Cemaat‘in devraldığı ‘derin‘ miras

Olaylar
Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Markar Eseyan, Yasin Akdoğan, Abdulkadir Selvi, İbrahim Karagül, Mustafa Kutlu; Star gazetesinden Beril Dedeoğlu; Sabah gazetesinden Engin Ardıç; Akşam’dan o...
EMOJİLE

Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu, Markar Eseyan, Yasin Akdoğan, Abdulkadir Selvi, İbrahim Karagül, Mustafa Kutlu; Star gazetesinden Beril Dedeoğlu; Sabah gazetesinden Engin Ardıç; Akşam’dan osman Can, Kurtuluş Tayiz bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor. İşte gündemden habersiz kalmamak için okunması gereken yazılar…

Ali Bayramoğlu: Operasyonlar ışığında cemaatin kısa siyasi tarihi (1)

Seçimlere 5 gün kala ‘devletleşmeye yüz tutan otonom yapı’ya yönelik ikinci büyük operasyon başladı. Tartışma yoğun, soru pek çok: Operasyonun zamanlaması, sistem temizliğini mi yoksa bir iktidar savaşını mı ifade ettiği, otonom dokunun oluşumunda siyasi sorumluluğun kime ait olduğu bunların önde gelenleri.

‘Cemaat’ gerek akademik gözlükle gerek gazeteci olarak 1990’ların başından beri yakından izlediğim konulardan biri oldu. Şüphe yok, cemaat her zaman çok katmanlı bir yapı olarak karşımıza çıktı. Dini boyutu, sosyal boyutu, kültürel boyutu, siyasal boyutuyla bunlar üzerinden hem ayrı ayrı anlam taşıyabilen hem iç içe geçen bir bütün oluşturdu.

Dini örgütlenmelerin baskı altında tutulduğu, sistem açısından ve laik kesimin gözünde bir korku ve öfke nesnesi olduğu dönemlerde cemaat, toplumsal ve inançsal yönleriyle öne çıktı. Din-devlet-toplum ilişkilerinde kapalı toplum düzeninden açık toplum düzenine geçilmeye başladığı günlerde laik kesimde ‘Türk muhafazakarlığı’, ‘din ve modernleşme ilişkisi’, ‘hoşgörü’, ‘birlikte yaşama’ başlıkları altında ele alınırken, diğer dindar gruplardaki kesimde cemaate mesafeli yaklaşım da esnedi, bellek üzerine örtü çekildi. Gerek ilahiyat yaklaşımı ve devlet ilişkileri bakımından gerek Gülencilerin örgütlenme ve eylem tarzı bakımından tartışmalar dindi. Farklı İslami eğilimler arasında dindarlık, hatta İslamcı dayanışması çerçevesinde relatif bir yakınlaşma başladı.

1990’ların ikinci yarısı ve 2000’lerin ilk döneminde ana eksen böyleydi.

Ardından ‘kırılma’ geldi.

Cemaatin siyasi boyutu, sosyal ve kültürel boyutlarını hızla geride bırakmaya başladı. Siyasi boyuttan kasıt, devlet içinde örgütlenme ve yayılma, örgütlü bir yapıyla sistemin ana mekanizmasını kontrol etme ve devlet politikalarını yönlendirme, tasfiye politikaları izleme, iktidara talip olma gibi hususlardır.

Şüphe yok ki, AK Parti iktidarı, din-devlet ilişkilerinde açık toplum dönemi siyasi yönün gelişmesinde önemli bir rol oynadılar. Ancak bu iki unsur cemaatin ‘sosyal’den ‘siyasal’a geçişini, ‘yumuşak güç’ olmaktan ‘keskin güç’ olmaya yönelmesini tek başlarına açıklamazlar.

Peki geçiş neden yaşandı?

Bu konudaki geleneksel tez, cemaatin temel hedefi her zaman siyasal güce ulaşmak ve tüm imkanları bu çerçevede kullanarak, doğru bir zamanlamayla yol aldığıdır. Sosyal dokusu güçlü, kültürel ve dini işlevleri derin, önemli bir kitleye değen bu dalganın, salt siyasi unsurlarla açıklanması doğru olmaz. Nitekim kanım ve gözlemim odur ki, ‘cemaatin sosyolojik tabanı’ motivasyon, beklenti ve ürettiği anlam açısından ‘cemaatin politik tavanı’ndan son derece farklıdır.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Markar Eseyan: Halkın ‘selfie’si 10 Ağustos’ta…

Yurt dışında ‘beyaz Türk’ bir dostum oyunu Erdoğan’a verdiğini müjdelemek için attığı mailde aynen şu cümleyi kullanıyordu: ‘Benim yaşam süremde ilk defa düzgün bir başbakan geldi, memleketin yüzü güldü. Daha iyisi gelmeden başkasına oy verecek değilim.’

Arkadaşım muhtemelen hayatının geri kalanını da yurtdışında geçirecek, zaten uzun yıllardır orada yaşıyor. Ama kozasından çıkmakta olan Yeni Türkiye gerçeği onu binlerce mil öteden heyecanlandırıyor. Doğduğu ve ona birçok sıkıntıları yaşatan ülkesinin dönüşüyor olması hayatının merkezine büyük bir ümit olarak oturmuş.

