Açlık grevi ‘merhamet duygusu’ uyandırmıyor

Olaylar
Engin Dinç’in röportajı Cezaevlerinde PKK’lılarca sürdürülen açlık grevleri devam ediyor. Bu konuda çözüm çabaları sürerken gerginliğin yatıştığını söylemek ise güç. Son olarak bugün basın...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı

Cezaevlerinde PKK’lılarca sürdürülen açlık grevleri devam ediyor. Bu konuda çözüm çabaları sürerken gerginliğin yatıştığını söylemek ise güç. Son olarak bugün basına yansıyan haberler, 10 bin kişinin daha açlık grevine başlayacağı yönünde. Tüm bu gelişmeleri AK Parti Diyarbakır eski milletvekili ve sorunun çözülmesi için aktif bir şekilde çalışan Abdurrahman Kurt ile konuştuk.

Malumunuz açlık grevleri sürüyor. Bugün gazetelere 10 bin kişinin daha açlık grevlerine katılacağı yansıdı. Siz bu açlık grevlerinin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
Açlık grevi netice itibariyle sivil eylem tarzlarından bir tanesidir. Daha çok şiddetten uzak grupların kullanageldiği bir eylem tarzıdır. Güç dengesizliği karşısında dengeyi sağlamak için vücudun, bedenin ortaya koyulduğu protestolardan bir tanesidir. Bu süreçte yaşadığımız açlık grevinde ise bir yandan silahlı mücadele, bir yandan açlık grevi yapılıyor. Birinci problem burada. Süreç içerisindeki taleplere baktığımız zaman da zaten hükümetin bu konuda niyet beyan ettiği ve üzerinde çaba sarf ettiği konular olduğunu görüyoruz. Bu taleplerde bir aykırılık yok, ancak talepler usul açısından problemli bir şekilde dile getirildiğinde ön açıcı olmaktan çok ön tıkayıcı oluyor. Çok ilginç bir şey ifade edeyim mesela; bu tür eylemler yumuşatıcı olması gerekirken bir yandan da Türkiye’de yaşanan çatışmalar var. Daha dün Şemdinli’deki patlamada bir çocuk öldü. Örgütün yaptığı bir eylemde Şemdinli’de bir çocuk öldü. Bir yandan bu ölümler, öldürmeler, suikastlar, çatışmalar devam ederken bu açlık grevi, “açlık grevinin doğasında olan insanları merhamete getirme duygusunu” uyandırmıyor toplumda ve etkisi zayıf kalıyor. Talepler açısından baktığımız zaman da kışkırtıcı, saldırgan bir mücadelenin parçası olarak devam ettiğiniz zaman yine masumiyet boyutundaki etkiyi yaratmıyor.

Onları geçiyorum, meşru olan taleplerin usul açısından ortaya koyduğu çelişkiler ön açıcı olmaktan öte, Beşir Atalay Bey’in ifade ettiği gibi “Oslo sürecini yeniden başlatacakken tıkanmasına” sebebiyet verebiliyor. Dolayısıyla burada bu insanların bedenleri üzerinden yapageldikleri bu protesto olumlu bir etki yerine öyle bir süreç yaşatıyor ki, bu çatışmalar nedeniyle olumsuz bir sürece de sürükleyebiliyor. Dolayısıyla açlık grevi, ölüm orucu kavramlarının birbirinden farklı oluşu, açlık grevine ilişkin yaklaşımın farklı oluşu, bu konulardaki sayıların ve değerlendirmelerin çelişkileri… Bütün bunlarda kaosa doğru giden bir ortam var.
Devlet mantığı açısından baktığımız zaman da elbette ki devlet, her zaman söylediğimiz gibi bir talep için kendi bedenini ortaya koyan insana “hadi kendi bedenin, ne yapıyorsan yap” demez. Neticede bir “travmatik şahsiyet, kişilik” bile olsa yapılması gereken ikna edici olmak, ona yardımcı olmaktır. Elbette devlet bu konuda da böyle davranmalıdır. Ama böyle davranmak demek, süreç içerisinde olumlu sonuç alınabileceği anlamına gelmiyor. Baktığımız zaman bütün sağduyulu insanlar, cezaevindeki insanların bu işten vazgeçmeleri gerektiğini ifade ediyorlar. Bu açlık grevi ve özellikle ölüm oruçları, -ölüm oruçlarına gidenlerle ilgili çelişkili rakamlar da olsa, sayısını tam olarak bilemiyoruz, Sayın Başbakan bir diyor, iki ya da üç deniyor- yaşadığımız süreç açısından olumlu bir etki yaratmadığı için BDP başta olmak üzere bu insanların yapması gereken, bedenler üzerinden yapılan siyasetin çıkmazlarına yeni vizyon açmaktansa bunu durdurup demokratik üsluba daha uygun bir yol bulmaya çalışmak olmalıdır.

