Biz susarsak Gazze susar

Olaylar
Star gazetesinden Mustafa Karalioğlu, Ahmet Taşgetiren, Hakan Albayrak, Beril Dedeoğlu, Fadime Özkan; Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Abdulkadir Selvi, Salih Tuna, Yasin Doğan, İbrahim Tenekeci,...
EMOJİLE

Star gazetesinden Mustafa Karalioğlu, Ahmet Taşgetiren, Hakan Albayrak, Beril Dedeoğlu, Fadime Özkan; Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Abdulkadir Selvi, Salih Tuna, Yasin Doğan, İbrahim Tenekeci, Mustafa Kutlu; Sabah’tan Hasan Bülent Kahraman, Sevilay Yükseliri Engin Ardıç; Akşam’dan Murak Kelkitlioğlu, Kurtuluş Tayiz, Emin Pazarcı; Türkiye gazetesinden Melih Altınok; Vatan’dan Ruşen Çakır; Takvim’den Ergün Diler bugün gündemle ilgili önemli konuları ele alıyor.

Mustafa Karaalioğlu: Ellerdeki paralel kiri temizlenmedikçe…

Eski Türkiye ile Yeni Türkiye arasında iki köprü var; birisi Kürt meselesi, diğeri paralel yapılanma… Demokrasi, hukuk devleti ve özgürlüklerin olmazsa olmaz şartı bu iki köprünün yıkılmasıdır. İki Türkiye arasında bir bağlantı kalmamasıdır.

Devlet gücünü ele geçirerek veya paylaşarak veyahut da parça parça kendi organizasyonlarına transfer yoluyla demokrasiyi devre dışı bırakanların sonu gelmeden eski Türkiye nefes alıp vermeye devam edecektir. Bir ülke için bundan daha büyük bir tehlike, daha acil bir problem ve daha hassas bir mesele olamaz.

Nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu anlamak için paralel yapının, askeri vesayetten boşalan ünitelere pervasızca yerleştiğini unutmayalım. Toplumun kaldırmak için mücadele ettiği ve lanetlediği vesayeti, devletin derinliklerinde saklanarak sessiz sedasız üstlenmeye çalışan cüretkar bir yapının varlığını unutmayalım. Eski vesayet kurt postunda kurttu; yenileri ise kuzu postuna bürünmüşlerdi; bunu da unutmayalım.

866 bin telefon dinleyen bir yapı

Neler olduğunu da hatırlayalım… Sadece 2010-14 yılları arasında 297 bin adli dinleme 569 bin ön dinleme yapıldı. Yani “sadece” 4 yılda 866 bin telefon dinlendi. Ne kadarının sahte isim ve sahte numara kullanılarak yapıldığı hala bilinemiyor. Bütün illerde validen başlayarak şehir protokolünün sıradan dinlendiği, takip edildiği artık belgelenmiş durumdadır.

Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, MİT Müsteşarı dahil olmak üzere bütün devlet yetkililerinin dinlenip, izlenip, en gizli konuşmalarının bile servis edildiği kesinleşmiştir.

7 Şubat’ta MİT Müsteşarını hedef alan, ardından 17 ve 25 Aralık’ta açık bir darbe girişimine dönüşen girişimler, devleti ele geçirmek amacını taşıyordu; muvaffak olamadılar. Aynı günlerde MİT TIR’larını durduracak kadar kural tanımayan bu yapının, bunca nefrete rağmen hala yargı kurumlarında iktidar mücadelesi verecek kadar özgüven sahibi olduğunu da ekleyelim. Uluslararası bağlantıları da ayrıca ekleyelim.

Böyle bir devlet ve hukuk düzeni olmaz. Olamayacağı için de sistemin bu hastalıklı yapıdan gecikmeden arınması gerekir. Arınmak demek elinde vesayet kiri olan herkesin devletten uzaklaştırılmasıdır. Himaye edicileriyle, koruyucularıyla birlikte.

Bir daha akıldan bile geçirmemek üzere

Ne yazık ki paralel yapı, ilk ciddi arınma hareketi olan Ergenekon/Balyoz gibi haklı davaları bile itibarsızlaştırdı. Suçlu suçsuz, haklı haksız, darbeci mağdur birbirine karıştı. Darbe planları arkasında bazı hesaplar görüldü; bazı kadrolar zorla boşaltıldı. Hükümetin ve toplumun hassasiyetleri akıl almaz bir şekilde suistimal edildi. Tertemiz olabilecek bir demokrasi tarihinin üzerine gölge düşürüldü.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ahmet Taşgetiren: Ara dönem Ana dönem

“Ara dönem” tanımlaması, Başbakan Erdoğan’a ait. Başbakan, gazetecilerle buluştuğu her ortamda, bir, Cumhurbaşkanlığı üslubu, iki, kendisinden sonraki başbakanın kimliği üzerine sorularla karşılaşıyor. 

Cumhurbaşkanlığı üslubu üzerine mesela, son açıklaması, “Başbakan’ın koltuğuna oturmama” ama “MGK’da olduğu gibi zaman zaman Bakanlar Kurulu’na başkanlık etme” çerçevesinde oldu. “Milletin seçtiği Cumhurbaşkanı ile milletin seçtiği Başbakan’ın birlikte ve etkin biçimde çalışacağı” sözleri de Tayyip Bey’in Çankaya profilini resmediyor. Tayyip Bey’in kendisini “Teamülller”le değil, “Anayasal çerçeve” ile bağlaması da sonuçta “sınırlar”a ilişkin bir duyarlılığın ifadesi. Belli ki, göç yolda düzülürken şayet seçilirse Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan ….(?)’ın ilişkileri rayına oturacak. Tahmin edilebilir ki “Ahenksizlik” Tayyip Erdoğan’ın da isteyeceği bir şey değil. Başbakan biraz Tayyip Bey’e göre duruş belirleyecek, Tayyip Bey “ahenksizlik beklentisi”ni beslememe hassasiyetini kuşanacak ve bir denge bulunacak.

Denge bulunacak da, bu noktada Başbakan’ın kimliği de hayati önem taşıyor. Herkes, şu ana kadar Tayyip Bey tarafından konulan işaret taşlarına göre bir kişileştirme çabası sergiledi.

– Başbakan ile parti başkanı aynı kişi olsun. 

– Üç dönemden vazgeçilmesin.

– Erken seçim olmasın.

Bu üçü bizzat Tayyip Bey tarafından seslendirilmiş bulunuyor.

Bir de Başbakan’ın milletvekili olması anayasal şartını dikkate aldığımızda, bir tür “olmayana ergi” metodu ile kimler olamayacak sorusunun cevabı çıkıyor.

Davutoğlu bunlara “Geçici olmasın” görüşü ile yeni bir madde ilave etmiş idi. O da 2015 sonrasına ilişkin bir tanımlama niteliği taşıyordu.

Başbakan Erdoğan, basın mensuplarıyla son buluşmalarında yaşanacak süreci anlatırken bir “Ara dönem” sözü etti. Anlaşıldığı kadarıyla ara dönem, kendisinin Cumhurbaşkanı seçilmesinden ve bunu takiben, parti başkanlığından ve başbakanlıktan ayrılmasından başlayıp, 2015 genel seçimlerine kadar geçen dönemi kapsıyor. Bu ara dönem, bir şekilde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün siyasi geleceğini de ilgilendiriyor. 

Başbakan A Haber’deki programda Mehmet Barlas’ın sorularını cevaplandırırken, süreci, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün durumunu da içerecek biçimde şöyle özetledi:

– Seçilme halinde 28 Ağustos’ta mazbata alınacak. Yemin edip, resmen Cumhurbaşkanı olunacak. Parti başkanlığı bitecek. Bir Başbakan atanacak. Parti 45 gün içinde genel kurul yapacak ve başkanını seçecek. 2015’e kadar ara dönem böyle devam edecek.

– Tabi ben hep şu tehlikeden korktum, yani insan olarak hepimiz nefis taşıyoruz, yani birilerinin tahriki, birilerinin teşvikiyle, yani Allah muhafaza böyle bir yanlışın içine düşülebilir ki bu çok büyük bir tehlike olur. Bundan parti de kaybeder, ülke de kaybeder. Cumhurbaşkanımızla bu konuların hepsini A’dan Z’ye görüştük. Ama şu anda bizim için en önemli dönem şu ara dönem. Bu ara dönemin de süresi zaten 10 ay. 10 aylık süreden sonra zaten cumhurbaşkanımızın siyasete geri dönme gibi bir arzusunun olması halinde buna AK Parti içinde kimse ‘Niye dönüyorsun’ demez, ‘dönme’ demez. Böyle bir şey zaten mümkün değil. Ama ara dönem için böyle bir tahrik olayının içine birilerinin girmesini doğrusu yanlış bulurum.” 

