerine beddua!

***

Terör Devleti’nin otoritesinin önünde eğiliş…

Yeni Türkiye’nin otoritesine başkaldırı ve dahi darbe girişimi!

LOGONUN ÜSTÜNE SİSİ EKMEK…

İsrail’in Mısır’daki ‘Zırhı’ Darbeci El Sisi’ye bir muhabbet ki, artık gizlemiyorlar bile…

ABD’nin, İsrail’in Yandaşı Paralel Medya’da…

‘-Sisi de ‘Çılgın Proje’ açıkladı…’ başlığı sahne almış!

Şu mudur?

-Darbeci Sisi’nin ‘Çılgın Projesi’ne selam dur!

-Uzun Adam’ın ‘Çılgın Projesi’ni arkadan vur!

***

El üstünde tuttukları İhsan-ı Ekmel, Mısır’daki darbeye…

Darbe diyememişti. Hatta, Mursi’yi suçlamıştı!

Sahi, Mısır’daki darbenin hemen ardından…

Ta uzaklardan El Sisi’yi arayıp da ‘tebrik’ eden kimdi, acaba?

***

Ekmeleddin’e ilk Çankaya teklifini 2010 yılının Şubat ayında götürmüş olan Aydın Doğan’ın…

Amiral gemisinde yirmi yıl boyunca kaptanlık yapmış olan Özel Harp Gazetecisi…

Başbakan’a ateş açarken, ‘Sisi’yi darbeci ilan eden…’ diyor!

Evet, yazınızın ayarlarıyla oynamayınız, aynen böyle diyor:

‘-Sisi’yi darbeci ilan eden…’

Demek ki…

Özel Harp Gazetecisi’ne göre, Sisi darbeci falan değil!

-Meğerse, onu Erdoğan darbeci ilan etmiş!!!

Özel Harp Gazetecisi’nin Amerikancı-İsrailci şapkasının bir kere daha düştüğünün ve yıllanmış Etki Ajanlığı’nın bir defa daha sırıttığının resmidir!

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Karagül: IŞİD ve Sünni Devlet: Yeni haritalar çizilecek

Arap Baharı fırtınasından sonra şimdi de Irak-Suriye-Lübnan hattında bir IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) fırtınası esiyor.

El Kaide benzeri bir örgüt tanımlamasının ötesinde bu hareket hakkında derinlemesine bir analize hiç rastlamadım. En başarılı analiz IŞİD’in yaydığı korkudan, insanları kurşuna dizmesinden, nasıl büyük tehlike olduğundan, yaydığı terör dalgasından öteye geçemiyor. Evet bunlar doğru da; olay ne, ortada nasıl bir senaryo var, nasıl bir Irak şekilleniyor, Türkiye bu duruma nasıl bakmalı? Bunların cevabı yok.

Yok çünkü örgütü ya da bu gücü tanıyan yok. Kürtler kendi cephelerinden, İran çevreleri kendi cephelerinden, Suudi eksenli kaynaklar kendi çevrelerinden bir şeyler söylüyor. Bir olayın kötü olmasının ötesinde de söyleyecek sözlerimiz olmalı. Aksi takdirde bir gün sonra, bir ay sonra söyleyebileceğimiz hiçbir şey kalmayacak.

Bu yapı birden nasıl bu kadar güçlendi, bu kadar hızlı nasıl ilerliyor, arkasında kimler var, amacı ne, neden Irak ordusu karşısında tutunamadı, Kuzey Irak yönetimi bunca askeri güce rağmen IŞİD’i neden durduramıyor, Batılı ülkeler bu olaya neden müdahil olmuyor?

Sorular ve bilinmezler çok fazla.

HARİTALAR YENİDEN ÇİZİLECEK

Arap Baharı’nın tersine döndürülmesinden, darbeci bir kimlik kazanmasından ve Mısır demokrasisini alaşağı etmesinden bu yana bölgede her şey tersine gidiyor. Kaos ve çözülme hızla ilerliyor. Etnik ayrışma ve mezhep kimliği üzerinden cepheleşme hiç olmadığı kadar tehlikeli bir hal alıyor.

Suriye’deki iç savaşın beslediği belirsizlik aslında bölgedeki bütün ülkeleri tehdit ediyor. Uluslararası kamuoyu, ABD, İsrail ve İngiltere ile birlikte genelde Avrupalı güçler ve bölge ülkelerinin bazıları bu belirsizliği, kaosu besleyen adımlar atıyor.