Milli Görüş hareketinden gelmeyen kişilerin Erdoğan’a olan desteği büyük nefret uyandırıyor. Bu sanırım ‘Bu ülkede her şeyin meşruiyeti bizden sorulur’ kibrinden ileri geliyor. Bu algıya zarar verecek ‘mahalle içi ihanetler’ affedilmiyor. Memlekette Kemalist olmayanlara liberal veya demokrat dendiği için, ilk dönemde AK Parti’ye ‘lütfeden’ bir avuç seçkinin bu desteklerini çekmesi dünyaya küçük bir ‘kıyamet’ olarak yansıtıldı. Öyle ki, Erdoğan’ın çöküşü artık başlamıştı. Bu yalnız adamı sadece lider kültü ile malul taşralı-dindar seçmenleri destekliyordu artık. Eh, bu ‘göbeğini kaşıyan’ insanların oylarının meşruiyeti mi önemliydi, yoksa ‘Buraya kadar!’ diye ferman veren paşa, vekil mahdumlarının mı?

Oysa içerideki gerçek bu değil. İnsanlar akıllılar ve bu meselenin bir lideri körü körüne takip etmek olmadığını, bunun kendi davaları olduğunun farkındalar. Halk tabanında o koalisyon bozulmuş filan da değil, hatta her seçimde çeşitliliği artan bir destek var. ANAR’ın son anketine göre CHP ve BDP seçmeninin yüzde 4’ü, MHP’lilerin yüzde 17’si, kendisini Atatürkçü ve laik olarak tanımlayanların yüzde 18’i, sosyal demokrat olarak tanımlayanların yüzde 22’si, milliyetçilerin yüzde 41’i, muhafazakârların ise yüzde 80’i Erdoğan’a oy vereceğini ifade ediyor.

Medya gücü ve dış dünya bağlantılarıyla istendiği kadar ters rüzgârlar estirilsin, ortada halkın tüm kesimlerinin sahiplendiği bir dava gerçekliği var. Tepedeki birilerinin cazgırlığı halkın tercihleri ile örtüşmüyor. Bu muhtemelen 10 Ağustos’ta bir kez daha görülecek.

Erdoğan siyaset hayatına atıldığı günden beri potansiyeli ile fark edilen ve acımasız bir sürek avının muhatabı olmuş bir liderdi ama 7 Şubat 2012 tarihinden beri yaşananlar gerçekten kötülüğün sınırının olmadığını bir kez daha ispatladı. İlkokulu birlikte okuduğu en yakın dostları arkasından hançerledi, bir kısmı da konforum bozulur mu diye korkup kendisini ‘uçak moduna’ aldı. ‘Alnı secde görenlerden zarar gelmez’ diye önlem almadığı cemaat üst yapısının hışmına uğradı. Yatak odasına, çalışma ofisine kadar girildi, çoluğu çocuğu hedef oldu. Ameliyat masasında olacağı saate denk getirilen bir darbeye maruz bile kaldı. Tüm bu zelil saldırılar gözlerimizin önünde oldu.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yasin Akdoğan: Kim, ne ifade ediyor?

Cumhurbaşkanı adayları bir gelecek tasavvuruna ve siyaset vizyonuna sahipler mi? Bu soru aslında ‘adayların dayandığı siyasi partiler bir siyaset vizyonuna sahip mi’ şeklinde de sorulabilir.

AK Parti’nin 2023 vizyonu ete kemiğe bürünmüş durumda. Erdoğan da ‘yeni Türkiye’ diye nitelendirdiği bir değişim projesini öne çıkarıyor. Bu proje hem toplumda umut oluşturuyor, hem de bu anlayışın toplumda bir karşılığı var.

HDP’nin de bir siyaset tasavvuru var. Özünde ‘demokratik özerklik’ diye nitelenen bu projeyi savunan Demirtaş 10 Ağustos’ta farklı kesimlere açılarak yüzde 10 bandını zorlamayı ve ortaya koyduğu farklı görünümle daha güçlü bir şekilde siyasi projesinin peşinde koşmayı amaçlıyor.

Peki İhsanoğlu’nun projesi, tasavvuru veya siyaset vizyonu nedir? ‘Tarafsız ve kucaklayıcı Cumhurbaşkanı olacağım’ sözünün ötesinde İhsanoğlu’nun nasıl bir Türkiye tasavvur ettiği bilinmiyor. Bunun sebebi destek gördüğü partilerin böyle bir vizyona ve tasavvura sahip olmamasıdır. Yani adayın anlamsızlığı partilerin siyasetsizlik halinin doğal bir yansıması… Siyaset tasavvuru ile siyasi ve toplumsal temsiliyet arasındaki bağ ne adayda, ne bu partilerde mevcut.

Alevilik polemiği

Mezhep ve etnik köken temelinde yapılan siyaset hep dışlayıcı ve ayrıştırıcıdır. Bu yüzden kimlik siyaseti yapan partiler marjinal kalmaya mahkumdur. Başbakan’ın yaptığı Alevilik vurgusu, Sünni kesime yönelik Alevi bir lideri deşifre etme amacı taşımamaktadır. Alevi’nin Alevi olduğunu, Kürt’ün Kürt olduğunu söylemekten çekinmesi bir sorundur. Mesele Sünni seçmene bir genel başkanın Alevi olduğunu vurgulayarak antipati oluşturmak değildir, aksine hem Alevilerin büyük oyunu alıp hem de Aleviliğini perdeleyen bir genel başkanın hali pürmelalini göstermektir.

