Suriye’nin ötekileri: Abdallar

Ülkeler
Türkiye’ye kaçanlardan bazıları kamplara yerleştirilirken, bazıları da İstanbul’da zor koşullarda yaşıyor. İşte al-jazeera.com’da yer alan haber. Suriye’de 3 yıl önce başlayan ayaklanmanın seyri, hem ...
EMOJİLE

Türkiye’ye kaçanlardan bazıları kamplara yerleştirilirken, bazıları da İstanbul’da zor koşullarda yaşıyor. İşte al-jazeera.com’da yer alan haber.

Suriye’de 3 yıl önce başlayan ayaklanmanın seyri, hem içerde hem dışarda çok fazla acı biriktirdi. Devlet Başkanı Beşar Esed’e karşı ayaklananlar, silahlananlar, sonra silahları birbirlerine doğrultanlar… Liste o kadar uzadı ki, elinde silah olan herkes ayrı bir silahlı muhalif grup kurdu.

Esed’in görevi bırakmama ısrarı barışçıl gösterilerle başlayan değişim sesleri iç savaşın gürültüsünde artık duyulmaz olurken, iki barış elçisi eskiten savaş kendi haline bırakılmış gibi her gün can almaya devam ediyor. Savaşın yükü komşu ülkelerin de omuzunda. Lübnan’a kaçışlar bu hızla sürerse sığınmacıların sayısının ülkenin nüfusunu geçmesi söz konusu.

Eskişehir nüfusu kadar sığınmacı

Başbakanlık Acil Afet Yönetimi Başkanlığı verilerine göre Türkiye’de de 320 bin kişi kamplarda kalıyor. 500 bin kişi de dışarda. Yani sığınmacılar Eskişehir’in nüfusunu geçmiş durumda.

Dışarıda kalanlar arasında en zor durumda olanlar Alevi inancına sahip Türkmenler ve Domlar.  İki halk da Türkçeyi neredeyse anadilleri gibi konuşuyorlar. Alevi Abdal olarak adlandırılıyorlar. Neşet Ertaş’ın da içinde olduğu daha çok göçebe bir halk. Allah’a ulaşmak için her şeyden vazgeçmeyi benimsiyorlar, yani ünvan, dünya malı sahibi olmayı önemsemiyorlar. Suriye’de de sayıları oldukça fazla. Domlar ise tam olarak Avrupa’da Roman olarak bilinen halk değil. Dünyada yarı göçebe yaşayan üç farklı gruptan biri. Hint ve Afrika kökenli oldukları öngörülüyor.

Konuştuğumuz ilk sığınmacı grubu kendilerini Türkmen olarak tanıtıyor. Gaziantep’teki kampta yaşamayı reddedip İstanbul’a gelmişler. Can güvenliklerinden kaygı duyuyorlar. Fotoğraflarının, isimlerinin kullanılmasını istemiyorlar. Dükkândan eve dönüştürülen küçük bir odada 11 Türkmen sığınmacıyla buluşuyoruz. Akıcı bir Türkçeyle konuşuyorlar. Bazen ifade edilmesi güç bir durum olduğunda kullanacakları sözcüğü aralarında Arapça müzakere ediyorlar. Kamplara göre dışarıda kendilerini daha özgür hissetseler de Türkçe avantajına rağmen özgürlüğün onlara biçtiği bedeller var.

Öncelikle oturma izni için istenen 200 TL’den şikâyetçiler. Ev kiralarken de zorluklarla karşılaştıklarını, 250 TL’lik bir daire için 800 TL kira istendiğinden söz ediyorlar. Devletin kira yardımı yapmasının bile onlar için hayati önemde olacağını, en azından bu isteğe kulak verilmesini istiyorlar.

Ev kiralama aşaması, Türkiye vatandaşı bir kefilin bulunması da dahil birçok güçlük aşıldıktan sonra başlarını sokacak bir oda bulsalar da T.C. kimlik numaraları olmadığı için su ve elektrik aboneliğine başvuramıyorlar. Bazılarında ikametgâh tezkeresi bulunduğu halde çalışma izinleri yok. Bir Türkmen, cebinden çıkardığı tezkeredeki ‘Bu ikametgâh tezkeresi çalışma hakkı vermez’ uyarısının hayatlarını çok zorlaştırdığından şikâyet ediyor. Kendilerini damgalanmış gibi hissettiklerini söylüyor.

‘Yardımlar sadece kamplara gidiyor’

Kamptaki Suriyelilere ücretsiz tedavi uygulanırken, kendilerinin hastanelere kabul edilmediğinden yakınıyorlar. Bir Türkmen, gelininin evde doğum yaptığını, ölüm tehlikesi atlattığını, mahalledeki kadınların yardımıyla doğumun sorunsuz gerçekleştiğini anlatıyor. Mahalleyle ilişkilerini soruyoruz;  halkın onları kucakladığını, yemeklerini, kıyafetlerini paylaştıklarını anlatıp memnuniyetlerini dile getiriyorlar. Bir sığınmacı ‘Hatta 50-100 TL harçlık verenler bile oluyor” diyor.  Para konusu açılınca “Yurt dışından gelen paralar kime dağıtılıyor?” diye soruyor biri; diğeri  “O paralar sadece kamptakilere dağıtılıyor” yanıtını veriyor.