Türkiye’ye bu kadar yüklenmelerinin, içeriden ve dışarıdan istikrarsızlaştırma girişimlerinin, bölgeye uzanan ellerini kesme çabalarının arkasında da bu kollektif girişim var. İçerideki tartışmaların bu kadar ölümcül keskinlik göstermesinin nedeni bu.

Bütün bölge değişiyor, değişecek. Birinci Dünya Savaşı sonrası haritalar yeniden çiziliyor, çizilecek. Ülkelerin birleşmesi ve parçalanması önümüze gelecek ve bir tercih yapmak zorunda kalacağız. Bu çerçevede Irak ve Suriye’nin bütünlüğünü korumak sadece parçalanmayı az da olsa ertelemenin ötesinde hiçbir işe yaramayacak.

Birileri varolan bölgesel statükoyu korumaya çalışırken geleceği, olabilecekleri görüp cesur adımlar atanlar kazanacak. Türkiye’nin kısa vadeli geleceğinde bu değişimlerin köklü etkileri olacağını söylemek durumundayız.

Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yıldönümünde bütün bölge sarsılıyor. Osmanlı coğrafyası ayakta. Bu, bölge genelinde yeniden yapılanma, yeni güç ve harita değişiklikleri demektir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Beril Dedeoğlu: Kritik 24 saat

Kritik olan Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimi değil, zira bu konuda son yirmi dört saate kalan bir şey yok; kimin ne sonuç alacağı, kimin ne başaramayacağı da uzun zamandan beri belli gibi.

Kritik konu Gazze’deki ateşkes. Zira bu konuda kimin ne ölçüde sözünde duracağı, kimin ateşkesin sürmesinden yana olacağı belli değil.

Yaklaşık bir ay boyunca İsrail Gazze’yi bombaladı, neredeyse dümdüz etti. Filistin tarafında 2000’e yakın insan öldü; İsrail ise üçü sivil 65 kayıp verdi. Sonunda İsrail görevin tamamlandığını duyurarak Gazze’den çekildi; ancak kışlasına geri dönmedi. Gazze’nin sınırına dizilerek bölgeyi çifte ablukaya aldı. Açıklanan görev, Gazze’ye giden tünellerin imha edilmesiydi; edilmiş. Bu tünellerin her biri Manş Tüneli gibi olmalı, zira imhaları bayağı zaman aldı. Anlaşıldığı kadarıyla bu tünellerde de insanlar yaşıyormuş ki bu kadar can alındı.

İsrail, Gazze’den ateş edilirse ve yeniden tünel yapılmaya kalkışılırsa, ateşkesin sona ereceğini açıkladı. Daracık bir alana sıkışmış insanlara hava koridoru açılıp yardım ulaşmazsa, kara koridorlarının yeniden açılması kaçınılmaz olur.

Ateşkes şartları

Hava koridoru konusu İsrail açısından pazarlığa tabi. 72 saatlik ateşkesin de esas olarak müzakerelere olanak tanımak için ilan edildiği söylenmeli. İsrail, kısa ateşkesi uzun ateşkes için pazarlık konusu haline getirmiş durumda. Bu da, barış ya da çözüm görüşmelerinin daha da ertelenmesi demek. Bir anlamda bundan iki ay öncesinin çok daha gerisine düşülmüş durumda.

Filistin tarafının ise uzun ateşkes için şartları bulunuyor. Bunlar tutsakların salıverilmesi, Gazze ablukası ile sınır denetimlerinin kaldırılması. Bu şartlar, barış müzakerelerinin konusu idi, oysa şimdi sadece ateşkesin sürmesi söz konusu olduğundan İsrail’in bu önerileri kabul etmesi zor gözüküyor.

Hamas ateşkesin sürmesi için başka ne talep edebilir ki? Sorun, tarafların abluka konusuna farklı yerlerden yaklaşmalarında. Hamas, insanların yaşayabilmesi için bu açık hava hapishanesinin dışarıyla bağlantısı olması gerektiğini söylüyor. İsrail ise insani yardım adı altında silah edindiklerini ve bunları da İsrail halkına karşı kullandıklarını iddia ediyor.

Köşeye sıkıştırılan insanlar tünel de açar, silah da alır. Bu riski bertaraf etmenin yolu Gazze’yi daha da boğmak olarak görülüyor olabilir; ancak sonuç vermesi mümkün görülmüyor. Bu durumda Gazze’nin dünyaya geri dönmesini şeffaf hale getirmek gerekir. Yani hava koridoru, bu sürecin başlangıcı olabilir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mustafa Kartoğlu: Gözler Pazar’da, akıllar ‘ertesi’nde

Milletin seçeceği ilk cumhurbaşkanı için sandık başına gitmeye iki gün kaldı.

