ABD teröre karşı savaşı nasıl kaybetti?

Olaylar
Ahmet Kekeç / Hem ayıp ettin, hem yazık ettin hocam! Profesör diyor ki, “İçkiye yasak getirirseniz, bonzai patlar…” Bunu, Murat Belge’nin de yazarları arasında bulunduğu operasyon gazetesinde sö...
EMOJİLE

Ahmet Kekeç / Hem ayıp ettin, hem yazık ettin hocam!

Profesör diyor ki, “İçkiye yasak getirirseniz, bonzai patlar…”

Bunu, Murat Belge’nin de yazarları arasında bulunduğu operasyon gazetesinde söylüyor.

Nasıl oluyormuş peki?

Profesör söylesin: “Her gün ölümlere neden olan bonzainin toplumda bu kadar yaygınlaşmasının altında, iktidarın alkole getirdiği yasaklar var…”

Fakat bir dakika…

Biz değerli profesörle aynı ülkede, aynı şartlarda, aynı gerçeklik dilimi içinde mi yaşıyoruz? Şu “alkol yasağı” denilen şey nasıl bir yasaktır? Bu içki türünün tüketilmesine nerede, ne zaman, hangi yaptırımlarla sınırlama getirilmiştir?

Ben bilmiyorum ve duymadım.

Profesör biliyorsa söylesin.

Hükümet, bir tarihlerde, “içki düzenlemesi” adı altında, alkolün satışına belli saatlerde sınırlama getiren yasa çıkarmıştı… Profesörün de çok sevdiğini tahmin ettiğim ve “değerlerini” paylaştığı uygar Batı ülkelerindekine benzer bir yasa…

Hatta daha gevşek tutulmuş bir yasa…

Bu yasaya göre, günün belli saatlerinde alkol satışı yasak… İçilmesine, evde bulundurulmasına mani bir durum yok… Yasağın uygulandığı saatlerde içkili bir yere gidip nefsinizi köreltmenize de herhangi bir mani yok.

İster gündüz, ister gece, isterse sabaha karşı, ruhsatlı mekânlara gidip içebilir, “Ne olacak bu memleketin hali” diye geyik çevirebilirsiniz.

Profesörün beyanatlarını okuduğunuzda, sert yasaklarla donatılmış bir ülkede yaşadığınızı sanıyorsunuz.

Ortada kaygı verici bir tablo varmış.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Abdulkadir Selvi / Davutoğlu’nun ömrü

Çözüm sürecinde nabız tutmak için Karadeniz’e gitmiştim.

Trabzon’da Meydan Parkı’nda vatandaşlarla sohbet ediyordum. Bir vatandaşa,

‘Çözüm süreci nasıl oldu?’ diye sordum.

‘İyi oldu’ dedi.

Sonra ekledi: ‘Anlamadığım bir şey var bu kadar nasıl iyi oldu.’

Cumhurbaşkanı Erdoğan’la NATO Zirvesi için gittiğimiz Galler’deyken ekibiyle sohbet ediyorduk.

Cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, yeni hükümet ve AK Parti’nin olağanüstü kongresini konuşuyorduk.

Kritik süreçlerin suhuletle aşıldığı konusunda hemfikirdik.

‘Her şey iyi oldu ama anlamadık nasıl bu kadar iyi oldu’ dedik.

AK Parti’nin bu denli kritik süreçleri dip akıntılara kapılmadan geçmesi Türkiye’nin istikrarı açısından büyük bir şans oldu.

Bunda en büyük pay Erdoğan’ın.

Özal ve Demirel’in yapamadığını Erdoğan başardı.

Türkiye gibi bir dönemler koalisyon hükümetlerinin ömrünün 7-8 ayla sınırlı olduğu bir ülkede kısa vadede 2019, uzun vadede ise 2034’ü görebilecek bir istikrarı yakaladı.

90’lı yıllarda Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı’yken, Çankaya günlerini yazan Cüneyt Arcayürek, kitabında bir anekdota yer vermişti, ‘Bakanların sayısı o kadar çok ve hükümetler o kadar sık sık değişiyor ki, bakanların ismini bile öğrenemiyorum. O yüzden hoş geldin sayın bakan, uğurlar olsun sayın bakan diyorum. Adamın adını bilmiyorum’

Yine, ‘Siyasette 24 saat bile uzun bir süredir’ sözünün Demirel’e ait olduğunu ve Türk siyasetini en iyi özetleyen cümlelerden biri olduğunu paylaşmak istiyorum.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ceren Kenar / ABD teröre karşı savaşı nasıl kaybetti?