“Ara dönem” ifadesi, bir bakıma, “Geçici başbakan” formülünü hatırlatıyor ve bu dönem için, mesela “Üç dönem çerçevesi”ne giren birisinin de Başbakan olabilmesini imkan dahiline sokuyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hakan Albayrak: İsrail’e askerî harekât

“Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etti” deyip Irak’ı bombaladılar. “Halkını eziyor” dediler, yine bombaladılar.

Afganistan’ı da “Masum sivilleri öldüren teröristleri barındırıyor” diyerek bombaladılar, hâlâ bombalıyorlar.

İsrail’in Gazze halkını katliamdan geçirmesi, minnacık çocukları bile taammüden öldürmesi karşısında ise kılları kıpırdamıyor.

Türkiye, Birleşmiş Milletler’i ve NATO’yu İsrail’e karşı askerî harekâta çağırmalı. Bu çağrıya elbette uyulmayacaktır, ama Uluslararası Toplum’un İsrail’e karşı askerî harekâtını telaffuz ederek bir tabuyu yıkmakta, böyle bir şeyi konuşulup tartışılır hale getirmekte fayda var.

“Uluslararası Toplum İsrail’in askerî unsurlarını bombalamalı” desin Türkiye. Sonra da desin ki: “Uluslararası Toplum bunu yapmayacaksa, uluslararası meselelerde hakkın-hukukun üstünlüğünü genel olarak da fiilen savunmayacaksa, yeni bir Uluslararası Toplum kurulur. Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın yerine hakka-hukuka bağlı yeni bir teşkilatın, diyelim ki Birleşmiş Ülkeler Teşkilatı’nın teşkil edilmesi için behemehal harekete geçiyoruz.”

Uzun hikâye, ama yaşanması gereken bir hikâye.

Kısa vadede yapılabilecek şeyler de var.

Mesela, İHH Başkanı Bülent Yıldırım’ın teklif ettiği şey: Filistin’i devlet olarak tanıyan İslam ülkeleri ikili anlaşmalar çerçevesinde Filistinlilere resmen silah yardımında bulunsun.

Hepimiz gibi “Artık yeter!” diyen Yıldırım, Suriye’deki devrim ordularının İsrail’e yönlendirilebileceğini de söylüyor.

Ve Mavi Marmara’nın yeniden Gazze yoluna düşebileceğini…

Ve hükümet tarafından ilan edilen “Doğu Akdeniz’de seyrüsefer özgürlüğünü koruma kararlılığı”nın gereği olarak Mavi Marmara’ya savaş gemilerinin eşlik etmesi gerektiğini, bunlara yönelik bir İsrail saldırısının savaş anlamına geleceğini…

Radikal sözler.

Gazze halkına uygulanan korkunç ötesi şiddetle, vaziyetin dehşetengizliğiyle gayet mütenasip sözler ama.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Beril Dedeoğlu: Malezya uçağı ve Gazze: İki farklı dünya

En az iki farklı dünya olduğuna kuşku yok. Birinin basın dünyası ve kamuoyu öncelikle düşürülen Malezya uçağıyla ilgileniyor, diğerinin gündem başlığında ise Gazze var.

Düşen uçağı öne alan dünyada Gazze konusu, İsrail saldırısı olarak ele alınıyor ve çoğu yerde ikinci haber niteliğinde. Gazze’den genel olarak yıkılmış bina görüntüleri veriliyor, resimlerde insan yok. Ölen insanlar birer rakam niteliğinde. Üçüncü başlık ise, Montreal, Paris, Londra ya da başka ‘Batı’ başkentlerindeki İsrail protestoları oluyor. Hani sanki İsrail’in esas kusuru bu kentlerdeki halkı tahrik etmekmiş gibi.

Gazze’yi öncelikli gören kamuoylarında ise, düşürülen Malezya uçağı, Mart ayında kaybolan Malezya uçağı muamelesi görüyor. Aksilikler sürekli Malezya havayollarının başına geldiği için kanıksama mı oldu, bilinmez. Ancak Filistin’i öne çeken dünyada bu uçakla ilgili haber ve görüntülerde genel olarak enkazın yer aldığını, olası şüphelinin resminin yayınlandığını, yani insanlardan söz edilmediğini vurgulamak gerekiyor. Ölen insanlar sadece rakam niteliğinde.

Ölenler kim?

Dünyalardan birinde uçağı vuran füzenin nereden atıldığı, kimin emir verdiği tartışılıp duruyor. Bu arada yanlışlıkla mı vuruldu yoksa kasten mi düşürüldüğü konusu da Batı basınında yer alan temel konular. Ölen kişilerin öyküleri hüzünlü yayınlarda dönüp duruyor. Uçak enkazının yağmalanması, hiçbir önlem alınmadan pervasızca insanların ölüler arasında gezinmesi, cesetlerin günler sonra morglara götürülmesi gibi skandallar da sürekli haber yapılıyor. Uçağın kara kutusunun kime teslim edileceği tartışması da cabası.

Düşen uçakta ölenlere üzülmemek mümkün değil ve üzülmek için de ölenlerin kimliklerini değil sadece masum insanlar olduklarını düşünmek yeterli.

Ancak yapılan yayınlar yoluyla, ölenlerin kimlikleri öne çıkmış vaziyette. Yani Gazze’de ölenlerin tam tersine.

Filistin’de ölenlerin sadece bazılarının yaşları hakkında fikrimiz var, kim olduklarını ne yaptıklarını bilmiyoruz. Aslında bilmek de gerekmiyor, öldürülüyor olmaları üzülmek için yeterli. Ama Malezya uçağını öne çıkaran yayınlara bakıldığında, insan sanki o uçakta ölen canların daha değerli olduğu hissine kapılıyor.

Öldürenler kim?

Malezya uçağını öne çıkaran dünyada gözler Rusya’ya, Gazze’yi öne çıkaran dünyada gözler ABD’ye yöneliyor. Ukrayna’daki Rusya yanlılarının adeta çoktan ayrı bir devlet kurduklarını, Rusya’nın burayı cephaneye çevirdiğini, Ukrayna’nın da çaresiz kaldığını anlıyoruz. Öte yanda ise İsrail ne yaparsa yapsın, ne kadar silah kullanırsa kullansın hepsinin meşru müdafaa sayılmasını sağlayacağını bir kez daha idrak ediyoruz.

Ukrayna Rusya’sız, İsrail ABD’siz açıklanamaz, sonuç bu. Uçak üzerinden Rusya’ya, Gazze üzerinden ABD’ye baskı uygulamak için çok uygun bir konjonktür. Ancak, hem Ukrayna hem İsrail ‘Batı’ya bakıyor. Ukrayna çaresizliğini vurgulayarak, İsrail de radikalizmle mücadelesine destek isteyerek. İsrail’e ABD arka çıkmasa, Rusya; Ukrayna’yı Rusya sahiplenmese ABD hemen devreye girecek. Dolayısıyla İsrail ve Rusya yanlıları için ikinci bir seçenek var ve esas hamilerine bir tür şantaj yaptıkları ileri sürülebilir.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Fadime Özkan: Biz susarsak Gazze susar

Başbakan Erdoğan’ın dün Mecliste AK Parti Grubu’yla yaptığı toplantı pek çok açıdan tarihi öneme sahipti. İlk söylenmesi gereken bunun bir veda buluşması olmasıydı elbette. 10 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı seçilmesi halinde, 12 yıl önce enkaz halinde devraldıkları Türkiye’yi bugünkü haline getirmek için omuz omuza verdiği arkadaşlarıyla Meclis çatısı altında başbakan, genel başkan sıfatlarıyla bir araya gelemeyecek çünkü.

Toplantıyı tarihi kılan diğer yön ise dünün 22 Temmuz olması idi. TBMM’ye cumhurbaşkanı seçtirmemek için yapılan kirli müdahalelerin hukuk içinde cevaplanmasının ve AK Parti’nin seçimlerden oyunu artırarak çıkmasının yıldönümü yani. Millet üzerinde hala vesayet kurabileceklerini zannedenlerin tuzaklarının başlarına geçmesinin, vesayetten tırsan bir zamanlar ülke yönetmiş DYP, ANAP gibi merkez sağ partilerin sandıkta can vermesinin yıldönümü.

Seçilmiş hükümetlerin hükmetmesini önlemek için tesis edilmiş cumhurbaşkanlığı makamını Abdullah Gül gibi Kemalist Cumhuriyetin üretim hatası kabul edilen, ‘vatandaş’tan değil ‘halk’tan sayılan birine kapatmak için mitingler düzenletip ‘başörtülüler Çankaya’ya çıkamaz’ sloganları, ‘genç subaylar rahatsız’ manşetleri attıranlara kapak olmasının yıldönümü.