Demirtaş’ın Kürtlüğünü vurgulamak da Türk seçmen açısından çok ciddi bir anlam ifade etmez ama Kürt seçmen hep Kürtlük üzerinde duran bir genel başkanın Kürtlüğünü perdelemesini bir sorun olarak algılayabilir. Demirtaş’ın klasik Kürtçü iddialarını geri planda tutması bir inandırıcılık sorunu oluşturur. Bu yüzden meseleyi ayrımcı dil kullanmak olarak lanse etmek açık bir çarpıtmadır.

Niçin çok çalışıyor?

Fehmi Koru, ‘herkesin kazanacağına mutlak gözüyle baktığı aday neden rakiplerinden fazla efor sarf ediyor’ sorusuyla Erdoğan’ın mitingden mitinge koşmasını yorumlamış.

AK Parti’ye oy verenlerin bir kısmı onun partinin başında kalmasını istediğinden oy kaybedebilirmiş.

AK Parti’yi farklı sebeplerle destekleyenler onun adaylığına sıcak bakmayabilirmiş.

Başkanlık arzusu kendisini takdir eden bazı seçmenleri ürkütebilirmiş.

Bundan dolayı da Erdoğan kazaya uğramak istemiyormuş… Koru’nun negatiften bakan yorumları Erdoğan’ın endişe sebebiyle çok çalıştığını ima ediyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdulkadir Selvi: Cemaat minareye çıktı

Böyle oluyor herhalde Fetullah Gülen’in desteği…

Ekmeleddin İhsanoğlu’na destek açıklamasında dahi beddualar yağdırıyor.

Hani o meşhur, ocaklarına ateş salınsın titremeleri vardı ya yine evlerine ateş salınsın diyor.

Anlaşıldı bu işi bedduasız yapamıyor.

Biz bedduanın değil, duanın insanlarıyız.

Bizim Peygamberimiz beddua peygamberi değil, dua peygamberiydi.

O yüzden sevgili oldu.

Sevgililerin sevgilisi.

Tebliğ için gittiği Taif’te taşlandığı zaman bile, Cebrail’in, Taif’i helak etmesini istememişti. Çünkü o şefkat peygamberiydi.

Bediüzzaman Said Nursi, Eskişehir hapishanesinde kendisine zulmeden savcının çocuklarını görünce masumlar zarar görür düşüncesiyle beddua etmekten vazgeçmişti.

Evlerine ateş salınsın…

Yok hocam ne sizin ne bizim evlerimize ateş salınsın.

Masum çocuklar var o evlerde.

Hocam hem ille de niye Müslümana beddua…

Eğer beddua edecekseniz Gazze’nin katilleri orada duruyor.

Mavi Marmara’da, Gazze’de kınamaktan imtina ettiğiniz İsrail’e gönderin.

İsrail ve paralel deyince orada durmak lazım.

Cemaat darbesine ilişkin bir yol haritası çıkardım.

Burada yolum iki ülkeyle çakıştı.

Biri İsrail, diğeri İran.

Birbirine en çok ihtiyaç duyan düşman kardeşler…

Bir Bakan’a, ‘Geriye dönük inceleme yaptırdınız mı? Dinlemeler ne zaman başlıyor’ diye sormuştum. Geriye doğru inceleme yaptıklarını, karşılarına 2009 tarihinin çıktığını anlatmıştı.

Yani demiştim.

‘Dinlemeler One Minute olayından sonra başlıyor’ demişti.

Belli ki, ‘One Minute’ den sonra Yahudi lobisi Erdoğan’ın kalemini kırmış, ihaleyi de cemaat üstlenmiş.

2010 Anayasa referandumundan en büyük faydayı sağlayan cemaat, 2011 seçimlerinde de AK Parti’ye ileri de hükümetin düşmesini sağlayacak sayıda milletvekili sokmayı hedeflemişti.

Başbakan, Kanal 24’te Mustafa Karaalioğlu’nun sorusu üzerine, 2010 referandumundan sonra yargıdaki atamalar sırasında bu yapıyı fark ettiğini söylemişti. Başbakan, 2011 milletvekili listelerinde paralelle ilgili önlemini almıştı. Yoksa 17 Aralık’tan sonra toplu istifa etmek suretiyle hükümeti düşürmeleri işten bile değildi.

İsrail siparişi darbe girişimi biz de ilk değil. 28 Şubat, İsrail siparişi bir müdahaleydi.

28 Şubat’ta da işbirliği yapmışlardı. Fethullah Gülen, Erbakan’a, ‘Beceremediniz artık bırakın’ diye çağrı yapmıştı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Karagül: Cemaatin devletle savaşı: Bir çokuluslu darbe planı..

Kendilerinin hazırladığı soruşturma dosyalarına, dinleme kayıtlarına, teknik takip notlarına bakıyorum. Uydurma suçlamalarla, kurgularla insanların dünyasına nasıl girdiklerini, zihin dünyalarındaki açmazları bu dosyalara nasıl yansıttıklarını, paranoyaya teslim olup gerçeklik algılarını nasıl yitirdiklerini görüyorum. Gerçekten özürlü bir bakış açısının insanları nerelere savurabileceğinin örnekleri var bu dosyalarda.

Şahsımla ilgili bölümlere göz atıyorum. Kimlerle konuştuğuma, neyle suçlandığıma, hangi yöntemlerle yok edilmek istendiğime bakıyorum.

Benim gibi binlerce insanı hapislere doldurmaya ayarlı bu harekat planının kimler tarafından yapıldığını sorguluyorum. 28 Şubat çokuluslu darbesi ve ardından tezgahlanan darbe girişimleriyle benzerliği nasıl da dikkatimi çekiyor. O operasyonların hepsinin arkasında olan Türkiye dışı aktörlerin bu operasyonun da tam kadro arkasında yer aldığı nasıl da açıkça ortaya çıkıyor.