‘Kim seçilir’ sorusunun cevabı 30 Mart’ta belli olmuştu.

‘İkinci tura kalır mı’sorusunun cevabı da son kamuoyu araştırmalarıyla görülmeye başlandı. Elbette hiçbir seçimin sonucu, sandıklar açılana kadar garanti değil. Başbakan Erdoğan da ‘… milletim seçerse…’ diye başlıyor söze, ‘nasıl bir cumhurbaşkanı olacağını’ anlatırken.

Ancak, bu sorunun cevabı da büyük ölçüde ‘öngörülebildiği’ için, Erdoğan istemese de seçim günü yaklaştıkça ‘yeni başbakan kim olacak’ sorusunun cevabı da aranıyor.

‘Erdoğan seçilirse’ varsayımına dayalı beyin fırtınalarının koptuğu Ankara’nın siyasi meteorolojik raporunu özetlersek;

1- Pazar gecesi, resmi olmayan kesin sonuçların alınmasıyla AK Parti MKYK toplantısının tarihini belirler. Büyük olasılıkla pazartesi (veya salı) günü MKYK toplantısı yapılır.

2- MKYK’da ‘yeni başbakan kim olacak’ sorusu tartışılır. Başbakan Erdoğan, üyelerin görüşlerini alır, genel eğilime göre kendi kanaatini ortaya koyar ve yeni başbakanın ismi netleşir.

3- Yeni başbakanın ismi, aynı zamanda AK Parti Genel Başkanlığı, yeni kabine ve cumhurbaşkanlığı devir teslim sürecinin takvimini de belirler.

4 – Yeni başbakanın ‘seçilmiş genel başkan’ olarak atanması daha uygun bulunuyor. Bu nedenle Erdoğan, 28 Ağustos’taki cumhurbaşkanlığı devir teslim töreninden önce (büyük olasılıkla 24 Ağustos Pazar günü) ‘olağanüstü kongre’ kararı alınır.

5- Bu süreçte, Erdoğan TBMM Başkanı’ndan ‘mazbatasını’ almaz, Genel Başkan ve Başbakan sıfatlarını korur.

6- Başbakanlık için üzerinde uzlaşılan isim Genel Başkan seçilir. MKYK’daki uzlaşma, kongrede olası tartışmaları da ortadan kaldırır.

7- Erdoğan, 28 Ağustos Perşembe günü TBMM Başkanı Cemil Çiçek’ten ‘seçilmiş cumhurbaşkanı’ mazbatasını alır ve Anayasa gereği ‘yeni cumhurbaşkanının partisiyle ilişiği kesilmiş’ olacağı için hükümet düşer.

8- Erdoğan, öğleden sonra Çankaya’ya çıkarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den görevi alır; Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı olur.

9- Devir teslim töreninden sonra yeni seçilmiş AK Parti Genel Başkanı, Köşk’e çıkarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan 62. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni kurma görevini alır.

Tekrar etmek gerekirse, bu süreç Ankara’da son konuşulanların damıtılmış hali.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Kiras: Hitler ‘tek millet’ mi diyordu

Başbakan Erdoğan’ın konuşmalarında öteden beri tekrarladığı “tek vatan, tek millet” sözüne karşı HDP eşbaşkanı ve cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş ne yazık ki cahilane bir demagojiyle “Hitler de tek millet diyordu” diye itiraz etmiş. Son derece talihsiz bir açıklama. Millet ve Devlet kavramlarını siyaset bilimi ve sosyolojinin ortaya koyduğu anlamların dışında yorumlayarak ve “ırk” kavramını “millet”in yerine geçirerek kafaları karıştırmayı hedefleyen bu ucuz ırkçı siyaset ne 2014 Türkiye’sine, ne de insanlığın ulaştığı uygarlık aşamasına yakışıyor.

Demirtaş’ın ve ona bu lafları öğreten akıl hocalarının bilmesi gereken bazı gerçekler var: Millet politik bir varlıktır. Yani devleti olan topluluk millettir. Etnisite ise sosyo-kültürel bir oluşum… Milletin mono-etnik yapıda olması mümkün ama çoğunlukla multi-etnik yapıda karşımıza çıktığı bir vakıa. Bunun sebebi sosyolojik gelişmeyle ilgili. Şehirleşme ve ekonomik ilişkilerdeki gelişme farklı etnik grupları birbirleriyle yakınlaştırıyor ve daha kapsayıcı politik örgütlenmeler içinde buluşturuyor.