İşte bu badireleri halk desteğiyle aşmayı başarmış bir siyasi liderin cumhurbaşkanı olmak için ayrılırken grubuyla böyle bir günde vedalaşması kaderin hoş bir cilvesi elbette. 

Şahit ol Yarab!

Ama Başbakan’ın konuşmasını mahşeri anlamda tarihi kılan asıl bölüm Gazze ile ilgili söyledikleriydi. En temelde bir dine inananların inandıkları dinin buyruk ve tavsiyelerinden, inandıkları Yaradan’ın mutlak adalet vaadinden, inanmayanların ise içlerindeki vicdan yasasından tanıdığı bir büyük hakikatin şahidiyiz çünkü tam da bu günlerde.

Siyonistler hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde cehennemi hak edebilmenin gereğini Gazze’de çocuk öldürerek yerine getirirken koca bir dünya susmakta. Buna izin vermekte.

Dünyanın, insanlığın, ümmetin çok ciddi bir ‘İsrail sorunu’ olduğu kesin. Bu sorunun serinkanlı analiz gerektiren pek çok boyutu olduğu da…

Lakin öyle bir zaman, öyle bir hal ki bu, serinkanlı olmak imkansız.

Gözümüzün önünde öldürüyor çünkü İsrail. Elimiz ermiyor, kurt kuzuyu kapıyor, dünya ısrarla susuyor, insanlıktan çıkmak karşılığında İsrail vatandaşı olabilenler zevk içinde dans ederek kutluyor çocuk ölümlerini. İsrailli vekiller çocuklarla birlikte annelerini de öldürmekten bahsediyor, İsrailli akademisyenler Gazzelilerin annelerine kız kardeşlerine tecavüz etmeyi öneriyor, İngiltere 600 Gazzeli için tek kelime etmezken 13 İsrail askeri için resmi gözyaşı döküyor, uluslararası kurumlar tıss…

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Karagül: Büyük operasyon ve o konuşmalar..

– Yurtdışından talimat geldi mi?

– Başbakan’ı ne zaman alıyoruz?

– Nefes aldırmayacağız onlara..

– Kabineyi toplayacağız burada..

Galiz küfürler, hakaretler, çirkinlikler, laubalilikler, arsızlıklar…

Başbakan’ı dinleyen emniyet mensuplarının, yani ‘paralel örgüt’ üyelerinin kendi aralarındaki yazışmalarından örnekler bunlar.

17 Aralık operasyonunu yapan ekibin adamları söylüyor bu sözleri. Birbirleriyle bunları konuşuyorlar. Bakanlar Kurulu’nun her üyesini gözaltına alıp, kabineyi emniyette toplayacaklarmış!

Onlar operasyonel güç. Dinliyorlar. Bu ülkenin ne kadar mahremi varsa izliyorlar. Başka operasyonel güçler dosyalar hazırlıyor. Başkaları gözaltılar yapıyor. Başkaları mahkeme işlerini ayarlıyor. Proje böyle yürüyor.

Kim bilir daha neler var.. O konuşmalarda daha ne ihanetler var? Devletin zirvesindeki isimleri dinlerken kendi aralarında neler söylüyorlar? Bu bilgileri hangi ülkeye nasıl servis ediyorlar?

Daha çok şey çıkacak ortaya. Öyle görünüyor.

Ortalığa saçılan pislikleri görünce kahroluyoruz. İşbirliği yaptıkları ülkenin çıkarlarını ülkemizden üstün tutan, Türkiye’nin vergi ve imkanlarıyla o ülkelere çalışan ihanetin ayrıntıları ortaya çıkınca nutkumuz tutuluyor.

YURTDIŞINDAN KİMDEN TALİMAT GELİYORDU?

Kimlerin talimatıyla devletin polisi ülkenin Başbakanı’nın bileğine kelepçe takacaktı? Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı ile böyle hesabı olan güçlerle bu insanların arasında nasıl bir ilişki vardı?

Yurtdışından talimatlar kimler üzerinden buradaki operasyonel ekiplere iletiliyordu? Cemaat üzerinden mi, başka bir hiyerarşik ilişki üzerinden mi?

Devlet içinde yuvalanan ve devlet imkan ve gücünü kullanan bu yapı, devleti ele geçirme arzusuyla gemileri yakmış, herkesi düşman bellemiş, herkese tuzaklar kurmuştur.

Başbakan’ı dinerken böyle konuşuyorlardı. Cumhurbaşkanı’nı, Genelkurmay Başkanı’nı, MİT Müsteşarı’nı, devlet iktidarını oluşturan isimleri dinlerken neler diyorlardı acaba?

Kripto telefonlar üzerinden bu telefonların verildiği herkesi dinlemişler. Başbakan’ın yabancı ülke liderleriyle konuşmalarını dinleyip başka ülkelere servis ederken neler konuşuyorlardı acaba? Nasıl bir pervasızlık vardı sözlerinde?

Türkiye ile alay mı ediyorlardı? Herkesi aptal yerine mi koyuyorlardı? Nasıl bir gözü dönmüşlük, güç sarhoşluğu ile hareket ediyorlardı?

Başbakan ile Mahmud Abbas’ın görüşmesini kayda alıp İsrail’e servis etmişler.

Gazze’de kıyımların yaşandığı bir dönemde bu gerçeği öğrenmek yeterince yürek dağlayıcı.

Bunu yapanlar, Gazze’de öldürülen o çocukların katilidir!

Neocon ve İsrail aşırı sağına mensup efendilerine hizmet etmek için ülkeyi sattılar, kurumları sattılar, değerleri sattılar, Filistin davasını sattılar, Müslüman dünyada değer verilen ne varsa pazarlık malzemesine dönüştürdüler.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Abdulkadir Selvi: ‘3 G’ formülü ve Başbakan’ın istemedikleri

Boynunda Filistin poşusuyla konuştu kürsüde.

Özal Cumhurbaşkanı adayı olduğunda, ‘Kendimi size emanet ediyorum’ demişti.

Erdoğan, ‘Veda ederken gözümün arkada kalmadığını bilmenizi isterdim’ dedi.

Başbakan kendi elleriyle kurup, iktidara taşıdığı partisine veda ederken gözler yaşlıydı.

Veda ederken, duyguluydu.

Başbakan konuşurken salonu süzdüm. Kadın milletvekilleri ağlıyordu. Erkek milletvekilleri gözyaşlarını gizlemeye çalışıyorlar ama başarılı olamıyorlardı.

O salonlarda Özal’ın vedasını da Demirel’in ayrılışını da izledim.

Hepsinden farklı tablolar yaşanmıştı.

’13 yıldır sizlere bu kürsüden seslendim’ diye konuşmaya başladı Erdoğan.

’13 yıla baktığımızda bu kürsünün şerefini, onurunu muhafaza ettik’ dedi.

Allah şahittir.

Millet şahittir.

En çok da o kürsü şahittir ki,

İslam’ın eğilmez başı oldu.

Milli iradenin gür sesi.

Mazlumun hamisi.

Milletin kürsüsünün onurunu her zaman korudu.

Milli iradenin hukukunu muhafaza etti.

Allah şahittir ki, biz ondan razıyız.

Allah da ondan razı olsun.

Yolunu, bahtını açık eylesin.

Bir mücadelenin simgesiydi o.

Semboldü, bayraktı.

Şimdi o simge Çankaya’ya çıkıyor, şimdi o bayrak Cumhurbaşkanlığı makamına dikiliyor.

Recep Tayyip Erdoğan çıkmıyor sadece Çankaya Köşkü’ne.

Onunla birlikte bir mana yürüyor Çankaya’ya.

Gazze’nin yetimi Yasin, Kahire’nin şehidi Esma çıkıyor oraya.

Kimsesizlerin kimsesi, yoksulların sesi, İslam’ın muzaffer bir evladı çıkıyor Cumhurbaşkanlığı’na.

Başbakanlığa veda, Cumhurbaşkanlığı’na hoş geldin arasında bir tabloydu yaşanan.

Erdoğan Cumhurbaşkanlığı’na çıkarken, partisini de aynı değerlerin hakim olacağı şekilde dizayn ediyor.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Salih Tuna: Ey değişik!

Ey değişik!

Graham E. Fuller geçenlerde BCC Türkçe’nin bir sorusuna verdiği cevapta, ‘Ben şahsen, Gülen’in ABD ve İsrail politikalarını eleştirmekten kaçınmasının hata olduğunu düşünüyorum…’ demişti.

Kim mi Graham E. Fuller?

CIA’nın eski haber alma konseyi başkan yardımcısı.

Dahası, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı kurucusu ve eski başkanı Latif Erdoğan’ın iddiasına göre, Gülen’i ABD’ye götüren ajan…

Fuller’in söylediği gayet açık; nasıl desem, tabiri caize, ‘kelam-ı icazet.’