Birileri 2003 yılından beri defalarca uygulamaya giriştikleri darbe planları başarılı olmayınca son bir yılda kitlesel gösterilerle bunu gerçekleştirmeye çalıştı. O da yetmeyince sistem içinde ortaklık kurdukları bir siyasal çevreyi harekete geçirip, Türkiye’nin sinir sistemlerini felç etmeye ve amaçlarına ulaşmaya girişmiş.

Bu yolda önlerinde ne varsa yıkmayı, kim varsa yok etmeyi kafasına koymuş. Önlerine çıkma potansiyeli olan, yaptıklarını sorgulama yeteneği olan herkese kumpaslar kurmuş, imha planları yapmış.

HALA TEHDİT HALA ŞANTAJ

Bütün bunların üzerine cemaat medyasının iş tutuş tarzına, savunma girişimlerine ve psikolojik operasyon yöntemlerine bakıyorum.

Hızla erirken bile tehdit edebiliyorlar. Oraya buraya mesaj gönderip ‘bir yıl sonra hücrede olacaksınız’ diyebiliyorlar. Tehdit ve şantajı öyle içselleştirmişler ki, kendilerini anlatmak yerine, yaptıklarını en azından kendi içlerinde ve zihin dünyalarında sorgulamak yerine aynı tehditlere, şantajlara devam ediyorlar.

Birkaç ayda kendilerini mahvettiler, Türkiye’ye büyük bedel ödettiler, çok ağır zararlar verdiler. İlişkileri ve değerleri yok ettiler. Cemaatlerle toplum arasındaki ilişkileri tükettiler. Koca ülke, bir ekibin ihtiraslarıyla mücadele edip vakit kaybediyor. Onların çıkarlarıyla, onların güç arzularıyla, onların öfkeleriyle boğuşuyor. Onların düşünce dünyalarındaki sapmayla mücadele ediyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mustafa Kutlu: Zenginlik

Zengin olup olmadığımızı anlamanın bir yolu da düne bakmaktır. Yaşı altmışı geçenler bunu iyi farkeder. Yaşı genç olanlar elli yıllık fotoğraflara baksın anlar.

Nohut oda-bakla sofa evlerde oturuyorduk. Soba ile ısınıyorduk. Gençler şimdi sobayı bilmiyor, versen yakamazlar bile. Çocukların pantolon dizlerinde ve kıçlarında yama vardır. Naylon çorap çıkmadığı için el örgüsü yün çorap giyilir, onun parmak uçları ve topukları delinir; analarımız-ninelerimiz yeniden onararak (gözeyerek) tekrar sahibine verirlerdi. Köylülerde çok daha acıklı manzaralar vardı. Birinin şehirde bir işi olsa, kendi kırk yamalı ceketi ile şehre inmeye utanır, komşunun ceketini ödünç alırdı.

Yol yoktu.

Demiryolu esastı. Ama azdı.

Kara yollarında taka otobüsler, yokuşlarda tekleyen kamyonlar çalışır; kışın her yanı kar kaplayınca yollar da kapanırdı. Doğu’daki şehirlere gazete üç günde bir gelirdi.

Şimdi köy yolları bile asfalt. Hemen her yere elektirik ulaşmış durumda. Köylü çocukların cep telefonları var. Çobanlar transistörlü radyo ile dolaşıyorlar.

Şair Kemalettin Kamu ünlü ‘Bingöl Çobanları’ şiirinde o günün çoban çocuğunu şöyle anlatıyor:

‘Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum

Bu dağların eskiden âşinasıdır soyum

Bekçileri gibiyiz; ebenced buraların

Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların

Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi

Hergün aynı pınardan doldurup testimizi

Kırlara açılırız çıngıraklarımızla.

Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski yeni,

Kuzular bize söyler yılların geçtiğini

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Beril Dedeoğlu: Ölen ölene

İsrail’in Gazze’ye yaptığı fütursuz saldırılar, birçok devleti cesaretlendirmiş olmalı. Baktılar ki İsrail’e kimsenin bir şey dediği yok, silahını kapan bir yerlere saldırıyor.

Yaklaşık bir hafta on gün içinde dünyanın farklı yerlerinde yaşanan çatışmalardan örnekler sıralandığında, dünyanın ne hale geldiğİNİ anlamak zor olmaz.

İlk örneği Ermenistan’dan verebiliriz. Ermenistan’ın Azerbaycan sınırını ihlal etmesi sonucu çıKAN çatışmalarda, üç gün içinde 12 Azeri, 20 de Ermeni askeri öldü. Sınırı tahrik eden Ermenistan olduğuna göre Azeri askerlerin görevlerini yaptığı söylenebilir. Bununla birlikte, savunma durumundaki bir ülke ordusunun bile ölü ve yaralı verdiği bir durum olduğuna dikkat çekmek gerekiyor.

Diğer örnek Çin’den. Çin’in Uygur özerk bölgesindeki Yarkant’ta çıkan çatışmalarda 96 kişi öldü, 215 kişi de tutuklandı. Çin’den yapılan resmi açıklamaya göre ölenlerin 37’si sivil, 59’u ise “ayrılıkçı terörist”.