Türkiye’nin son bin yıllık tarihi içinde gerçekleşen hadise de bu. Milattan sonra 2014 yılında avcı-toplayıcı insan grupları pek kalmadı. Tarım toplumları bile nüfusun küçük bir yüzdesini oluşturuyor artık. Bu şehirlileşmiş sanayi toplumlarını soya dayalı ayrımlarla örgütlemek mümkün değil bugün. Dolayısıyla etnik milliyetçilik bir çıkmaz sokak… Boş bir hayal… İnananlarına ancak felaket getirebilecek bir siyaset…

Ne var ki bu basit gerçekleri dile getirerek etnik milliyetçilik gibi ilkel bir davanın peşine takılmış insanları bu yoldan vazgeçiremezsiniz. Çünkü ırkçılık özünde psikolojik bir sapma… bir saplantı… Bilgiyle, akıl yoluyla karşı çıkılıp alt edilmesi zor…

Bu ilkel siyasetin sürdürücüleri zaten saplantılarına yapay meşruiyetler bulabilmek için somut gerçekleri bile eğip bükmekte sakınca görmüyorlar. Mesela “Hitler de tekçiliği dayattı, milyonlarca kişi öldü” diyerek sözüm ona devlete gözdağı vermeye kalkışan Demirtaş, “Hitler Aryan milliyetçisi olduğu için” İkinci Dünya Savaşının çıktığını da ileri sürüyor…

HDP’nin cumhurbaşkanı adayı her şeyi mi yanlış bilmek veya ırkçı saplantılarla çarpıtmak zorunda? Bir defa Hitler’in savaştığı milletler de Aryan ırkındandı. Savaş iktisadi çelişkilerin ortaya çıkardığı politik bir sonuçtu. Nazilerin benimsediği Aryan milliyetçiliğinin ırkçı karakteri Yahudilere ve Çingenelere yönelik soykırıma yol açtı diyebilirsiniz… Ama İkinci Dünya Savaşının bununla ilgisi yok. Öyle olsaydı henüz Nazi ideolojisinin doğmamış olduğu dönemde Birinci Dünya Savaşının da çıkmaması gerekirdi.

Hitler’in ırkçılığı Türkiye’deki ezici çoğunluğun benimsediği millet anlayışına hiç benzemez. Toplumsal ve politik hadiselerin tamamını mensup olduğu soyun çıkarları ve ülküleri bakımından yorumlayan ilkel ideolojinin Türkiye’de bir benzerini arayanlar etnik milliyetçiliklere bakmak zorundalar.

Evet, Türkiye’de de vaktiyle milletin tarihî tabiatına aykırı bir millet anlayışı inşa edilmek istendiği, bu doğrultuda milleti oluşturan etnik kimliklerin yok sayıldığı bir hakikat. Ama çoktan terk edilmiş olan bu yanlış anlayışın hafızalardaki kötü hatıralarını istismar ederek bugünkü millet bütünlüğünü hedef alan bir siyaset yürütmek iyi niyetle telif edilemez.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Sibel Eraslan: Derviş elbisesi düşünce üstümüzden

Cumhurbaşkanlığı seçimleri için geri sayımdayız. Pazartesi günü yeni bir sayfa açılacak Türkiye için. Yaşadığımız son tecrüblerin muhasebesini serinkanlılıkla yapabilirsek, “Yeni Türkiye” hepimizin umuduna umut katar!    

*  *  *  

Cemaat/AK Parti çatışmasındanhoşnut olmadığımı biliyorsunuz. Giderek ortaya çıkan Uluslararası bağlantılar kaygımızı derinleştiriyor. Dini cemaatlerin siyasete angaje olmamaları gerektiğini, bu tip hesaplaşmaların hukuk çerçevesinde kalmasını, taraflarca genelleştirme ve bloklaşmaya gidilmemesinden yana olduğumu defaatle dile getirmeye çalıştım haddim olmayarak. Bu tavrımda son çalıştığım kitabın öznesi Hz. Aişe’nin payı büyüktür, o ne zaman Cemel Vakasını hatırlasa, “keşke evden çıkmasaydım” diyerek ağlamıştır. Onun ağladığı yerde, biz selin taşıdığı çöp parçasıyız. Elimden geldiğince ateşe odun taşımamaya çalıştım. Bir diğer sebep de “akil heyet” deneyimimle ilgilidir. Sözünü kalbini dinlediğim binlerce kişi savaşın hayat karartan siyahlığındansa selametin varoluşu kutsayan aydınlığının değerini öğretti, barışa susamış insanlara verdiğim ulaklık sözü, dokuz yutkun bir konuş dedi bana.