Yani…

‘Kalabalıklarda düşmanımsın sen benim / tenhalarda sen benimsin ben senin…’ muhabbeti.

Yani…

‘Hadi rahat olun, gevşeyin; yanlış anlamamız mümkün değil sizi; itibarınız için arada bir de olsa film icabı eleştirin bizi’ demeye getiriyor.

Haliyle…

Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın geçen günkü ‘Ey zalim!’ başlıklı yazısını görünce, ‘aha başladılar’ dedim.

Çünkü…

Filistinli çocukların göğüslerini parçalayan İsrail mezalimini yerden yerde vurduğunu sandım.

Yanılmışım ki ne kadar!

Dinli – dinsiz vicdan sahibi herkesin ‘zalim’ diyerek mahkûm ettiği ‘İsrail terör devleti’ yerine, mahut zulme bütün bir yeryüzünde en sert tepkiyi gösteren Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ve Başbakan Erdoğan’ı hedefe koymuş.

Peki Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı hangi ara zalim oldu?

Ekrem Dumanlı’nın 27 Nisan 2007 e-muhtıra dönemini anlatmaya çalıştığı bir ‘senaryoyu’ okumuştum. (Senaryo tekniği bakımından müsamere düzeyinde, lakin mevzumuz o değil.) Erdoğan’ın demokratlığını bu senaryoda öyle öve öve bitiremiyor ki, bir gecede ‘darbesevicilerle’ aynı dili kullanarak ‘yandaş’ demeye başladıkları köşe yazarlarını toplasak bu kadar ‘güzelleme’ yapmayı başaramazlar.

Demek ki o dönemlerde ‘zalim’ falan değildi.

O halde tekrar soralım: Başbakan Erdoğan ve AK Parti Hükümeti ne zaman ‘zalim’ olmuş?

Kuddusi Okkır 2008’de cezaevinde öldüğünde veya 2009’da Türkan Saylan’ın evi arandığında mı?

Sağ görüşlü olduğu bilinen Hanefi Avcı bir kitap yazdı diye yasa dışı komünist bir örgüte üye olmaktan 2010’da içeri tıkıldığında mı yoksa?

‘Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları’ kitabının müellifi Nedim Şener ve Ahmet Şık 2011’de tutuklandığında mı? (Ki, Ahmet Şık o vakitler henüz piyasaya çıkmamış kitabı yüzünden tutuklanmıştı.)

İyi de, Ekrem Dumanlı ve mensubu olduğu medyanın alayı bütün bu ‘uygulamaları’ yere göğe sığdıramamıştı.

Hatta bu ‘uygulamaların’ zulüm olduğunu dercettiğim için, ‘Burada olan, kara propaganda seylâplarına kapılarak sağa sola savrulan bazı iyi niyetli insanlara oluyor…’ demişti.

Özel Yetkili Mahkemelerin astığı astık kestiği kestik dönemde, mesela, KCK’lı belediye başkanlarının ‘toplama kamplarını’ çağrıştıracak şekilde kelepçelenip hapishanelere doldurulduğunda Türkiye özgürlükler ülkesiydi, Türkiye’yi yönetenler de en büyük demokratlardı, sonra zalim oldular öyle mi?

O halde tekrar soralım: Başbakan Erdoğan ve AK Parti Hükümeti ne zaman ‘zalim’ olmuş?

Kuddusi Okkır 2008’de cezaevinde öldüğünde veya 2009’da Türkan Saylan’ın evi arandığında mı?

Sağ görüşlü olduğu bilinen Hanefi Avcı bir kitap yazdı diye yasa dışı komünist bir örgüte üye olmaktan 2010’da içeri tıkıldığında mı yoksa?

‘Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları’ kitabının müellifi Nedim Şener ve Ahmet Şık 2011’de tutuklandığında mı? (Ki, Ahmet Şık o vakitler henüz piyasaya çıkmamış kitabı yüzünden tutuklanmıştı.)

İyi de, Ekrem Dumanlı ve mensubu olduğu medyanın alayı bütün bu ‘uygulamaları’ yere göğe sığdıramamıştı.

Hatta bu ‘uygulamaların’ zulüm olduğunu dercettiğim için, ‘Burada olan, kara propaganda seylâplarına kapılarak sağa sola savrulan bazı iyi niyetli insanlara oluyor…’ demişti.

Özel Yetkili Mahkemelerin astığı astık kestiği kestik dönemde, mesela, KCK’lı belediye başkanlarının ‘toplama kamplarını’ çağrıştıracak şekilde kelepçelenip hapishanelere doldurulduğunda Türkiye özgürlükler ülkesiydi, Türkiye’yi yönetenler de en büyük demokratlardı, sonra zalim oldular öyle mi?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Yasin Akdoğan: Seri katil sapıklığı…

Savaşın da bir ahlakı vardır. Hayatı ahlaklı olarak yaşamayanlar savaşı da ahlakla yapamazlar. Onuruyla savaşamayanlar ise onuruyla barışamazlar.

İnsanlık onurunu ayaklar altına alarak bebek katliamı yapanlar, onursuz ve korkak bir şekilde yaşamaya mahkumdurlar.

Peygamber Efendimiz ‘Yaşlılara, kadınlara, çocuklara, kendisini ibadet ü tâate vermiş ruhbanlara ve mabetlere ilişmeyiniz. Ağaçları yakmayınız. Hayvanlara dokunmayınız. Ve servetleri heder etmeyiniz’ buyurmuştur. İslam’a göre savaşta yaşlı, kadın, çocuk ve din adamlarının dışında düşman yanında olan hizmetçiler, işçiler, elçiler ve rehineler de öldürülmez.

Savaşta zulmetmemek, insanlık şerefini ayaklar altına almamak, nefreti derinleştirmemek önemsenmesi gereken hususlardır.

İsrail’in Filistin’e yönelik kirli saldırısı, bir devlete veya örgüte karşı değil bir halka ve insanlığına karşı ahlaksız bir savaşa dönüştü. Çocukları, kadınları, sivilleri, yaşlıları öldürmek ancak canilerin, hiçbir kural tanımayan ahlaksızların işidir.

İsrail hükümeti kendisini her türlü din, ahlak, gelenek gibi ölçüden azade sayıyor. Bu seçilmiş ırk takıntısı, herkesi haşerat gibi gören, bu yüzden de öldürmeyi mübah sayan bir sapkınlık üretiyor.

İsrail’in yaptığı zulüm bir dinle ilgili olmaktan ziyade insanlıkla ilgili bir sorundur. İnsan kalmayı becerebilmek belli ölçülere, değerlere bağlı kalmayı gerektirir. Kayıtsızlık, keyfilik üretir. İsrail devleti açıkça insanlığa ve insani değerlere savaş açmış durumda.

Minicik yavruları acımasızca katletmek nasıl bir canavarlıktır?

Masum sivilleri, yerleşim yerlerini yerle bir etmek nasıl bir vurdumduymazlıktır?

Hastaneleri, ibadethaneleri bombalamak nasıl bir vicdansızlıktır?

Hastanedeki yaralıları öldürmek neyle izah edilebilir?

Bu, vahşetten, gözüdönmüşlükten, terörden daha beter bir şey. Bu, açık bir sapkınlık… İnsanlıktan, insani değerlerden açık bir kopuş…

İsrail hükümetinin yaptıklarını herhangi bir ahlaki ölçüyle izah etmek mümkün olmadığına göre ortada ciddi bir psikolojik rahatsızlık olmalı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Mustafa Kutlu: Huşû

Toprak uyandı. Çimen, çiçek göründü; tomurcuk patladı. Kuru yer, kuru dallar canlanıverdi. Yaprağın yeşili nasıl da parlıyor, baştan ayağa beyaza bürünmüş şu erik ağacı ılgıt ılgıt esen yele neler söylüyor, kuşların cıvıltısı böcek seslerine nasıl karışıyor, derecikler hangi ilahiyi mırıldanıyor? Şu sevdalı bulut nereye gidiyor?

Dağ nasıl yumuşuyor, güneş nasıl ısıtıyor, tabiat bir ‘ân’dan, bir ‘ân’a nasıl geçiveriyor. Bütün mahlukat nasıl nefes alıyor; nasıl hep beraber kıyama kalkıyor, rükuya varıyor, secdeye kapanıyor?

Bir mucizenin orta yerindeyim. Yalnızım.

Bir çayırı yarıp geçen patikanın orta yerindeyim. Ayakucumda karıncalar, etrafımda arılar, kelebekler.

Öylece, hareketsiz, büyülenmiş bir halde ürperiyorum. Varlığının farkında olamayacak derecede kendini karşısında bulunduğu şeyin heybet ve cazibesine kaptırmış durumdayım.