“Ayrılıkçı terörist” yerine radikal İslami terörist olarak adlandırılan ve Libya’nın önemli bir bölümünü denetim altına alan militanların sON bir kaç günde ortaya çıkan marifetleri de örnekler arasına alınabilir. Bingazi’de Libya ordusuna ait bir askeri üssü ele geçirdikten sonra burada 100’den fazla askeri öldürmüşLER, cesetleri yavaş yavaş çıkarılıyor.

Suriye ve Irak’ta IŞİD ile savaşanların kaçı hayatını kaybetti, kaçının kafası kesildi, kaç kişi yerinden yurdundan oldu, tam sayılara ulaşmak kolay değil. Ama ölenlerin yüzlerle, yerini terk edenlerin binlerle ifade bulduğuna kuşku yok.

Çok değil daha bir hafta önce, Yemen’in Marap bölgesinde ordu ile kabileler arasında YAşanan çatışmalarda 6, Filipinler’de de yine ordu ile Ebu Seyyaf Birlikleri arasındaki çatışmalarda 9, Pakistan’ın Kuzey Veziristan bölgesinde ordu ile TALİBAN arasındaki çatışmalarda 13, Lübnan-Suriye sınırındaki askeri çatışmada 10, Nijerya’da Boko Haram ile yapılan mücadelede 14, Mali’de MNLA ile ordu arasında yaşanan çatışmalarda 39, Ukrayna’da 16, Hindistan’ın kuzey doğusunda ordu ile ayrılıkçı gruplar arasındaki çatışmalarda da 7 kişi öldü.

Listeyi uzatmak mümkün. Ancak Gazze’de 2 bine yakın kişi öldüğü düşünülürse, diğer örnekler önemsiz gibi gelebilir.

Manzara ortaçağ gibi. Haritalara BAKıldığında her biri farklı renkle gösterilmiş ve BM’ye kayıtlı 193 ülke olduğu sanılır. Oysa durum böyle değil. Dünyanın pek çok yerinde insanların bir kısmı bir yerlerden ayrılmak, sistemi değiştirmek, kendisine yeni alanlar açmak derdinde. Bu durum sadece çatışmaların yaşandığı yerler için de geçerli değil.  Birleşik Krallık AB’den, İskoçya Birleşik Krallık’tan, Belçika’da da Flamanlar Valonlar’dan ayrılmak istiyorlar.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Bu dil

Bu ifadeleri, Fethullah Gülen’in Herkül Org.’da yayınlanan son sohbetinden aldım: “Bütün peygamberler, veliler çekmişler. Eğer bu yolu böyle bilerek girmişseniz, bunlara da katlanacaksınız. Bazen Firavunlar yapacak, bazen Nemrutlar yapacak, bazen kefere ve fecere yapacak, bazen münafıklar yapacak. Bazen de Müslümanlığı sindirememiş, Kur’ân okudukları halde gırtlaklarından aşağı inmeyen, alınları nasır bağlayacak şekilde secdeden başlarını kaldırmadıkları halde nifaktan kurtulamayan insanlardan çekeceksiniz. Bütün bunları bilerek bu yolda iseniz dişinizi sıkıp sabredeceksiniz.”

Bu ifadeler, şu andaki Cemaat bakışını ve önümüzdeki dönemde nasıl bir duruşun işaretini veriyor, diye düşündüğümüzde şunlar not edilebilir kanaatindeyim:

– Biz camia olarak bir imtihanla karşı karşıyayız. Bu imtihan geçmişte peygamberlerin, velilerin yaşadığı imtihana benziyor.

Bu tarz bir yaklaşım, kendi durduğu yeri kutsama anlamı taşıyor.

– Geçmişte Peygamberler ve Veliler, Firavun gibi Nemrut gibi, kefere ve fecere gibi zalimlerin zulmüne maruz kalmışlar. Bu da Camianın karşısında bulunanların Firavun ve Nemrut ile eşleştirilmesi, dolayısıyla kötülük çukuruna itilmesi anlamını taşıyor.

– Peki Camia’nın karşı karşıya geldiği insanlar Müslümansa, ona ne denilecek? Onlar da “Müslümanlığı sindirememiş, Kur’ân okudukları halde gırtlaklarından aşağı inmeyen, alınları nasır bağlayacak şekilde secdeden başlarını kaldırmadıkları halde nifaktan kurtulamayan insanlar” kategorisinde mütalaa edilecek. 

Nifak… Münafıklık… Yezidlik.. Bunlar uzunca bir süredir Tayyip Erdoğan ve Ak Parti ile mücadelede Camia medyasının kullandığı dini zeminde dışlama malzemeleri.

Fethullah Gülen’in sohbetlerine de girdiğine göre belli ki bu mücadele tarzı merkezi bir nitelik taşıyor.

Müslüman bilinen farklı insanların bu şekilde “münafık vs., okuduğu Kur’an boğazından aşağı gitmemiş” kişiler olarak somutlaştırılmasını oldum olası büyük bir zihni problem olarak görüyorum. Bunun, hedefi belli şekilde Fethullah Gülen gibi birisi tarafından yapılabiliyor olmasını da çok daha derin bir zihni teşevvüş olarak değerlendiriyorum. Aynı şekilde Fethullah Gülen’in yine bir beddua niteliğinde ve “kimsenin kimsenin suçunu yüklenmeyeceğini” ifade ettiği bir konuşmada, “Yedi sülaleye bela okuması”nı içinde nasıl meşrulaştırdığını hayretle sorguluyorum.

Ama bu yazıda bu konuşmanın sorunlu gördüğüm yanlarını tahlil etme niyetinde değilim.