Bu çatışmanın nihai manada mağlubu kimdir? Batini hakikatlere, ruhani dinginliğe, çağın yalnızlığını ve kederlerini teselli edip insanları varoluşun hikmetini işitmeye çağıracak, şükür, alçakgönüllülük ve sevgi hisleri kadar ahireti düşünmeye de sevk edecek dervişane davet ve ikram yoluna hepimizin ihtiyacı varken… Böylesi dünyevi bir kavganın tarafı olmak sadece mezkur Cemaate değil, tümden maneviyata dönük bir malüliyete dönüşüyor maalesef. Zira; siyaset veya sivil toplumculuk, doğası gereği bıçkındır, yarışçıdır, yüksek seslidir, elbiseleri demirden zırhlıdır. Peki ya yakasız derviş gömleği böyle midir? Derviş gömleği, siyaset veya mülkiyet kavgasına girdiğinde dayanamaz, sökülüp yırtılır, düşer… Bu kavganın “dünyevileşme”ye dair radikal sonuçlarını önümüzdeki on yıl içerisinde daha net göreceğiz demek için kahin olmaya gerek yok. Mevcut dervişler, elbiselerini çıkarttılar. Artık avcı olmayan tek kişi yok aramızda!

*  *  *  

Hz. Süleyman kuş dilini bilir idi…Sadece peygamber sadece hükümdar değildi O… Hem insanların hem hayvanların hukukunu gözeten adalet sahibi bir yargıçtı aynı zamanda…

Bir gün huzuruna yaralı bir kuş getirdi yaverleri. Kuş, kanadını bir dervişin kırdığından şikayet etmekteydi. Hz. Süleyman emir çıkarttı, dervişi bulup huzura getirdiler.

“Bu kuş senden şikayetçidir kanadını kırmışsın ne diyeceksin”dedi Peygamber…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: Kemikleşmiş oylar demokrasinin sağlığını tehdit eder

Üniversite öğrencisiyken bir yaz İngiltere’deki bir fabrikada işçi olarak çalışmıştım… Bu dört ay bana İngiliz toplumunun değer ölçülerini ve toplumsal kurallarını daha yakından tanımak fırsatı yaratmıştı.

İlk öğrendiğim şeylerden biri de, bir İngiliz’e sorulmaması gereken iki sorunun var olduğuydu… Bu sorulardan birincisi “Kaç sterlin maaş alıyorsun”, diğeri de “Son genel seçimde hangi partiye oy verdin”di.

Aslında çalıştığım fabrikadaki tezgâh arkadaşım olan emekçilerin ezici çoğunluğu İşçi Partisi’ni tutmaktaydılar. Bunu hem konuşmalarından, hem de okudukları gazetelerden anlamak mümkündü… Ama yine de “Geçen seçimde İşçi Partisi’ne mi oy verdin” diye sorduğumda “Verdiğim oy sadece beni ilgilendirir” cevabını alırdım.

Farklı siyasi görüşlere sahip insanların birlikte barış içinde yaşamalarını mümkün kılan çoğulcu demokrasinin belki de şifresidir bu “Gizli oy” sistemi… 

Sosyal medya olayı 

Bizim topluma gelince kurallar tabii ki farklı… Burada bizler mümkün olsa kime veya hangi partiye oy verdiğimizi dövme ile alnımıza yazacağız… “Sosyal medya” denilen ve hayatımıza yeni giren iletişim araçları, bir nevi siyasi teşhircilik denilebilecek bu tutumu, siber âlemde kitlesel hale de getirdi.

Sosyal medyanın bizim toplumsal geleneklerimizi ve kuralları ne tür etkilediğine ilişkin başka örnekler de var tabii… Örneğin kimse ne yediğini ne içtiğini, herkesin önünde pek anlatmazdı… Ama şimdi pek çok kişi, oturdukları sofradaki yemeklerin fotoğrafını çekip bunu sosyal medyaya aktarıyor. Daha ötesi ayaklarının fotoğraflarını çekip, bunları sosyal medyada teşhir edenler bile var… 

Değişim ve demokrasi 

Ama en çarpıcı olan tabii ki siyasi tutumların ve “Nefret” haline dönüşmüş kişisel saplantıların sosyal medyada, utanmazlık ve arlanmazlık sınırlarını zorlayan biçimde açıklanmaları değil mi?

Oysa özellikle kullanılan oyların gizliliği demokrasinin en büyük nimetlerinden biri olan “İktidarı oyla değiştirebilme”nin de güvencesidir… Neticede hiçbir parti sürekli iktidarda kalamaz… En başarılı iktidarlar bile toplumda kanıksanır ve değişiklik beklentisi, seçmenleri yönlendirir. “Yüzer gezer oylar” olarak bilinen seçmen kitleleri, bu açıdan demokrasinin sağlığının ve değişime uyumun da güvenceleridir. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mahmut Övür: Dinlemeleri kim yaptı?