Boyun bükmüş, teslim olmuşum. Bu harikulade oluşumun her noktası, her zerresi, her görüntüsü, her salınışı, her sesi, her kokusu beni heyecan, saygı, sevgi ve korku ile sarıp halsiz bırakıyor.

İlahî ‘ol’ emrinin oldurduğu bu hadsiz hesapsız manzara, bu ölçüye-tartıya (dolayısıyla beşerin ilimine-bilimine) sığmayan, kavranamayan tablo beni hayretten hayrete fırlatıyor.

Huşû bu mu?

Huşû için üzerinde Allah lafzı yazan bir karpuz çekirdeğine ihtiyaç var mı? Karpuzun yaprağı, meyvesi, rayihası, rengi, tadı yetmiyor mu?

Bir damlacık su, bir kar tanesi, bir çift kiraz, bir çocuk gülümsemesi, bir kumru iniltisi yetmiyor mu?

Vakarla susan kayaların, denizde yüzen balıkların, yumurtayı çatlatıp çıkan yavruların, göçe hazırlanan göçmen kuşların; ayın, yıldızların, göldeki kamışların kalp atışları duyulmuyor mu?

Duyuluyorsa eğer.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

İbrahim Tenekeci: İnsanlık ve Yahudilik

John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar isimli eserini çağrıştıran bu başlık bana ait değil. Nurettin Topçu’nun.

Topçu, 1967 yılının temmuz, ağustos, eylül aylarında birer yazı yayımlıyor. Sırasıyla: İslâm Davası ve Yahudilik, Para ve Yahudi, İnsanlar ve Yahudiler. (Ahlâk Nizamı, Dergâh Yayınları) Bu yazılar, Altı Gün Savaşı’ndan, Mısır’ın çöküşünden hemen sonra yazılmış. Müslümanca bir öfke, soylu bir çıkış, onurlu bir duruş.

Bu yazılarda, yahudiler, ‘insanlığın edebi çilesi’ olarak tanımlanır: ‘Mutlak hakikat binasına çeşitli iddialarla saldırıp yıkmaya çalışanlar.’ ‘Ahlak değerlerini büsbütün inkâr edenler.’ ‘Kanlı ve günahkâr eller.’ ‘Hayrın yerine geçen şer.’ Bunlar hep yahudi.

Şimdi, bu üç yazıdan aldığımız bazı cümleleri beraber okuyalım.

İnsanlar ve Yahudiler: ‘Vicdanı azapsız kavim, madde dünyasında olduğu kadar, ruh ve düşünce dünyasında da insanlığa yapabileceği bütün zulmü yapıyor.’ ‘Yahudi kavmi, insanlığın kalbi ve ruhuyla bağlandığı her güzel şeyi, her sağlam temeli, her kurtarıcı hakikati yıkmak için dünyaya gönderilmiştir.’ ‘İnsanlara ve insanlığa fenalık yapmak, yahudide sanki bir içgüdüdür.’ ‘Yahudi, şer ve fitneye bulaşmadan yaşayamaz.’

Para ve Yahudi: ‘Şüphe yok ki Allah, yahudi kavmini, insanlığın başına musibet olmak için yaratmıştır.’ ‘Yahudinin zehirli elinin uzanmadığı hayat, onun çürütmek istemediği cemiyet yoktur.’

İslâm Davası ve Yahudilik: ‘Yahudi âfetlerine karşı İslâm’ın bizzat kendi ruhunda deva arayalım.’ ‘İsrail orada durdukça, İslâm ve Türk dünyası tehlikededir. İstikbâl ya birinin, ya ötekinindir.’

Bize deniliyor ki, siyonistler ile yahudiler aynı şey değil. Bir bakalım:

Bütün bu katliamları, utanç verici işleri yapanlar kimler? Siyonistler. Onlar kim? Müslüman mı, hıristiyan mı? Hayır, yahudi. O halde, insanlık katillerini tanıyalım. İşte bu andan itibaren, ‘yahudi düşmanlığı’ denilen tehlikeli alana girmiş oluyorsunuz. Katiller, kanunla korunur mu? Korunuyor.

‘Bir kurşunla iki can’ diyerek hamile kadınların öldürülmesini teşvik eden kim? Hayatını kaybeden yüzlerce masumun üzerinde ölüm dansı yapan? Bütün insanî değerlerden uzak olan? Elcevap: Yahudiler.

Onca kötülüğün, zulmün, kahredici görüntünün bir bedeli olmasın mı? İsteniyor ki, olmasın. Yahudi, her dilediğini yapsın, buna karşılık, burnu bile kanamasın.

İsrail, sivilleri katletsin ve bunun adına ‘kendini savunma’ densin. Filistinliler, işgalin askerlerini öldürünce de ‘terör’. Böyle bir adalet! Bir düşünün: Masum birini döverken eliniz inciniyor ve bundan dolayı karşınızdaki garibi suçluyorsunuz. Dayanılır gibi değil.

Ve vahşi batı. Öldürülen bir ülke dolusu sivili görmeyip de korkan bir yahudi anneyi haber yapmak. Böyle bir vicdan! İnsanlık tarihi boyunca, haysiyetsizlik, hiç bu kadar ucuz olmuş mudur? Sanmıyorum.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Hasan Bülent Kahraman: Gül, Erdoğan ve siyaset

Biraz kendi “Cumhurbaşkanlığı tarihimi” gözden geçirip paylaşmama izin verir misiniz? Önce Demirel’in Cumhurbaşkanlığındaki görev süresinin uzatılmaması gerektiğini, bu kararın Meclis’ten asla geçirilemeyeceğini yazdım. Uzun bir yazı maratonuydu. Olaylar beni doğruladı.

Ardından Sezer’in Cumhurbaşkanlığının Türkiye’de büyük sıkıntılar yaratacağını öne sürdüm.

Yargı bürokrasisinin başındaki birisinin Cumhurbaşkanı seçilmesinin tepeden tırnağa yanlış olduğunu savundum. O tarihte bu görüşlerime çok itiraz edildi. O muarızların birisi yıllar sonra bir uçak yolculuğunda sanki seçilmesini savunmamış gibi Sezer’den yakındıkça yakındı. Geçmişi hatırlatınca, haklısın dedi, özür diledi.

Sonra 2007’de Tayyip Erdoğan’ın değil Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı olacağında ısrar etmiştim. Bu konuyu işlediğim ısrarlı yazılarımın neticesinde ABD’deki önemli düşünce kuruluşu Brookings’e davet edildim. Orada da aynı şeyleri söyledim.

Değerlendirmem doğru çıktı.

Geçmişte bu çizgiyi izlememi zorunlu kılan bir tek parametre vardı: Türkiye, Demirel’in görev süresini uzatmayarak, Sezer’i aşarak, Gül’ü Cumhurbaşkanı seçip Erdoğan’ı Başbakanlıkta tercih ederek demokratikleşmesini adım adım tamamlıyordu.

Kararları elbette kişiler alır. Gül ve Erdoğan kimin Cumhurbaşkanı olacağını 2007’de de 2014’te de konuştular. Şimdi Başbakan da bunu dile getiriyor. “A’dan Z’ye kadar konuştuk” diyor. Karar sonunda onların kararıdır. Ama o kararı oluşturan onların da zaman zaman fark etmedikleri, kararlarını dolaylı olarak etkileyen toplumsal oluşumlar, koşullar var. Olayları bu çerçeveden gören bir geleneği benimsemişimdir. O nedenle kararları belirleyen sınıfsal koşullar her şeyden daha önemlidir benim için.

Sınıf ilişkileri sermaye ilişkileridir. Bu kadar basittir. Bu kadar karmaşıktır. Söz konusu karmaşık doku Ak Parti içinde de etkilidir. Önce Anadolu- İstanbul sermayesi olarak başladı bu kurgu. Sonra Anadolu’nun büyük sermayesiyle küçük sermayesi arasındaki etkileşim içinde devam etti. Buna Ak Parti gövdesini biçimlendiren büyük alt sınıf kitlesini ekleyin. Buna yeni orta sınıfları ekleyin.

Böyle bakınca Ak Parti hareketinin çeperlerden merkeze doğru ilerleyen bir yürüyüş olduğunu görmek gerekir. Sadece son on, hatta yirmi yılın büyük nüfus hareketleri bunu anlamaya yeter. Fakat tek başına bir belirleyici değil bu. Onun yanına uluslararası büyük sermayenin Türkiye’deki kımıldanışını koyun.

Ak Parti bu iki büyük hareketi iç içe geçirmeyi bildi. 2007’de kırsal alanın, kent çeperlerinin hareketini devam ettirmek için partinin başında kaldı Erdoğan.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Sevilay Yükselir: YARSAV Cemaat el ele güzel günlere!!!