New York’taki İkiz Kulelere yapılan 11 Eylül saldırısının 13. yıl dönümünde ABD yeni bir terörle mücadele operasyonuna giriştiğini açıkladı. Bu sefer hedef IŞİD, coğrafya Suriye ve Irak.

11 Eylül ile başlayan ve 13. senesine giren “teröre karşı savaş” (war on terror) kampanyasında Amerika birçok farklı yol denedi, birçok bölgede askerî operasyona girişti. Afrika’dan (Somali ve Mali) Afganistan’a, Irak’tan Filipinler’e, Yemen’den Pakistan’a uzanan geniş bir coğrafyada yoğun harekâtlar gerçekleşti.

Peki ya sonuç? Bu askerî harekâtların sivil kayıp boyutunu bir kenara bırakalım, ABD hedeflerine ulaşabildi mi? Küresel terörizmin belini bükebildi mi? 2014 yılında dünya küresel terör örgütlerinin faaliyetleri açısından 2001 yılına göre daha mı güvenli?

Buna, ne yazık ki, olumlu bir cevap vermek mümkün değil. Aksine 13 yıllık teröre karşı savaş kampanyasının sonunda radikal örgütlerin İslam adına saçtıkları terör çok daha yaygın ve tehlikeli hâle geldi. Afrika’dan Afganistan’a ulaşan geniş bir coğrafyada bu örgütler etkin. Orta Doğu’nun kilit iki ülkesinde devlet kurduğunu ilan eden bir IŞİD var. Obama’nın son operasyona örnek olarak gösterdiği Yemen ve Somali örneklerini bir tek kendisi başarı öyküsü sayıyor.

Peki neden? ABD dünya kadar para döktüğü, uluslararası politikasının neredeyse birinci önceliği hâline getirdiği “teröre karşı savaş” kampanyasında neden başarısız oldu?

Bu soruya cevap ararken komplo teorilerine gitmeye gerek yok. Bu örgütleri bizzat ABD’nin çıkardığı ve desteklediği gibi içimizi soğutan ama gerçekle pek de bağlantısı olmayan açıklamalara başvurmanın bir katkısı da yok.

Her vakada ve tekil örnekte ABD’nin teröre karşı mücadelesindeki başarısızlığının ayrı sebepleri var. Somali’de ayrı, Irak’ta başka. Fakat tüm örneklerde ortak birkaç sebep var:

1- ABD, terörü bir düşman olarak tanımlarken aslında, terörün asıl sorunu örten bir semptom veya taktik olduğunu görmek istemedi. Bir bataklıktan çıkan sinekleri yok etme misyonunda, bataklığı kurutmak yerine, sineklere zehir sıktı. Sonuç bataklık baki kalırken, sinekler zehre bağışıklık kazanarak ve sayıları artarak, daha güçlü bir şekilde yeniden çıktı.

Peki neden? ABD’nin karar vericileri, siyaset belirleyicileri şüphesiz ki bu yazının yazarından daha az akıllı veya bilgili değil. O halde neden uzun vadeli ve kalıcı çözümler yerine kısa vadeli, geçici, sorunu uzun vadede büyüten yollar denedi ABD? Çünkü bu yollar daha kolaydı. 1-2 sene içinde iç kamuoyuna küçük de olsa bir zafer sunacak opsiyonlar, uzun vadeli ve daha sancılı politikalara yeğ idi.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Engin Ardıç / Onu da Tayyip yapmış

Bilmem farkında mısınız, muhalefet cephesinde artık Recep Tayyip Erdoğan’a eskisi kadar kolay ve uluorta küfür edilemiyor.

Çünkü artık cumhurbaşkanıdır, işin ucunda ağır hapis cezası var. Patron kesesinden üç-beş bin lira atıp kaçmak mümkün olmayacak, ya da Taksim benzeri olaylarda enselendiğinizde “ben aslında Fener’i kastetmiştim” deyip sıyıramayacaksınız.

Muhalif medya bunun üzerine taktik değiştirdi, “göbekten saldırı” yerini “kanatlardan akına” bıraktı.

Umarız Galatasaray futbol takımı da bunu öğrenir.