Açık söylüyorum ben bu çabanın bir kısmında gayret sahibi olarak iki tarafla da görüşmelerde bulundum. Bu süreç içerisinde özellikle Adalet Bakanı Sadullah Ergin Bey’in yaklaşımının çok olumlu ve insancıl olduğunu ve bir devletin göstermesi gereken şefkat dili üzerinden konuştuğunu herkes biliyor. Buna şahit olduk, hep beraber bunu yaşadık. Dolayısıyla burada bir iyi niyet söz konusu. Ana dilde savunma zaten hükümetin programına koyduğu ve Sadullah Bey’in de ifade ettiği gibi Bakanlar Kurulu’na gelmesi an meselesi olan bir konu. Öcalan’ın tecridiyle ilgili meseleye gelince; Öcalan’ın ailesinin şu ana kadar bir başvurusu olmadığını, başvuru olduğunda her an görüşülebileceği zaten söz konusu. Tecrit kavramı da çok karşılık bulmuyor. Avukatlarıyla görüşme meselesi bir siyasal meseledir. O siyasal mesele üzerinden böyle bir polemiğe girmek, insanların bedenleri üzerinden bu siyaseti argümanlaştırmak çok doğru değil. Buna katılmıyoruz açıkçası.

Ana dilde eğitim de bir insan hakkı olarak, kimsenin hayır dememesi gereken bir konudur. Bunu net ifade ediyorum. Türkiye toplumunun etnik açıdan bunu tartışması gerektiğini ifade ediyorum. Çünkü teknik açıdan bunun alt yapısının oluşmadığı ortada. Ama bir hak olarak tanınması gerektiği de benim yüzde yüz hiçbir şüpheye gerek bırakmayacak kadar netliğim var. Bunu devlet bir hak olarak tanımalı kesinlikle. Ancak teknik altyapısı, Türkiye’deki diğer insanlar üzerinde yaratacağı dezenformasyon sürecinin getirdiği yanlış anlaşılmalar vs. bütün bunlara baktığımız zaman dolayısıyla bu süreç içerisinde yapılması gereken, özellikle toplumun anlayabileceği bir hale getirilerek çözülecek bir konudur. Bu anlamda baktığımız zaman toplumun sosyolojik sürecine ilişkin beklenti içerisinde olup, zorlamadan ama anlaşılır bir şekilde götürmek gerek diye düşünüyorum.

Peki bu taleplerin hepsi karşılanmasa da mesela ana dilde savunma hakkı, bu karşılansa Öcalan sürecinde zaten kendi içinde yumuşayan bir süreç var demiştiniz. Mahkemede ana dilde savunma hakkı karşılandığı zaman açlık grevlerinin bitmesi ya da yavaşlaması gibi bir süreç yaşanabilir mi?
Şimdi Hatip Dicle mesela, ana dilde savunmasını verdi. Devletin de bu konuda daha öncesinden ‘kim hangi dilde istiyorsa o dilde savunmasını versin’ diyebilecek özgürlüğü göstermesi gerekir. Gereksiz bir polemik. Ben size şunu söyleyeyim: Bugün herkes ana dilde savunma verebilir dense tutsakların yüzde beşi ya verir ya veremez. Bu da yaşadığımız sosyolojik asimilasyon sürecinin bir ürünüdür.

Bu, anadilde savunma da dâhil taleplerin hepsi karşılandığında mı bu açlık grevleri son bulur?
Bu taleplerden karşılanmayan yok. Sadece anadilde eğitim meselesi bir anayasa sorunudur. Anayasa sorunu, şu anda mecliste üç dört partinin birlikte yürüttüğü bir çalışmadır. Siz şimdi MHP’ye ‘bunlar kendini öldürecek, gelin birlikte anadilde eğitim meselesini çözelim’ diyebilir misiniz? Karşılığı var mı? Onun dışındaki meselelere gelince zaten çözülmüş meselelerdir. Dediğim gibi bir yandan çatışma devam ederken bir yandan karşılığı olmayan bir eylem içerisinde insanların hayatını riske etmesi, insan bedeninin siyasi argümanlaştırılması doğru değil.

Peki BDP’nin tavrı? Dün Diyarbakır’daki eylem ve valilikle yaşanan sorunlar da var. BDP bu açlık grevlerini politik bir argüman olarak kullanması ne derece sağlıklı bir durum?
BDP kesinlikle çok sağlıksız bir noktada duruyor. Sorunun parçası olmaya devam ediyor, çözümün bir parçası olamadılar henüz.

Başbakan Erdoğan’ın kullandığı dil de eleştiriliyor, çok sert diye?
Başbakanın dili sert, doğru. Başbakan dili sertken de aslında bir yandan da çözümün önünü tıkamıyor, bunu görmek lazım. Peki başbakanın dilinin sertliğini neye yormak gerekiyor? Bu şartlarda Başbakanın dilinin sertliğini de bütün bu provakatif ortamda insanların Türk sorunuyla da karşılaşmaması için ruh hallerinin dengelenmesine yormak gerekiyor.

on5yirmi5.com