Gündem çok yoğun. Bir yanda paralel devlet yapılanmasıyla ilgili başlatılan operasyon. Diğer yanda daha cemaatin desteklediğine emin olduğumuz YARSAV ve Yargıçlar Sendikası’nın ortak çıkardığı HSYK adayları listesi. Öbür taraftan ise gazeteci olarak davet edildiğim Başbakan Erdoğan’ın Alevi kanaat önderleri ile gerçekleştirdiği tarihi buluşma.

Hepsi birbirinden önemli ama ben YARSAV ve Yargıçlar Sendikası’nın HSYK seçimi için ortaklaşa hazırladıkları listeden söz edeceğim. 

Dün öğlen saatlerinde bilgim oldu bu listeden. YARSAV üyesi bir haber kaynağım sayesinde. Sloganları “Ne hükümet, ne Cemaat!” olan bu iki grubun listesinin tamamı ilk bakıldığında sosyal demokrat, Atatürkçü ya da Kemalist cephede bilinen isimlerden oluşuyor. Ama listeyi elinize alıp incelediğinizde hiç de ilk sanılan gibi bir durum olmadığını anlıyorsunuz. Neden? Çünkü listedeki isimlerin arasında 3 isim ile ilgili bilgiler zihinleri bulandırıyor. Bunlardan biri mesela Yargıtay 9. Daire Tetkik Hâkimi Levent Ünsal! Kim peki bu Ünsal? Balyoz Davası kararına onama isteyen raportör. Denilebilir ki “Ee ne var bunda?” Ben de derim ki o zaman “Kardeşim bu YARSAV Atatürkçü, Sosyal Demokrat ve ulusalcı yargıçların bir birliği değil mi? Nasıl oluyor da onca generali içeri tıkan bir zihniyetin onaycısı hâkim bu birliğin adayı olabiliyor?” Kaynağım çok net şunu diyor: “Ünsal’ın bu listede adının olması listenin bizzat paralel yapı tarafından desteklendiğinin bariz kanıtıdır. Ünsal’la ilgili zaten böyle bir bağlantı olduğu konuşulmuştu 2012’de girdiği YARSAV seçiminde.”

Bir diğer isim ise Mustafa Bağarkası… ÇHD Davası’na bakan ve o davada dernek avukatlarının tutukluluğunun devamına karar veren mahkemenin başkanı. Bir diğer isim ise İzmir Karşıyaka Hâkimi Murat Aydın… Sıradan bir hâkim aslında kendisi ama geçenlerde HSYK seçimleri için bir başına toplantı düzenleyip Ege’deki 250 kadar savcı ve hâkimi bir araya toparlamayı başarabilen ilginç bir tip. Ben inanmak istemiyorum ama kaynağımın iddiasına göre yüzde yüz Cemaat bağlantılı olan Aydın’dan başka isimler de var listede. İlerleyen günlerde onları da yazıp sorgulayacağım; ancak şu kesin ki Cemaat daha seçimlere 2 ay varken bu listeyi açıklatarak bir ön yoklama çekiyor. Yerse eğer sosyal demokratlar, Atatürkçüler, Kemalistler bu listeyle devam! Yemezlerse B planı devreye sokulacak.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Engin Ardıç: Nafile yırtınmalar

Bir miktar Kemalist oyunu Demirtaş’a verecek, yani Apo’cu adaya… 

Olur mu öyle şey demeyin, Türkiye bir çelişkiler ülkesidir. Biz bu memlekette ateist Fethullahçılar bile tanıdık.

Eh, Zeki Müren’in yılın erkek sanatçısı, Bülent Ersoy’un yılın kadın sanatçısı, rahmetli Ahmet Mete Işıkara’nın da en yakışıklı adam seçildiği ülkede bunlar sizi şaşırtmamalı.

İşlediği cinayete gerekçe olarak “küfürlü konuşuyordu a… k….” diyen yaratıklar yaşar bu ülkede.

Bu o kadar böyle ki, faşist yazarlar arasında bile “oyum Demirtaş’a” diyenler var. Düne kadar süzme liberal geçinen, sonra gözlerine ne göründüyse birdenbire faşizme kayanlar, şimdi de sıkı Demirtaşçı kesildiler. (Bu kadar yalpa onları çoktan öldürdü ama zombi gibi gezinmeyi sürdürüyorlar.)

Demirtaş’ın hem “kendini bilen Kemalistler’den” hem de “kendini solcu sanan Kemalistler’den” bir miktar oy toplaması bekleniyor. İhsanoğlu’nu beğenmeyen soluğu “alternatif tekkede” alacak.

Lakin, Demirtaş’ın topladığı oyun oranı da taş çatlasa yüzde 8 dolaylarında kalacak. Gerçi basında “yüzde 12 alabilir” yazan serseriler var ama buna kendileri de inanmıyorlar.

Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığına adaylığı, ciddi bir adaylık değil, yalnızca o geleneksel “biz kaç kişiyiz” sorusuna bitmez tükenmez bir cevap arayışıdır.

Cevap da uzun süredir bellidir: “Siz yüzde 6 falansınız kardeşim.”

Yeter, sorup durma artık, sıkıldık. 

Öyleyse ne atıp tutuyorsun? Bırak seçimi kazanmanın en ufak bir imkân ve ihtimalini, “ikinci tura kalacağım” lafına bile kargalar gülüyor.

Bazıları Demirtaş’ın “beyaz Türk soldan” da oy çalabileceğini düşünüyorlar. Hani bazı aymazların İhsanoğlu’nun AKP’den oy çalabileceğini düşündükleri gibi…

Türkiye’de gerçek solun, yani sosyalist ve komünist solun oy potansiyeli toplasan toplasan yüzde 1 dolaylarındadır. Bir zamanların anlı şanlı Türkiye İşçi Partisi bile yüzde 3’ü aşamamıştı, Türk solunun tarihi boyunca görüp görebildiği en yüksek oran da kırk dokuz yıl önce bu olmuştu.

Şimdi Türkiye Komünist Partisi bile havlu atıp seçimi boykot edeceğini duyurduğuna göre, Demirtaş’a hangi soldan hangi oy gelecektir acaba?

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Murat Kelkitoğlu: Sıra Kırmızı Bülten’de

Paralel hukuk, Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçek hukuk kuralları karşısında boyun eğmeliydi, öyle de oldu! 

Devlet içinde alternatif devlet oluşturmaya çalıştığı belgelenen, bu hedefi gerçekleştirmek için her yöntemi mübah sayan bu örgüte ilk darbe vuruldu. Bir süredir büyük titizlikle yürütülen çalışma sonucunda düğmeye basıldı ve gözaltılar başladı. 

Örgütün emniyet içindeki kirli yapı unsurları için şimdi hesap verme zamanı! 

Başbakanı dinleyen, devletin en önemli kurumlarının başında gelen MİT’in başındaki ismi kelepçelemek isteyenler, şimdi gerçek bir devletin gerçek savcılarına, hakimlerine ifade verecekler. Şu anda ortada, kendilerinin suçu kılıfına uydurmaya çalışmak için kurdukları hayali ‘Selam Terör Örgütü’ne benzer bir örgüt yok. Tüm yapılanmasını tamamlamış, ülkeyi ele geçirmeye çalışan bir örgüt var. 

Ancak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Pensilvanya’da temelleri atılan ‘çatı devlete’ benzemez.

AMAÇ CASUSLUKTU

Eski Türkiye’nin argümanlarını kullanarak terör estirmek isteyenlerin sonudur bu! 

Bu sorun sadece iktidar, Başbakan Erdoğan sorunu değildir, tüm Türkiye’nin sorunudur. Öyle ki, bu tehdit Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararlarına kadar yansımıştır. ‘Ülkenin ulusal güvenliğini tehdit eden yapılardan biri’ olarak nitelendirilmiştir. İşin içinde casusluk var, şantaj var, akçeli işler var, var da var.

İNLERİNE GİRİLECEK

Gözaltına alınanlara atfedilen suçlara bakar mısınız? 

‘Resmi belgede sahtecilik’, ‘Görevi kötüye kullanma’, ‘Bilişim sistemini engelleme, bozma, verileri yok etme veya değiştirme’, ‘Devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme’, ‘Haberleşmenin gizliliğini ihlal’… 

Bir de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın operasyonla ilgili açıklamasını hatırlayalım: 

“Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve bakanlarının diğer ülke yetkilileriyle olan görüşmeleri ve MİT Müsteşarı, kod adıyla örgüt üyesi olarak dinlenilip kaydedildi. Selam-Tevhid adlı örgüt adıyla soruşturma yapıldı, ancak gerçekte amaçları casusluktu. 250 civarında, içlerinde milletvekili, hakim, basın mensubu, üst düzey bürokrat sahte belgelerle, ilgisi olmadıkları yasadışı örgüt üyesi oldukları gerekçeleriyle dinlenildi, bu işlem tamamen özel amaçlı yapıldı.”