Bugünlerde devreye giren “Paralel Yapı”nın emniyetteki kadrolarına yönelik operasyonlar turnusol kâğıdı işlevi görüyor. 

Kimin nerede durduğu, kimin neyi savunduğu birbirine karıştı. Bunun nedeni Türkiye’nin derin bir dönüşüm yaşaması. Kafaları karıştıran da Gülen Cemaati’ni yönetenlerin bu derin dönüşümde aldıkları rol. Bu yapı, mağdur ve mazlumu oynayarak, 2010’a kadar “değişimden” yana görünüp devlet içinde “paralel” kadrolaşmasını sürdürdü. 

Bunu yaparken de tıpkı bürokratik oligarşi gibi herkesi aldattılar. Çünkü onlar, eski devletin toplumsal muhalefeti durdurmak, değişim isteğini engellemek için devreye soktuğu “bürokratik oligarşi”nin yeni versiyonuydu. 

Açık darbe yerine 28 Şubat gibi postmodern darbeleri deneyen o eski devlet, bu kez piyasaya “dindar soslu” bürokrasiyi sokmuştu. 

Onlar da tıpkı darbeciler gibi, siyasete siyasetle cevap vermek yerine “polis ve yargı” içindeki güçleriyle müdahale ettiler. 

Bunun için de yıllarca hazırlık yaptılar… Herkesi dinleyip dosya tutan, insanların mahremine girip, hayatları karartan bir yapıdan söz ediyoruz. Eski devlet de böyle yapıyordu. 

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hasan Bülent Kahraman: İki dünya görünür…’

Bu kampanya sırasında bütün bir toplum, ona oy verecek olan da olmayan da kenara çekildi ve Erdoğan’ın performansını, inadını, iddiasını, gücünü izliyor. Kazanacağını herkesin açık açık gördüğü bir seçimde dahi seçime asıldıkça asıldı Erdoğan. Zaman geçtikçe büyük rakibi, İhsanoğlu’nu büsbütün alt etti, devre dışına çıkardı. Küçük rakipse, Demirtaş, adeta rakip olmamasından ötürü, “takımdan ayrı düz koşu” yapmanın rahatlığı içinde varlığını gösterme imkânı buldu.

Bu hazırlığın nedeni belli: Erdoğan aldığı oyları yükseltebildiği kadar yükselterek bundan sonraki planlamasına dayanak yapacak. Başkanlık yolunu yüksek oy oranının açacağını hesapladı, o sonucu elde etmeye çalıştı. Bu bir model. Katılmak katılmamak ayrı mesele. Ama Erdoğan siyasetteki başarısını zaten model kurma ve uygulama ile özdeşleştirmiş bir politikacı.

Hamlesini, yarattığı orta sınıfa dayandırıyor. O sınıfın, Marks tarafından “küçük burjuva radikalizmi” diye adlandırılan güçlü talepleri, sürekli olarak yukarıya doğru giden toplumsal hareketi Erdoğan’ın aynı yöndeki yaklaşımıyla özdeşleşiyor. Kitleler, Erdoğan’ın bir adım daha ileri gitmesiyle veya bir seçim daha kazanmasıyla toplumsal konumlarının sağlamlaşacağı kanısındalar.

Buna karşılık Türkiye, siyasetteki asıl zaafın muhalefet olduğunu gene gördü. Muhalefet, siyasetten kopuk (apolitik) bir tarz ve tutum içinde. Erdoğan’ın çok somut politik ve sosyal yaklaşımına mukabil muhalefet sadece siyasal atalet üretiyor. Sosyal platformda zayıflamış, altı boşalmış muhalefet sadece kültürel değerler üstünden siyaset yaptı. Hazindi, “ekmek için Ekmeleddin” sloganı. Bu derecede toplumsal gerçeklikten uzak bir sloganın içi doldurulamazdı. Doldurulamadı. 

Başka bir model mümkün müydü diye soranlar var. Hayır, değildi. Sınıfsal tabanını yitirmiş veya toplumun statik kesimleriyle iç içe geçmiş bir parti daha fazlasını üretemezdi. Nitekim Atatürkçü -Kemalist- laik olduğunu kanıtlamaya çalışırken İhsanoğlu MHP tabanından koptu. Kültürel değer siyaseti yaptı. Gene CHP’nin geleneksel anlayışı doğrultusunda biçim üstünden bir siyaset üretti. Politik dinamikleri kavrayamadığı için “tarafsız Cumhurbaşkanı” sloganına kendisini hapsetti. Oysa tam da “taraflı Cumhurbaşkanı” dönemi açılmıştı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: İç savaş fikrini severler

Ekmeleddin’e “Emsaleddin” diyen parti başkanı, yeni bir inci yumurtlamış: “Cumhurbaşkanlığı seçiminde yanlış bir adım atılırsa onun arkasını toparlayamayız. Türkiye’deki sosyal hareketlilik hızlanır. Gerilim artar. İç savaşa doğru gidişler olur.”