Yeni taktik, “alakasız konuları bahane edip ima yoluyla dolaylı yüklenme” üzerine kurulu.

Asansör mü bozuldu, Tayyip yüzündendir.

Kuru ağaç kadınların üstüne mi düştü, Tayyip sorumludur. Kamyon minibüse mi çarptı, Tayyip kusurludur. Milli takım mı yenildi, Tayyip hatalıdır. Lumpen gençleri “bonzai” kullanıyorlarmış, Tayyip suçludur.

Çünkü iktidar içkiyi yasaklamış!

İktidar içkiyi yasaklamadı, yalnızca gece saat on birden sonra ve yalnızca “bayi satışına” yasak getirdi, edindiğimiz bilgiye göre onu da pek takan yokmuş ayrıca.

Fakat bu, özellikle Avrupa basınına ve “Alman gizli servisinin basın bülteni gibi çalışan” Der Spiegel benzeri yayın organlarına “Türkiye’de içki yasaklandı” şeklinde pazarlandı. Tepki uyandırmak için…

Kazık kadar adamlar Batı basınında utanmadan “Boğaz’da rakımı içmek istiyorum” diye yazılar yazdılar, sanki Boğaz meyhanelerinde en küçük bir sorun yaşanmış gibi…

Bayi yasağının amacı, gençlerin evden iplerini kırıp yarı geceden sonra parklarda kafayı çekmelerini ve sağa sola bulaşmalarını önlemekti. Aynı şekilde, içki şişelerinin üstüne “içki dostunuz değildir” şeklinde yazılar kondu.

İktidar haksız mıydı? İçkiden ölen en az yirmi tanıdığımı sayabilirim size (son örneği Arda Uskan), ben de o zıkkım yüzünden şeker hastası oldum.

İşte bu yüzden, bayiden on birden sonra içki alamayan gençler çarnaçar “bonzai”ye yöneliyorlarmış.

Bonzai, kokain gibi bir burjuva uyuşturucusu değil, tiner gibi bir lumpen uyuşturucusu. İki büyük özelliği var: Biri çok kısa sürede öldürücü yani çok daha tehlikeli olması, ikincisi ucuzluğu.

Peki, saat on bire beş kala bile Tekel bayiinden isterse sekiz şişe şarap, canı çekerse on altı şişe de bira alması serbest olan genç nasıl oluyor da bonzaiye yöneliyor? Biradan bile daha ucuz olduğu için. Buna da ancak lumpenproletarya tenezzül ve tevessül eder.

Demek ki mesele siyasal değil, sınıfsal.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ufuk Ulutaş / IŞİD’le mücadelede Türkiye

Cidde’deki IŞİD’le mücadele toplantısının sonuç bildirgesine Türkiye’nin imza atmaması neredeyse toplantının önüne geçti. Toplantının hemen akabinde bir taraftan Batı’nın Wall Street Journal gibi operasyon medyası diğer taraftan da sınır tanımaz fırsatçılıklarıyla mezar soyuculara rahmet okutan bazı siyasetçilerimiz tezvirata başladı. Batı’nın operasyon medyası eksen kayması tartışmalarını andırırcasına Türkiye’nin “müttefikliğini” sorgularken, bizdeki tüm milli hassasiyetleri kaybolmuş hatta bazıları artık insanlıktan çıkmış siyasetçiler de “neden imza atmadık?” hezeyanlarına başladı. 

Şunu net olarak söyleyeyim: Türkiye’nin Cidde toplantısının sonuç bildirgesine imza atmasını isteyenler ya cahildir ya da kötü niyetli. Cahilse o bildirgeye imza atmanın IŞİD’in rehin tuttuğu 49 vatandaşımız için ne denli bir tehlike oluşturacağını bilmiyordur. Kötü niyetliyse de konsolosluk personelimizin sağlık ve selametini, kazanmayı umduğu üç beş oya veya hükümete saldırabilme fırsatına feda ediyordur.  

Artık bu IŞİD üzerinden Türkiye’ye operasyon çekmek isteyenlerin pişkinliği gerçekten de can sıkmaya başladı. IŞİD’i doğrudan veya dolaylı olarak güçlendiren aktörler, IŞİD’den olumsuz olarak en fazla etkilenen ve IŞİD’le en fazla mücadele eden ülkelerden birisi olan Türkiye’ye saldırıyorlar. 