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Emin Pazarcı:  Kılıçdaroğlu’nun unutulan dosyası

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, SSK’nın eski Genel Müdürü. Dün AK Parti Grubu’nda o döneme ait görüntüler paylaşıldı. 

Rahmetli Savaş Ay’ın ekrana taşıdığı görüntüler oldukça çarpıcıydı! 

Başbakan Erdoğan da hayli ağır konuştu: 

-Bu görüntülerden Genel Müdür sorumlu değilmiş. Bakın sadece sırıtıyor, her zamanki pişkinliğiyle… 

O görüntüler, Kılıçdaroğlu’nun “yapmadıkları” ile ilgiliydi. Ama bir de yaptıkları var. Onları da Ocak ve Şubat 1998’de yine AKŞAM’da ben dile getirmiştim. Üstelik, o yazılanlar oldukça ibret vericiydi… 

F.A, yıllarca SSK’nın Bilgi İşlem Dairesi Başkanı olarak görev yapmıştı. Ardından Teftiş Kurulu Başkanı Mustafa Konuk tarafından 24 Şubat 1997’de bir rapor hazırlanmıştı. Raporun altında SSK Genel Müdürü Ekrem Önal’ın “olur”u bulunuyordu. 

Raporda korkunç iddialar yer alıyordu… 

Bir firma, 1990 Yılı’nda SSK ile anlaşma yapıyordu. Ardından, anlaşmaya uymayıp işi yarım bırakıyordu. Buna rağmen işi yapmış gibi parayı alıyor ve cebine atıyordu. 

Teftiş Kurulu Raporu’nda, bu tespitler yer alıyor ve Bilgi İşlem Dairesi Başkanı F.A ile ilgili iddialar sıralanıyordu: 

*Firmaya menfaat sağlamak. 

*1 milyar 619 milyon lira usulsüz ödeme yapmak. 

*4 milyar 536 milyon lira gecikme cezasını firmadan talep etmeyip, SSK’yı zarara uğratmak. 

Durum bu olunca, F.A hakkında 18 Temmuz 1997’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca suç duyurusunda bulunuluyordu. 

Sonra, Kemal Kılıçdaroğlu SSK Genel Müdürü oldu. 

Ne yaptı biliyor musunuz? Ankara 21. Asliye Ceza Mahkemesi’nde SSK’yı zarara uğratma suçlamasıyla yargılanan F.A’yı, yeniden Bilgi İşlem Dairesi Başkanlığı’na getirdi. 

* * *

Böylece kurum açısından acı bir durum ortaya çıktı… 

SSK Genel Müdürlüğü’nün “mağdur” sıfatıyla 26.12.1997’de nöbetçi Asliye Ticaret Mahkemesi’ne başvurarak, yasal faiziyle 6 milyar 156 milyon lira talep ettiği F.A, “davalı” bulunduğu SSK’nın “yetkilisi” oldu! 

Bitmedi, devam edelim… 

O dönemde SSK müdürlüklerine 1,5 trilyon liralık bilgisayar alımı yapılacaktı. Kılıçdaroğlu’nun yaptığı atama, bu ihalenin başına da “görevi kötüye kullanma” suçundan yargılanan F.A’nın gelmesine yol açtı! 

Kurum, garip bir tabloyla karşı karşıya kaldı: 

Aynı kişi, hem “mağdur”, hem “şüpheli” oldu! 

Ve yazdığım o yazı üzerine SSK Genel Müdürü Kemal Bey, telefonla arayıp aynen şu ifadeyi kullandı: 

-F.A zaten beraat edecek. 

Tekrar ediyorum, beni arayan ilgili mahkemenin hakimi değildi. Bunları söyleyen kişi, dönemin SSK Genel Müdürü Kemal Kılıçdaroğlu’ydu! 

Bu gelişmelerin tamamı o günlerde AKŞAM’da yayımlanan yazılarımda yer aldı. 

* * *

Haberin devamını okumak için tıklayınız

Kurtuluş Tayiz: Derin devlete ilk operasyon

stanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla önceki gün çok sayıda emniyet mensubu gözaltına alındı. Şüphelilerin çoğu yakın bir zaman önce ortaya çıkarılan kurgu örgüt “Selam Tevhid ” soruşturmasını yürüten Emniyet mensupları. Gözaltına alınanların bir kısmı zaten kamuoyunda Cemaat’in Emniyet’teki yapılanmasının başındaki isimler olarak tanınıyor. Bu yüzden olsa gerek gelişme “Paralel yapıya operasyon” olarak yorumlandı. Kiminin “paralel devlet”, kiminin “Neo-Ergenekon” dediği yapılanmaya yönelik bu operasyon, derin devlete yönelik ilk operasyon olarak değerlendirilebilir. Türkiye ilk kez kendi derin devletine bu operasyonla neşter vurdu.

“Derin devletle hesaplaşma” iddiası kuşkusuz 2007’den beri gündemde. Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Casusluk vb. pek çok dava, yakın zamana kadar “derin devletle hesaplaşma” olarak adlandırılıyordu. 

Ancak bu büyük soruşturmalar, derin devletle hesaplaşmadan daha çok yeni bir derin devlet yapılanmasının kuruluşuna hizmet etti. Bu büyük soruşturmalarla birlikte askeri vesayetin etkisinin kırıldığı görüşü elbette doğrudur, devlet içindeki bir grup başı bozuk takımının kısmen temizlendiği de… Ancak o operasyonların bugüne kadar derinlere inemediği konusunda toplumda bir mutabakat olduğunu da hatırlatalım. Soruşturmaları kurgulayan, yöneten irade, hiçbir zaman derin devleti temizleme hedefi gütmedi. Toplumun ve siyasetin bu yöndeki beklentilerini ise istismar etti. Bu davaları kullanarak devletin güç yapısını değiştirdi. Askerin sistem içindeki gücünü kırarak polis ve yargının sistem üstündeki etkisini artırdı. 2007-2014 arasında hızla kurumsallaşan, devletin kılcal damarlarına kadar sızan bu yeni derin güç, iktidarı devirmeye kalkınca yakayı ele verdi. Daha doğrusu siyasi iradenin paniklememesi, kararlı duruşu, zamanında harekete geçmesi “eksiksiz” bir darbe girişimini boşa çıkardı. 

17-25 Aralık darbesi, yeni derin devletin tüm sistemi ele geçirme hamlesiydi. Başbakan Erdoğan ve hükümet üyelerini hedefleyen bu darbe girişimi sonuç alsa siyaset ve toplum yeniden dizayn edilecek, Türkiye’de yeni bir vesayet sistemi kurulacaktı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Melik Altınok: Köşk’e çıkan yolun paraleli başka yere varıyor

Köşk’e çıkan yolun paraleli başka yere varıyorTürkiye gündemi, dün gece bazı polislere yönelik başlatılan operasyonla Gazze ekseninden paralel yapıyla mücadeleye doğru kaydı.

Operasyonların gece yarısı yapılması, hedefteki grubun “sahur vakti geldiler” ajitasyonlarına neden oldu. Ancak savcılık kaynaklarından yapılan açıklamaya göre bu ivediliğin nedeni, kimi savcı ve polislerin operasyonu şüpheli meslektaşlarına bildirmeleriydi. Zaten pazartesi akşam saatlerinden itibaren de sosyal medyada ve bazı internet sitelerinde operasyona dair ön alma “haberlerine” hep birlikte şahit olduk.

Aslında gelişmeyle ilgili olarak buraya kadarki girizgâhımız bile, söz konusu operasyonun hayatiliği hakkında fikir vermeye yetiyor değil mi?

Yargının kamu görevlilerine yönelik başlattığı bir soruşturma, yine kamu görevlisi olan kişilerce engellenmeye çalışılıyor. Resmî birimlerce yasa dışı dinlenmiş olmalı ki, ülkenin İçişleri Bakanı ile İstanbul Valisi arasında geçtiği iddia edilen bir konuşma, sanki olağanüstü bir diyalogmuş gibi anında ortalığa saçılıyor. Operasyona “komplo” havası verilmeye çalışılıyor. Devlet içerisinde otonom hareket eden bu örgütlü grup, organik bağı olan medya aracılığıyla algı operasyonu yürütüyor. Sosyal medyada tek bir merkezden yönetilen üretilmiş hesaplardan satırı satırına aynı “tehdit” mesajları yayılıyor. Operasyonun hedef aldığı isimler ve haklarındaki suçlamalar, 17-25 Aralık’la değil ağırlıklı olarak Çözüm Süreci ile alakalı olmasına karşın, “yolsuzluğun üstü örtülmeye çalışılıyor” deniliyor. Yine “Hırsız var” retoriği sistematik olarak işleniyor… 

İşte “paralel yapılanma” tanımının kusursuz bir örneği!