Bu yazıda, Camia’nın savaşı nereye kadar götürme niyetinde olduğuna dair bizatihi “Merkez”den verilen sinyali okuma niyetindeyim. 

Ne diyor Fethullah Gülen?

– Dişinizi sıkıp sabredin, diyor.

Bunu bir Camia’ya söylüyor.

Baktığımızda, Hükümetin hedefi, Camia’ya mensup sade insan değil. Hükümet devlet bünyesindeki “Paralel yapılanma”nın tasfiyesini amaçlıyor. Fethullah Gülen’in hitap ettiği Camia, sade insanlar mıdır yoksa, Devlet bünyesindeki Camia mensupları mıdır?

Yazının devamını okumak için tıklayınız,

Engin Ardıç:  Occupy Ekmel

İman-ı Ekmel, İslam-ı Ekmel, ihlası Ekmel, ihsan-ı Ekmel, rıza-yı Ekmel, yakin-i Ekmel… Allah bereket versin. Allah Ekmel kulunun sıfatlarını arttırsın. 

Bakalım, “inkısar-ı Ekmel”den sonra neler yazacaklar?

Ya da “hezimet-i Ekmel”den sonra… Yeni bir 30 Mart şamarı geliyor çünkü.

Elbette “halk cahil, eğitim şart” diyecek birkaç ahmak çıkacaktır.

Daha ziyade “seçim yarışı eşit şartlar altında gerçekleşmedi” diyenler olacaktır. Sanki CHP’nin ortalığı birbirine katmasına, dağı taşı inletmesine engel olan varmış gibi.

En çok, “CHP seçmeni küstü” diyeceklerdir.

Fakat o küskünlüğün hesabı CHP’nin başındaki zattan sorulabilecek midir? Yoksa homurdanmakla mı yetinilecektir?

Öyle ya, “tüh, yurt dışındaki seçmenlerin Tayyip’e oy vermelerine de ne güzel engel olmuştuk, gene tutturamadık” diyebilmek yürek ister.

Bence, gene birtakım haritalar çizip “kim nerede kaç aldı” muhabbetine girecekler.

Halkın plajlara, pardon “beach club”lara hücum ettiği, bu yüzden vatandaşın denize giremediği yerlerde sudan Ekmel çıkar. Bakırköy, Kadıköy ve Beşiktaş’ta da taş düşebilir, Ekmel çıkabilir!

Sanki bu bir milletvekili seçimiymiş gibi, “kıyılarda Ekmel kazandı” numarasına yatacaklar. Böylece avanaklara teselli sunacaklar. Renkli renkli haritalar yayınlanacak, “ilerici” iller maviye, kıro olduğu kabul edilen iller sarıya boyanacak. Güneydoğu da kırmızı.

Fakat kıyılar da çantada keklik değil ha… Gözlemciler “CHP’ye oy veren laik kesimdeki öfke inanılmaz” diyorlar.

Zarar yok, ben “abesle iştigal-i Ekmel”e güveniyorum. Limanlarda Ekmel, ormanlarda bin kaplan gücündedir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mehmet Barlas: Madem yüzme bilmiyordunuz, neden kavak ağacına çıktınız ki?

İanılır gibi değil… Cumhurbaşkanı seçimine dört gün kalmış… Ve MHP Genel Başkanı Bahçeli, Kılıçdaroğlu ile birlikte ortaya çıkardıkları adaylarına bağış yapılmasını isterken, ondan “Emsalettin Bey” diye söz ediyor. Kılıçdaroğlu’nun da, ortak adaylarından “Ekmeloğlu” diye söz ettiğini hatırlıyoruz.

İnanılır gibi değil… Yayınlanan birinci bedduası ile bütün imajı değişip yıkılan Pensilvanya’da mukim örgüt lideri bir beddua daha seslendirerek, Ekmeleddin İhsanoğlu’na destek verebileceğini zannediyor… “İman-ı Ekmel”, “İhsân-ı Ekmel”, “İhlas-ı Ekmel”, “Rıza-yı Ekmel”, “Yakin-i Ekmel” benzeri tekerlemelerle, 2014 yılı Türkiye’sinin siyasetine sözde uhrevi katkılarda bulunuyor.

Aslında bu tür beddualarla imajını daha da yerle bir edeceğine Bahçeli’ye “Emsaleddin” değil “Ekmeleddin” demesi gerektiğini öğretmeyi deneseydi, herhalde daha hayırlı bir iş yapmış olurdu.

Asıl komedi yakında 

Olayı eğlenceli yanı ile ele almayı denediğinizde, içinde bulunduğumuz sürecin gülünecek yanlarının hiç de az olmadığını görebilirsiniz… Ama asıl komedi, Cumhurbaşkanı seçiminin sonucu belli olduktan sonra sahnelenecek… Bu komedinin senaryosuna dönük çok başarılı bir deneme yapmıştı Salih Tuna dünkü Yeni Şafak’ta. Bir bölümünü aktarayım:

GECE / 10 AĞUSTOS 2014 / Saat: 01.45 (Kılıçdaroğlu- Bahçeli görüşmesi) 