Devlet Bahçeli, sosyal hareketliliğin hızlanmasını istemiyor.

Köylünün köyünde kalmasını, şehirlere göç etmemesini isteyen İsmet İnönü gibi mi yani? Çünkü o zaman bu kitleyi soğurmak ve işçi sınıfına dönüştürmek için sanayi kurmak gerekecekti, İnönü o dalga boyunda değildi.

Yok canım, uzmanlık alanı dış ticaret olan bir adam bunu herhalde “sosyoloji bilimi” açısından söylememiştir, hareketten kastı “Taksim tipi” sokak kargaşası olsa gerek.

Bu devlet, o tür kargaşaları bastırmakla görevli özel polis ekiplerine altmışlı yıllarda “toplum polisi” demiş olan bir devlettir. Geri kalan polisler de yüksek sosyete polisi mi oluyorlardı?

Yani, halkın çoğunluğu belli bir adaya oy verince, halkın azınlığı da sokağa mı dökülecek?

Çünkü halkın çoğunluğu “yanlış bir adım” atmış olacak (halk cahil, eğitim şart.)

Doğru adım, bürokrasinin istediği adım olsa gerek.

Örneğin Almanya’daki cahil kitlenin yanlış adım atması ne güzel engellendi…

Fakat Bahçeli’nin gizli tehditlerindeki “iç savaş” vurgusu daha da ilginç. Halkın çoğunluğu bir adaya oy verince halkın azınlığı da ayaklanacak ve iç savaş çıkacak. Yoksa iyi sıhhatte olsunlar mı ayaklanacaklar?

Yani 1967 yılında Yunanistan’da olduğu gibi bir darbeyle işi bitiremeyeceksiniz, halk direnecek.

Bu iş daha ziyade 1936 yılının İspanya’sına benzeyecek, faşistlerin üç günde bitiririz sandıkları iş, halkın tepkisi üzerine üç yıla yayılacak…

Orada faşistler iç savaşa çaresiz kaldıkları, direnişin çapını ve gücünü hesaplayamadıkları için razı olmuşlardı… Bizim faşistler iç savaş lafının, fikrinin bizatihi kendisini seviyorlar. Kanları kaynıyor çocukların…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kurtuluş Tayiz: Cemaat‘in güttüğü cemaatler

İnsanın nerede özne, nerede nesne olduğunu kestirmek zor. Kendi kararıyla hareket ettiğini düşündüğünde bile insanın aslında daha büyük bir iradenin uygulayıcısı olması mümkün. Bazen bu kaçınılmaz da olabilir; ne olsa insan toplumsal bir varlık, bireyliği de bir yere kadar. Fakat bir cemaatin parçası olmak insanın öznelliğini tümden ortadan kaldırmaz; insan yine de kendi hayatının sahibi olabilir.  

Son yıllarda şikâyet ettiğimiz kutuplaşma olgusu da sert çatışma ortamlarında bireyin kendi cemaatine ya da kendisine yakın bulduğu bir cemaate daha fazla sokulması, sığınması anlamına geliyor. Cemaate uyum sağladıkça birey kendini daha güvende hisseder. 

Buraya kadar aslında her şey normal; ama bana anormal gelen bir cemaatin başka bir cemaat tarafından güdülmesi. Son aylarda olup bitenlere baktığımda kendilerini “laik”, “demokrat” ve “özgür bireyler topluluğu” olarak tanımlayan ulusalcı, ulusolcu, solcu cemaatlerin, iddia ettikleri kadar “özgür” olmadıklarını görüyorum. Gülen Cemaati tarafından güdüldüklerini izliyorum şaşkınlıkla. Haliyle o bireyleri hayatın içinde devinen özneler olarak görmek zorlaşıyor.  