IŞİD’i doğurup, büyütüp, dönüştürenler 

IŞİD’i ABD’nin Irak’ı işgali etmesi doğurmuştur. Yani ABD’nin Irak faciası IŞİD’in varoluş sebebidir. Bu yüzden IŞİD’in “Godfather”i ABD en fazla taşın altına elini koyması gereken ülkedir. IŞİD’i Maliki’nin mezhepsel politikaları büyütmüştür. Maliki’ye Türkiye’nin tüm uyarılarına rağmen destek veren Batılı ülkelerden, zulüm döneminde Bağdat’a gidip Maliki’yle (Esed’le olanı da mevcut) poz veren CHP’li siyasetçilere kadar birçok aktörün sorumluluğu vardır. IŞİD’i sınır aşan bir tehdide ise Suriye’deki Baas katliamları dönüştürmüştür. Esed rejiminin katliamları sadece IŞİD’in ideolojik pozisyonunu kuvvetlendirmemiş, aynı zamanda Esed IŞİD ile ittifaklar kurmuş, ticaret yapmış ve beraberce Suriyeli muhalifleri hedef almışlardır. Bu sebepten IŞİD teröründe Esed rejiminin olduğu kadar Türkiye’de üç senedir Esed’i insanlığa tercih eden Baas propagandistlerinin, İran yandaşlarının ve bilumum gayri-milli operasyon odaklarının payı vardır. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yusuf Kaplan / Müslümanları niçin ‘canavar’ olarak sunuyorlar?

Dünkü Yeni Şafak’ta ilginç bir haber vardı. İngiltere Başbakanı Cameron, IŞİD’i kastederek, ‘Bunlar Müslüman değil, canavar’ demiş!

Tam İngiliz ‘numara’sı bu! O ‘canavar’ı icat eden sizsiniz!

Niçin? ‘Müslümanlar, canavar’ demek için!

Ama ‘asıl canavar’ın siz olduğunuzu bütün dünya biliyor. Sömürgecilik tarihinde nerdeyse bütün dünya üzerinde ve bütün kıtalarda işlediğiniz cinayetleri, ektiğiniz nifak tohumlarını, kurduğunuz tuzakları dünyanın unuttuğunu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

Yaptığınız, yapmaya çalıştığınız şey, Müslümanları ‘canavar’ olarak ilan etmek.

Ama bu, bir zoka! Bu zokayı yutmayacağız, yutturamayacaksınız!

Tipik İngiliz psikolojisini çok iyi yansıtan Cameron, hızını alamamış ve şöyle devam etmiş: ”IŞİD’e karşı kapsamlı bir strateji uygulayacağız!’ diye eklemiş!

Bu da, tam bir karartma operasyonu! Hem de çok katmanlı, karmaşık, Müslüman kitlelerin zihinlerini fenâ hâlde karıştırmaya yetecek bir karartma operasyonu!

İki asır önce Vehhabîliği icat edip, Yahudilerle birlikte Osmanlı’nın üzerine salan ve Osmanlı’nın durdurulmasında kullanan sizdiniz! Bunu unuttuğumuzu zannediyorsunuz ama fenâ hâlde yanılıyorsunuz: Unutmadık, unutmayacağız!

Şimdi yine ‘köleniz’ ve ‘maşanız’ Suudları kullanarak neo-selefîlik diye uyduruk bir ‘şebeke’ icat ettiniz.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ruşen Çakır / Hükümetin (IŞ)İD tereddüdünün 6 nedeni

Yıllar boyunca, başta NATO’da birlikte yer aldığı Batılı ülkeler olmak üzere uluslararası topluluğa sürekli olarak “terörizme karşı ortak mücadele” çağrısı yapan Türkiye, hemen yanı başında ABD tarafından oluşturulan, (IŞ)İD terörüne karşı koalisyonda yer almıyor. Üstelik söz konusu koalisyonda açık ya da örtülü bir şekilde PKK ile bağlantılı silahlı örgütlerin yer alacağı anlaşılıyor. Peki Ankara neden tereddütlü? Bunun başlıca 6 nedeni olduğunu söyleyebiliriz:

1) 49 rehine: Tabii ki öncelik (IŞ)İD’in Musul Başkonsolosluğu’nu basıp 49 kişiyi rehin almış olması. Bu hamlesiyle Türkiye’yi Irak ve hatta Suriye’den büyük  ölçüde uzak tutmayı başaran (IŞ)İD böylece stratejik açıdan yabana atılmaması gerektiğini kanıtladı. Ankara ise rehine sorununa, bunu haberleştirmeyi medyaya yasaklamak dışında, herhangi bir çözüm getirebilmiş değil.