Ben bu ülkede söz konusu vesayet odaklarıyla doğrudan bağlantısı olanlar ve Mehmet Barlas’ın tabiriyle askerî vesayetin tasfiyesiyle kimyası bozulanların dışında hiçbir vatandaşın böylesine kaotik bir ortamda yaşamak istediğini düşünmüyorum. AK Partili, CHP’li, MHP’li ve HDP’li seçmenin, bu yakın vesayet tehdidi karşısında aralarında kıran kırana süren meşru ve demokratik siyasi mücadeleyi tali sayacaklarına inanıyorum. Zira mağduriyet zincirinde eksik halka kalmaması tüm Türkiyeliler olarak bizi bu olgunluğa ulaştırdı.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ruşen Çakır: Sütten çıkmış ak Cemaat…

Dün sabaha karşı yapılan operasyonlar AKP hükümeti ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki savaşta yeni bir dönemin habercisi. Ayrıntılarına baktığımızda, yakın geçmişteki Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK gibi operasyonlara çok benzediğini görüyoruz, ki bunların arkasında büyük ölçüde Cemaat, daha doğrusu onun yargı, polis ve medyada kurmuş olduğu üçgen vardı. Tabii dün olduğu gibi bugün de operasyonun arkasında siyasi irade, daha açık konuşulacak olursa bizzat Başbakan Erdoğan var. Kaderin garip cilvesi şu olsa gerek: Dün siyasi iradeden gördükleri teşvik, aldıkları destekle bir döneme damga vuran polis şefleri, bugün aynı irade tarafından benzer yöntemlerle tasfiye ediliyor.

Her şeyin 180 derece tersine dönmesinin, Cemaat ile hükümet arasındaki ilişkilerin iyice bozulup aleni bir savaş halini almasının miladı 17 ve 25 Aralık 2013 tarihleridir. Eğer Cemaat’in o malum üçgeni, bazı bakanları, Başbakan’ın bazı yakın arkadaşlarını, bazı aile fertlerini ve dolayısıyla kendisini doğrudan hedef alan rüşvet/yolsuzluk soruşturmaları için start vermeseydi belki bütün bunlar hiç yaşanmayacaktı.

Stratejik yanlışlar

Gülen cemaatinin ilk stratejik yanlışı bu realiteye aşırı anlam yüklemekti: yolsuzluk iddialarının Erdoğan ve çevresini “kötü”, bunlarla savaşıyor görüntüsünün de kendilerini “iyi” göstermeye yeteceğini düşündüler.

İkinci olarak, içeride ve dışarıda Erdoğan’ın tasfiyesini arzulayan, bunun için çaba sarf eden odakların güçlerini yanlış hesapladılar. Kaldı ki, Erdoğan karşıtlığında belli bir noktada buluşabildikleri bu güçlerden bazıları ihtiyatlı davranıp Cemaat ile mutlak bir ittifaka girişmedi.

Bununla iç içe geçmiş üçüncü bir yanlış da Erdoğan’ın gücünü, direnç gösterme ve cevap verme kapasitesini tam hesap edememeleriydi. Buna bağlı olarak en yakınlarının, hatta belki de Erdoğan’ın ellerine kelepçe vurmasını bekledikleri polis şeflerini AKP lideri kelepçeleyebildi.

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Ergün  Diler: İlk operasyon

İsrail, Filistin’e bomba yağdırırken sahur vaktinde PARALEL YAPI’ya operasyon başlatıldığı haberleri internete düştü!

Yakın zamana damga vuran polis şeflerinin evlerine gidildiği ve alındığı anlaşıldı! Bütün veriler gözaltı sayısının giderek artacağı şeklindeydi! Zaten rakamın bu seviyede kalma olasılığı yoktu!

Çünkü HÜCRE yapılanması ile çalışan ve ABİ’lik müessesiyle hareket eden YAPIDAN çok daha fazla GÖREVLİNİN sorgusuna başvurulmalıydı!

Çünkü ortada büyük kalkışma vardı!

Devletin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Bakanları, Paşaları, MİT Müsteşarı ve binlerce insan dinlenmiş, takip edilmiş ve evlerine kamera konulmuştu! Küçük kızlar bile odalarında kayıt altına alınmıştı!

Ahlak dışı görüntülerle işadamları, bürokratlar ve gazeteciler diz çöktürülmüştü! Koca koca paşalar, en yakınlarının yer aldığı namahrem kasetlerle yola getirilmişti! SOPA olarak kullanılan devasa bir arşiv oluşturulmuştu!

Herkesin bildiği “SIR” olsa da bu işlerin tamamına yakını POLİS TEŞKİLATINDAKİ etkili bir grup tarafından yapılıyordu! Tıpkı yargı, MİT, asker ve bürokrasideki işleyiş gibi emir komuta zinciri ABİ’lerden geçiyordu! Gelen hiçbir emir sorgulanmıyor ve anında yerine getiriliyordu!

Amerika’dan gelen her “mail” kutsal bir buyruk gibi yerine getiriliyordu! Ama görevleri yerine getirenlerin, özellikle EMNİYET içinde yer alanların sorgulamadığı bir emir komuta vardı! Yapı’nın başındaki ismin kimlerle görüştüğü asla ve kat’a analiz edilmiyordu!

Kesinlikle yüzde yüz bir inanç vardı!

Sonu olumsuz biten her gelişme için bile “Her şeyde bir hikmet vardır!” denilerek büyük büyük hatalar halının altına süpürülüyordu!

Paralel Yapı herkesin artık bildiği gibi tek bir kişi tarafından yönetiliyordu! Her şeye o karar veriyordu! Sırf bu nedenle hiçbir özel görüşmeyi ikiden fazla kişiyle gerçekleştirmiyordu!

İşte böyle özel görüşmelerin birinden sonra YAPI artık bambaşka bir yola girdi! Mavi Marmara saldırısından sonra YAPI’nın başındaki ismi arayan ilk kişi Baş Haham Eliyahu Bakshi Doron’du! “Otoriteye başkaldırılmamalıydı!” diyerek tarafını ve rengini belli eden o cümleden sonra DORON ne kadar büyük bir işi başardığını anlamıştı!

Sık sık yapılan telefon görüşmeleri her engeli aşmaya yetiyordu! İlişkileri önceye dayanıyordu! Eliyahu Bakshi Doron, 1996, 1997 ve 25 Şubat 1998’de İstanbul’da çok önemli görüşmelerde bulundu! Paralel Yapı’nın rotasının değişmesinde bu çok etkili oldu! DORON’un her gelişinde bir mesafe alınıyordu! Tam 12 kere gelip ÖZEL görüşme yaptığını düşünecek olursak alınan yolu kabaca tahmin edebiliriz! Zaten “Yahudiler’e bakışını değiştirdim!” sözü olayı anlatmaya yetiyordu!

İstanbul üzerinden Pensilvanya’ya özel jetlerle gidecek kadar çevresi ve etkisi geniş birisiydi Doron! Papa ile de önemli devlet başkanları ile de çok rahat görüşebilen birisiydi! Kumarhaneler Kralı olarak bilinen Yahudi Sheldon Adelson’la da arası çok iyidi! Adelson, bizim KALBİMİZİN DOKTORU Mehmet Öz’ün de en yakın dostlarından biriydi! Belki dostunu kıramadığı için ÖZ de Pensilvanya’ya gidiyor ve bağlılığını bildiriyordu! Rothschild ailesinin arkasından destek verdiği Adelson aynı zamanda bir MÜSLÜMAN karşıtıydı! Filistin’den çok hazetmezdi! Gazze’ye yapılan orantısız, ahlaksız ve vicdansız operasyonlardan mutsuz olacağını hiç düşünmediğim bir BARON’du!

1964’te Graham Fuller’la başlayan yolculuk 2014’ün Temmuz’unda sona yaklaşıyordu!

Aldatılan, zamanı, parası ve inancı sömürülen binlerce insan Anadolu’da hayal kırıklığı yaşıyordu!

Aldatılmışlık duygusu içinde kavruluyordu! Büyük bir hayal için yollara düşenler hayatlarını hiçe sayanlar kandırılıyordu! YAPI’nın içindeki KAST yüzünden gerçekler ışıkla bir olup ortaya çıkamıyordu!

İsrail’le dostluk, yakınlık ve stratejik ortaklık hiç ama hiç sorgulanmıyordu! Büyük fotoğrafta kime hizmet edildiğiyle ilgili en küçük analiz yapılmıyordu! Koca bir hareketin YABANCI bir el tarafından yönetildiği görülmüyordu!

Türk’ün gücüyle Türk vuruluyordu!

Türk’ün gücüyle Türk hataya sürükleniyordu!

Cumhuriyet tarihinin en büyük operasyonunu yiyorduk!

Devleti ele geçirmek içindi bütün yapılanlar!

Yazının devamını okumak için tıklayınız