BAHÇELİ – Bu Emsalet Bey nedir yahu, alayımızın toplamından çok az oy aldı./ KILIÇDAROĞLUSayın Bahçeli lütfen herkes kendi partisi adına konuşsun. Biz oylarımızı artırdığımızı düşünüyoruz. Bu bakımdan da çok umutlu, çok sevinçliyiz./ BAHÇELİ – Ne diyorsun sen, asıl biz oylarımızı artırdık./ KILIÇDAROĞLUÖyle olsaydı ‘çatı adayınız’ nal toplamazdı./ BAHÇELİ – Şimdi ‘çatı adayınız’ mı oldu?!/ KILIÇDAROĞLUEkmeloğlu’nu keyfimden seçmediğimizi siz de çok iyi biliyorsunuz./ BAHÇELİ – Biz keyfimizden mi seçtik sanki./ KILIÇDAROĞLUValla onu bunu bilmem, ben sonuçlara bakarım. Horoza sormuşlar, yumurta mı tavuktan çıkar tavuk mu yumurt…/ BAHÇELİ – Horozun da tavuğun da yumurtanın da ben… Söyletme beni şimdi! Bak Kılıçdaroğlu, bana o fıkralar sökmez. Bir laf söylerim anında talihsiz bedeviye dönersin. Aklını başına al.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hasan Bülent Kahraman: Bilinen ama bilinmeyen gerçek…

Bir dostumun geçenlerde söylediği gibi eğer politikayla çok içli dışlı birisiyseniz şu içinde YAşadığımız dönemin asıl heyecanlı bölümü, Cumhurbaşkanlığı seçimi bittikten sonra başlayacak. Doğru söze ne denir? Seçimin sonucu belli. Bazıları “büyük bir sürpriz olmazsa” diyor, hayır olmayacak, Başbakan Erdoğan ilk turda seçilecek. Ve gerçekten de heyecanlı bölüm başlayacak: parti nereye gidecek, kim Başbakan seçilecek, kongre nasıl geçecek, 2015 Haziranına partiyi kim taşıyacak.

Geçenlerde bir vesileyle dolaştığıM Ankara kulisleri bu soruların bazılarını yanıtlamış durumda. 2015 seçimine kadar partiyi kısa bir süre sonra atanacak Başbakan götürecek. O kişi aynı zamanda parti genel başkanı olacak.

Bu, bir “Erdoğan projesi.” Bu planlamadaki ağırlık merkezini Başkanlık Sistemi arayışları oluşturuyor. Erdoğan da bunu açık açık söylüyor. O SISTEMI Türkiye için daha uygun bulduğunu belirtiyor. Bu maksatla referandumu zorlayacak. Her şey seçimde alacağı oy oranına bağlı. Biraz daha yüksek bir oyla Erdoğan sistemi dönüştürecek adımı atacak.

Olabilir veya olamaz o ayrı mesele ama bu kurgu seçim kampanyasının gözler önünde cereyan eden yapısını doğrudan etkiliyor. Ve gene bu kampanya Türkiye’deki siyasal yapının bütün yapısal özelliklerini ortaya koyuyor.

Yayınlanan SON filmlere bakmak bile yeter. Erdoğan büyük bir kitle hareketini kampanyasının belkemiği haline getirmiş. Eski denebilecek, hamasi denebilecek özellikler taşısa bile mesela şu son “Fors”lu REKLAM filminin son sahnesi bunun kanıtı: kapı açılıyor, Erdoğan önde insanlar Çankaya’dan içeri giriyor. Bu, kampanyanın diğer parçası olan ve kitle siyasetinin en ileri örneği vatandaşların “seçiyorum” dediği filmler ve afişlerde de görülüyor.

Burada bir iddia var. Haddinden fazla popülist de bulunabilir bu yaklaşım. Ama bu söz konusu yaklaşımın niteliğINI de, hacmini de, etkisini de değiştirmez. Hatta bu yaklaşımla Erdoğan’ın on iki yıldır cereyan eden ve doğrudan partisine ait olan geçmişi dahi revize ettiği söylenebilir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Osman Can: Millet egemenliğini yine kullanamıyor

Türkiye 1963’ten beri yurtdışına kitlesel göç vermiş bir ülke. Bu tarihten beri Türkiye nüfusunun hatırı sayılır bir kısmı, bugün itibarıyla %4-6 arasında değişen bir oranı, yurtdışında yaşıyor. 

Anayasa gereği egemenlik millete ait. Demokrasi gereği de bu egemenliğin yine milletin katılımıyla kullanılması gerekir. Bunun ilk ve asli yolu seçimler ve halk oylamalarıdır. Anayasanın egemenliği tarif eden 6. Maddesi’nde yazmasa da bu böyle. 

Anayasanın 6. Maddesi egemenliğin “Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle” kullanılacağını söyler, ancak bu yetkilendirmenin sadece hukuki değil, aynı zamanda demokratik usullerle millete dayandırılması gereğinden bahsetmez. Bu da bu anayasanın antidemokratik ve vesayetçi özelliklerinden biri. 

Bu bir tarafa… 

Yine Anayasanın 79. Maddesi seçimlerin yargı organlarının genel yönetim ve denetimi altında gerçekleşeceğini söyler. Pek çok ülkede bunu parlamentolar yapar. Ancak Türkiye gibi, siyasal kararları “bağımsız” yargıya havale/delege etme takıntısının hâkim olduğu az sayıda ülkede, seçimlerin yönetim ve denetimi yargı organlarına verilir. 79. Madde bunun için Yüksek Seçim Kurulu diye bir kurul oluşturmuş. Üyeleri, 7 asıl ve 4 yedek olmak üzere, Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşuyor. Bu Kurul’un kararlarına karşı başka mercilere başvurulamaz. (Böyle denmiş olmasına rağmen geçen yerel seçimlerde YSK kararına karşı Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapıldığı ve mahkemenin de, başvuruları reddetmiş olmasa da “YSK kararlarına karşı başka mercie başvurulamaz” demediğinin altını çizelim). 