2) Terörün Türkiye’ye taşınması: Hâlâ cumhuriyet tarihinin en büyük terör saldırısı olan Reyhanlı olayının aslı net olarak anlaşılabilmiş değil. İster arkasında Esad rejimi, isterse radikal İslamcı gruplardan herhangi biri bulunsun, bu saldırı bölgesel krizlere doğrudan müdahil olmanın bedelinin çok ağır olduğunu göstermişti. Eğer Türkiye açık bir şekilde (IŞ)İD’e karşı koalisyonda yer alırsa sadece rehinelerin değil tüm vatandaşların can güvenliği tehlike altına girebilir. Bu çok da zor olmayacaktır çünkü (IŞ)İD ve benzeri yapılar bir süredir transit olarak kullandıkları Türkiye’yi çok iyi tanıyorlar ve iyice yerleşmiş durumdalar. Öte yandan yabancı medyanın her gün yeni örneklerini ifşa ettiği gibi, ülkemizden çok sayıda insan Irak ve Suriye’ye savaşmaya gidiyor. 

3) Esad rejiminin ayakta kalması: Her ne kadar ABD Başkanı Obama, Baas rejimiyle işbirliğine gitmeyeceklerini kati olarak açıkladıysa da, (IŞ)İD’e karşı mücadelenin Suriye’de de sürdürülecek olması doğal olarak Başşar Esad’ın elini güçlendirecektir. Bu da, rejimin yıkılmasına aşırı ölçüde angaje olmuş, bu uğurda çok büyük faturalar (yüzbinlerce mülteci ve bunların doğurduğu sorunlar, topraklarına taşınan terör…) ödemiş olan AKP hükümetini derin bir hayal kırıklığına sevk ediyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / Seçilmişliğin bedeli gündeme esir olmaktır

Ülkelerin ve toplumların sorumluluğunu taşıyan siyasetçileri onları izleyen, destekleyen veya eleştiren insanlardan ayıran durumlardan biri de, onların “Gündem”in esiri olmalarıdır.

Şu anda bir köşe yazarı olarak isterseniz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni konutu üzerinde veya CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun sağcı mı yoksa solcu mu olduğu konusunda çeşitlemeler, yapabilirsiniz. Eğer çocuğunuz bugün okula başlıyorsa eğitim sistemimize ilişkin endişelerinizi sıralarsınız… Ya da Ankara’nın mı yoksa İzmir’in mi daha temiz şehir suyuna sahip olduğuna takılabilirsiniz.

Ama eğer Türkiye’nin Cumhurbaşkanı ya da Başbakanıysanız IŞİD’le mücadele konusunda Türkiye’nin benimseyeceği konum ve bunun Türk-Amerikan ilişkilerine nasıl yansıyacağı, sizin için gündemin 1’inci ve çok öncelikli sorunudur… Bu sorunun içeriğinde IŞİD’in elindeki 49 rehinenin durumu da, “Barış Açılımı”nın geleceği de, Suriye’den sonra Irak’tan da gelmesi muhtemel göç dalgası da, IŞİD’le mücadelenin Suriye’de Esad’a yardımcı olması ihtimali de vardır.

Uykuyu kaçırmak 

Düşünün ki şu anda ABD’nin siyaset üreten merkezleri ve medyası, IŞİD’in para kaynaklarının Irak ve Suriye’den Türkiye’ye gelen ve bizim üzerimizden bölgeye pazarlanan kaçak akaryakıt olduğunu iddia etmekteler. “The New York Times”ın yorumlu haberine göre bu kaçak akaryakıtın IŞİD’e günlük getirisi 2 milyon dolar civarındaymış. Eğer bu yöndeki baskılar Obama’yı etkilerse, Amerikan uçaklarının bizim sınırda gördükleri her hareketi bombalayarak karşılayacakları bellidir.