Neredeyse dile getirdikleri hiçbir şey bu cemaatlerin öznelliğini yansıtmıyor. Kendi savaşları sandıkları şey aslında Gülen Cemaati’nin başlattığı bir darbe süreci; bu sürecin zamanını belirleyen, aklını üreten, sözlüğünü oluşturan Gülen Cemaati; ilk hamleyi onlar yaptı, operasyonları onlar tezgahladı, bütün siyasi söylemi Gülen Cemaati üretti; peki o halde nasıl oluyor da diğer cemaatler kendi hayatlarının, savaşlarının öznesi olduğunu sanabiliyor? Sol cemaatler iktidara karşı kendi kavgalarını verdiklerini düşünürken nasıl oluyor da Gülen Cemaati’nin uzantısına dönüşebiliyor? CHP ve ulusalcı cemaat de öyle; devlet sayesinde elde ettikleri ayrıcalıkları korumak için mücadele ettiklerini sanarken nasıl oluyor da Gülen’in güdümüne girme gafletine düşüyorlar? Bu durum diğer cemaatlerin akılsızlığından kaynaklanmıyor elbette; bunun sırrı Cemaat’in diğer cemaatlere göre daha somut siyasi hedeflere ve bu hedeflere ulaşabilmek için gerekli araçlara sahip olmasında yatıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yılıdray Oğur: Çok affedersiniz…

49 konsolosluk görevlisi IŞİD’in elinde rehin olan Türkiye, AFAD ile IŞİD canilerinden kaçan Ezidilerin sığındığı, açlıkla mücadele ettiği Sincar Dağlarına yardım paketleri attı. Kaçabilen Ezidiler ise Habur’dan, Silopi’den Türkiye’ye giriş yapıyor. Dışişleri Bakanı onlar için de kamplar kurulacağını söyledi.

Milli Eğitim Bakanı Tunceli Anadolu Öğretmen Lisesi’nin adını “Dersim Anadolu Lisesi” olarak değiştirdi. Değişiklikle Dersim ismi ilk kez resmiyet kazanmış oldu. 

Sümela Manastırı’nda dördüncü kez “Meryem Ana’nın göğe yükseliş günü ayini” için hazırlıklar başladı.

Sadece dünkü gazetelere ve internet sitelerinde göze çarpan üç haberdi bunlar.

“Yezidi” adı takılıp, katliamlarla yok edilmiş, kaçırılmış Melek-i Tavus’un halkına el uzatan, devletin 80 yıl önce çaldığı Dersim’in adını resmî bir okula veren, 88 yıl kapatılmış görkemli bir manastırın kapılarını Hıristiyanlara dördüncü kez açmış iktidarın lideri dünkü bazı gazetelere bakılırsa aynı zamanda bayağı ağır ırkçıymış.

30 yıllık savaşı bitirip, Kürt kimliğinin önünü açarken, azınlıkların el konulmuş mallarını iade ederken, 99 yıl sonra Ermeni Katliamı için taziye yayınlarken de yine ırkçılığı içine atmış, atmış, en son bir NTV canlı yayınında yetti be deyip kusmuş demek.

Ne trajik.

Başbakan’ın NTV’de etnik, dinî, mezhebî kimliklerin özgürleşmesi gerektiğini anlatırken maalesefle başlayıp Ermeni ile biten sözleri, her ne kadar kendisiyle ilgili “Ermeni dölü” hakaretlerini kastettiği belli olsa da talihsiz, mutlaka düzeltilmesi ve özür dilenmesi gereken ifadelerdi, doğru.

Başbakan eski Türkiye’nin kodlarının epey baskın olduğu bir kuşağın mensubu. O kuşağın zihninin arkasında Ermeni, Rum hatta Kürt, Alevi, türbanlı, dinci kelimelerinin tekabül ettiği ırkçı, ayrımcı anlamlarla boğuşa boğuşa Yeni Türkiye’nin anlam dünyası inşa ediliyor.

Ama insaf edin. 12 yıldır kendisinin de zihnen bir parçası olduğu  Eski Türkiye ile arkasına halkın yüzde 50’sini de alarak kavga eden, bu eski zihniyetin elinde doğmuş, büyümüş, okullarda kodlanmış bir topluma büyük eşikleri atlatmış, milliyetçilikleri ayaklarımın altına alıyorum dahi demiş bir siyasetçiyi, canlı yayındaki 12 saniyelik sözleri yüzünden ırkçı, faşist  ilan etmek…

Vazgeçtim. Açık ki en büyük zevkiniz bu adamın içinden zorla bir diktatör, bir ırkçı, bir faşist, bir IŞİD’çi çıkarmak. Pedagojik davranmayı, teşvik etmeyi falan bırakın, siz Erdoğan’ı ırkçı ilan etmekten aslında büyük bir zevk almaktasınız.

Ve tabii ki memleketin kurucu tabusu olan 1915 Ermeni Katliamı için 99 yıl sonra taziye yayınladığı için de kahroldunuz.

Yazının devamını okumak için tıklayınız