Türkiye elitlerinin yargı ve siyaset ilişkisine yaklaşımı, demokratik siyasal kurum ve süreçlere karşı kuşkulu duruşları ve mümkün olduğunca tüm temel siyasal kararları demokratik siyasetten bağımsız kurumlara devretme sevdasının ürünü olarak YSK’nın pek çok sorunlu karara imza attığına şahidiz. Özellikle kritik dönemlerde, kritik isimlerin seçimlere katılmasının engellenmesi bu bağlamda unutulmayacak icraatlardan sayılır. Anayasa Mahkemesi’nin bu süreçlere katkısı da unutulacak cinsten değil. 

Oy verme ve sayımı konusunda bugüne kadar istikrarlı ve güven verici bir tutumu olduğu şüphe götürmese de, aynı şeyi, YSK’nın seçimlerin öncesine kadarki uygulamaları konusunda ileri sürmek zor gözüküyor. 

Bu uygulamaların en çarpıcı olanı yurtdışında yaşayan vatandaşlar (YDYV) konusunda mağduriyetlere yol açıyor. Anayasanın 67. Maddesi devlete yurt dışında yaşayan vatandaşların oy kullanması için gerekli tedbirleri alma yükümlüğü yüklüyor. Bu çerçevede hatırlanırsa 2008 yılında YDYV’nin mektupla o kullanması için yasal düzenleme yapılmış, ancak bu imkân CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru üzerine iptal edilmişti. Gerekçe ise gizli oy ilkesinin ihlal edilme ihtimali…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Kurtuluş Tayiz: Cemaat‘in devraldığı ‘derin‘ miras

Yakın tarih Türkiye’si bana bir film gibi geliyor. Bu tarihimizin bir “film gibi” enterasan ve macera dolu olmasından daha çok sanırım kurgudan ibaret olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’nin ünlü gazetecileri, yazarları bombalı suikastlar sonucu öldürülüyor, cinayetlerin faili ise İran bağlantılı adı sanı duyulmayan bir örgüt çıkıyor! 

Yıldıray Oğur’un iki gün süren harika analiziyle yakından tanıdığımız Selam-Tevhid adlı örgütten bahsediyorum. Filmler de hep böyle değil midir; hayatın akışına pek uymasa da aksiyon dolu sahnelerle şaşırtır izleyiciyi. Filmi seyirciye izlettiren de bu duygudur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hükümeti’nin bir içişleri bakanı kalkıp Türkiye’nin karanlık yıllarında işlenen bütün büyük suikastların arkasında hayali bir örgüt olduğunu iddia ediyor ve ve büyük bir zafer edasıyla bu “başarıyı” kamuoyuna duyuruyor! Bu devletin bütün kurumları, medyası, hocaları suikasta kurban giden üniversiteler ise yıllarca bu açıklamayı hayretler içinde “gerçek” diye kabul ediyor! Bir çocuğun aklına bile yatmayan bu deli saçması senaryoyu bütün Türkiye içine sindiriyor.  

Selam-Tevhid, derin devletin 1990’lı yıllarda işlediği karanlık ve özel suikastların üstünü örtmek için icat ettiği bir örgütten başka bir şey değil. Bu gerçeği sanırım Türkiye’de bugün anlamayan kalmamıştır. Burada yeni olan aynı örgütün bu kez Cemaat tarafından kullanılmak amacıyla keşfedilmesi. Daha doğrusu yeniden yaratılması. Zaten yakın tarihimize film özelliği kazandıran da bu kurgusal nitelik. 

Cemaat’in derin devletin yeni sürümü olduğunun kanıtlarından biri Selam-Tevhid örgütünü yeniden kurgulamasıdır. Cemaat, 2000’li yıllarda derin devletin yarattığı, 1990’lı yıllarda işlenen bütün cinayetleri ihale ettiği bu örgütü yeniden canlandırarak, siyaseti yeniden dizayn etmeye çalıştı. Siyasileri, üst düzey bürokratları, gazetecileri, toplumun önemli simalarını bu örgütle bağlantılı gösteren bir soruşturma başlattı. Hep bir ağızdan MİT Müsteşarı için “İran bağlantılı çalışıyor”, “İran ajanı” denildiğinde bunun gerçek bir nitelik kazanacağını düşünüyorlardı ki, haksız da sayılmazlardı. Polis fezlekesi “İran ajanı” diyor, savcılık “delillere” bakıp “öyleymiş” deyip işlem yapıyor. Hâkimlerin ise “kanaatimiz bu yönde oluştu” diyerek karar vermesi bekleniyordu. Medyanın da ısrarla tekrarladığı bu hikâye daha önceki vakalarda olduğu gibi kurgu olmaktan çıkıp bir anda varlık bulacak ve gerçekçi bir nitelik kazanacaktı!  

Sanıldığı gibi derin devlet bu komployu halkın “aptallığına” veya “cahilliğine” güvenerek kurmuyor. Siyaset kurumunun zayıflığına güveniyorlar. Hatırlanacak olursa İçişleri eski Bakanı Sadettin Tantan, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı suikastlarını İran bağlantılı bir örgütün işlediğini açıkladığı sıralarda kendisine itiraz edecek tek bir muhalif ses yoktu ülkede. Yani sivil siyaseti bastırma güçlerine güvenerek çocukların bile inanamayacağı senaryolar uyduruyorlar.

Yazının devamını okumak için tıklayınız