Hiç gece yatağa yattığınızda “Ya IŞİD’in elindeki 49 vatandaşımıza bir şey olursa” veya “1.2 milyon Suriyeli mülteciden sonra 1 milyon Iraklı da bize iltica ederse” diye uykuyu kaçırdığınız oldu mu? Yahut “Demek büyük devlet olmak için kendi hatalarınızı görmezden gelmeniz ve sorumluluğu Ortadoğu’daki krizin yükünü taşıyan ülkelere yıkmanız gerekirmiş” benzeri dersler aldığınızı hiç düşündünüz mü?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / Bu siyaset değil, nefret!

Muhalefeti, eleştiriyi, itirazı bir yana bırakıp nefret ederek siyaset yapmaya başlarsanız liseli ergen ruhu gelir, yakanıza yapışır.

Bilginin ve fikrin yerini aklın tartısından uzak duygularınız alır.

Sadece nefret etmekle kalmaz, olur olmaz şeyleri de sevmeye başlarsınız ya da düşmanınızın düşmanlarını dost sanırsınız.

Tamam, o ergen bu yolla dünyada kendine bir yer açmaya çalışmaktadır, anlaşılır bir şeydir.

Fakat bu tutum koskoca insanlar için tuhaf ve “ham” bir yöneliş değil mi?

Mesela değerli insan hakları savunucusu ve siyasetçi Mehmet Bekaroğlu’nun “CHP sevgisi”ni anlamakta zorlanıyorum. Bunun hakiki bir siyasi tavır olduğu söylenebilir mi? 

***

Geçen hafta Hürriyet’e “Sistem değişmedi” dedi Bekaroğlu. Yeni Türkiye’nin “yeni” olmadığını ima etti.

Diyelim ki, bu iddia doğru! İyi de Bekaroğlu’nun o sistemin kurucu partisine; sistemin değişmemesi için canla başla çırpınan siyasal örgüte katılması normal mi?

Cevabı biliyorsunuz; Hayır, değil!

Problem tam o noktada! Siyasal fikir ve iddianın yerini siyasal nefret alınca iş değişiyor.

Yine Bekaroğlu diyor ki, “Ülke hiçbir zaman şimdiki kadar kutuplaşmadı!”

Pes doğrusu!

Artık eşlik edeceği seküler beyaz seçkinci Türkler bilinmesini hiç istemezler ama Bekaroğlu bilir; bu toplumu daha en başında kutuplaştıran kaynak CHP’nin kurucu ideolojisi ve pratiğidir.

Bir baksa yeni çevresine görecek Bekaroğlu…

Alevileri Sünnileştirmeye, Kürtleri Türkleştirmeye, Türkleri sekülerleştirmeye çalışanlar kimler?

Bugün sürekli kutuplaşmadan şikayet edip kendi “kutbu”ndan taviz vermeye yanaşmayan kimler? 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Orhan Miroğlu / Restorasyonun yolu Diyarbakır, Erbil ve Rojava’dan geçer

Neçirvan Barzani’nin, Musul’da kaçırılan 49 Türk  rehineyle  ilgili olarak Aslı Aydıntaşbaş’a yaptığı açıklamayı okuduğunuzu sanıyorum. Ben okuduğumda ne yalan söyleyeyim çok hayıflandım. Hayıflandım çünkü, Konsolosluk görevlileri, Neçirvan Barzani’ye inansalardı, anlaşılan o ki, rehin alınmayacaklardı.

IŞİD Musul’a girmiş, Kürdistan Başbakanı zor bir günde dostluk elini uzatıyor, ama o el geri çevriliyor.

Kürdistan hükümetinin Başbakanı diyor ki, ‘Musul’daki olayların yaşandığı gece Sayın Davutoğlu’yla bir kaç defa görüştüm. Bizden oradakilere göz kulak olmamızı istedi. Konsolosunuzu iki defa arayıp ne yapabileceğimizi sordum. Tahliye teklif ettim. Ama iyi durumda olduklarını ve yardıma ihtiyacı olmadığını söyledi. Doğrusu çok şaşırdık. Sanıyorum başkonsolos bir değerlendirme hatası yaptı. Bildiğimiz kadarıyla bir noktada Dicle’nin batısında, şehrin Kürt bölgesinde tutuluyorlardı ama oradan başka yere götürüldüler.’

Yani rehineler, Kürtler’in kapsama alanından uzaklaştırıldılar demek istiyor Barzani!

Ben izninizle, geçen yüzyılın koşullarını hatırlatarak, Kürtler ve Türkler bu dar ve zor zamanlarda ne yapıp edip,  birbirlerinin kapsama alanı içinde kalmalılar, kalmak zorundalar diyeceğim.

Osmanlı İmparatorluğunun dağıldığı ve Ortadoğu’da ulusal sınırların İngiliz İşgali altında yeniden çizildiği 1. Dünya Savaşı yıllarında, Britanya’nın önde gelen sömürge politikaları yöneticilerinden Percy Cox, Mezopotamya’daki İngiliz varlığının, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı coğrafyayı kapsayacak şekilde kuzeye doğru genişlemesini savunuyor, burada kurulacak yeni bir jeo-stratejik alanın Musul ve Kerkük’ün petrol alanlarını kapsaması gerektiğini söylüyordu.  Bu coğrafyadaki zengin petrol alanlarına sahip olmak, İngiltere’nin yabancı petrole bağımlılığını azaltacak ve bu ülkenin egemen olduğu sömürgelerin de kendi kendilerine yeterli ülkeler olmalarını sağlayacaktı.

Pery Cox’un savunduğu fikirlerin tersine, İngiltere’nin ‘Sömürge Dairesi’ başkanı Winston Churchill ve dönemin bakanlarından Edwin Montgan ise, ‘Kürtlerin tam olarak bağımsız olmaları’ gerektiğine inanıyorlardı. Montgan, ‘Kürdistan kendi haline bırakılmalıdır’ derken Churchill, ‘Kürdistan ve Irak’ın yakınlaşıp bir tek devlet kuracağı güne kadar, ‘Kürdistan’ın , Anadolu’daki başarılı direniş hareketiyle İngiltere arasında bir tampon bölge olarak’ kalmasından yanaydı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ardan Zentürk / Evlatlarımız kıymetlidir…

Irak Şam İslam Devleti (IŞİD), Washington-Moskova bilek güreşi hattında, Tahran-Riyad-Tel Aviv üçgeninde palazlandı. Şam ve Bağdat’taki despotlar bu trajediye hatırı sayılır katkıda bulundular. ABD’nin açıkladığı IŞİD’e karşı savaş stratejisinin ana hedefi: 1- Rusya’yı, Beşar üzerinden girdiği Ortadoğu’dan atmak, 2- İran’ın Şii nüfusa dönük kanlı saldırıları bahane ederek cepheye girmesini önlemek, 3- Suudi Arabistan ve İsrail’in güvenliğini garanti altına almaktır. 

Burada Türkiye nerede?

Moskova’ya sert mesaj…

Obama, ABD liderliğindeki koalisyonun IŞİD’e dönük müdahalesinin Irak’la sınırlı kalmayıp Suriye’yi de kapsayacağını söyleyerek Rusya’yı zor bir ikilemle karşı karşıya bıraktı. Bağdat Amerikan müdahalesini davet etti, ama, Şam’daki yönetimden  böyle bir çağrı yok. Koalisyonun Suriye’ye dönük askeri harekatı, Şam ve Moskova (bu arada tabii ki Tahran) tarafından egemen bir devletin topraklarına yapılmış saldırı olarak nitelenecektir. Suriye bu tür bir saldırıyı önleyebilir mi, önleyemez, ama Rusya isterse, ağır bedel ödetir. Suriye, ülkenin, İsrail hava saldırılarına karşı korunması için Rusya tarafından kurulmuş çok güçlü bir hava savunma sistemine sahip. Bu sistem, esas olarak Rus teknisyenlerin kontrolünde, yani, Suriye’den ateşlenen bir yerden havaya savunma füzesinin düğmesi Moskova’nın elinde.

Rusya, Suriye hava sahasına girecek Amerikan uçaklarına karşı o düğmelere basacak mı, basmayacak mı? Washington, orada düşecek bir Amerikan uçağının gerçek failini biliyor!.. IŞİD’e dönük bir operasyonda ateşlenecek her hava savunma füzesi, ABD-Rusya hesaplaşmasının tahminlerin çok ötesinde gerginliğe savrulmasına neden olacak. Putin bunun farkında. O füzeleri ateşlemezse, Ortadoğu denkleminden çıkmış olacak, ateşlerse, Ukrayna başta eski Sovyet coğrafyasında neyle karşılaşacağının garantisi yok.

Yazının devamını okumak için tıklayın…