“Bizler Türküz, kimlik istiyoruz”

Neden kamplara gitmediklerini sorduğumuzda daha karışık, hatta bazen çaresiz sorunlara uzanan bir tartışma başlıyor. Lübnan’da 15 yıl piyango bileti sattığını söyleyen bir Türkmen, “İsrail Lübnan’a saldırdığında Suriye’de savaştan kaçanlara evlerimizi açtık. Suriye Devleti onlara çalışma izni verdi. Özgürce yaşadılar. Osmanlı döneminde sınır yoktu. Biz Gaziantep’ten gittik Suriye’ye. Bizler Türküz. Kimlik istiyoruz. Barış istiyoruz. Türk halkı bizi kucakladı. Onlara teşekkür ediyoruz” diyor.

Çalışma izni verilmemesine tepki gösteren bir Türkmen. “Hırsızlık mı yapalım” diye soruyor. Odaya yeni giren başka bir Türkmen, ayakkabı boyarken zabıta tarafından dövüldüğünü iddia ediyor. Başka bir arkadaşının sattığı suyun parasına el konduğunu söylüyor.

‘Taksim’de tezgâh açma izni verilsin’

Oda, sorunların konuşulduğu bir meclise dönüşüyor. Şam’dan geldiğini söyleyen bir Türkmen, iki ay inşaatta çalıştığını ve parasını alamadığını anlatıyor. Yanımda kendisini işe alan müteahhidi tekrar arıyor, “Bak görüyor musun, telefonu sürekli kapalı” diyor.

Çözüm önerisi deyince, odadaki herkesten ortak bir talep geliyor. Taksim, Eminönü gibi semtlerde kendilerine tezgâh açma izni verilmesini istiyorlar. İstiklal Caddesi’ndeki simit arabalarından kendilerine de verilmesini istiyorlar.

Ama kendilerine yardım etmek isteyenlerden de kuşkulanıyorlar. Bazı kişilerin dertlerini dinleyip ortadan kaybolduğunu söyleyen bir Türkmen, “Devlet gelmiyor, yiyiciler, dolandırıcılar geliyor. Bizim mağduriyetimiz üzerinden zengin olanlar var diyor. Çünkü gülü herkes koklar, dikeni kimse koklayamaz” derken, bu kişilerin kimler olduğunu belirtmiyor.

Beşar Esed’e hâlâ ‘baba’ diyen var

Suriye’nin nasıl bu hale geldiği tartışmasına geldiğimizde odadaki herkesin kafası karışık. Türkmenlerden biri “Türkiye’yi 50 yıldır Avrupa Birliği’ne almıyorlar. Suriye’nin 3 günde AB ülkesi gibi olmasını istiyorlar” iddiasını savunuyor. Baas rejiminin kendilerine her ay ailelerine yetecek kadar un, şeker, yağ ve çay dağıttığını belirtip, Beşar Esed’den ‘baba’ diye bahsediyor. 40 yıldır insanlara ne kadar malzeme dağıtacağına aynı ailenin karar verdiğini hatırlatıyorum. ‘Devleti yönetenlerin seçimle işbaşına gelmesi daha iyi olmaz mı’ diye soruyorum. ‘Suriye’de demokrasi var, seçim var’ yanıtını alıyorum.Nasıl diye sorduğumda, muhtarlığa ya da seçim merkezlerine gidip kime isterlerse onun yanına imza attıklarını anlatıyorlar. Ama bunun âdil bir seçim olmadığını söylediğimde, ‘herhangi bir zorlamayla’ karşılaşmadıklarını savunan bir Türkmen, “Ben yıllarca hiç oy vermedim ve kimse bana bir şey yapmadı” diyor.

Demokrasi tartışması  güçlükle ilerliyor. Örnekler veriyorum, Avrupa’da, Türkiye’de iktidarların sürekli değiştiğini, seçimle gelen hükümetlerin seçimle gittiğine dair örnekler veriyorum.

Şamlı Türkmen, “Beşar’dan daha iyisi gelmeyecek ki. Bir kötülük etmemiştir kendisi. Niye çık git diyelim” diyor.

‘Tıraşı bile yasakladılar’

Demokrasilerde muhalefetin olduğunu, Esed yönetiminin muhaliflere göz açtırmadığını söylediğimdeyse savaşın güncel kaygıları dile getiriliyor. Hamalı bir Türkmen, “Özgürlük istiyorlar değil mi? Şimdi bu muhaliflerin bölgelerinde başını örtmeyenlere neden o özgürlük yok. Sakal tıraşını bile yasakladılar. Namaza gitmeyeni dövüyorlar” itirazını getiriyor.

‘Oğlumu mu vurayım, yoksa yeğenimi mi?’

Savaşın seyrine dair yorumlarını sorduğumuzdaysa dışarıyı işaret ediyorlar. Türkmenlerden biri “Kimse karışmasaydı Esed’le muhalifler barışırdı. Çünkü biz bir aileyiz. Bir ailenin içine ne kadar dedikodu karışırsa, o aile o kadar perişan olur. Çocuk çekip babayı vurur. Şimdi mesela benim oğlum Suriye Ordusu’nda. Amcamın oğlu da aynı bölgede muhaliflerin yanında. Ben şimdi ne yapayım? Oğluma mı silah çekeyim, yoksa amcamın oğluna mı?”

‘Olan fukaraya oluyor’

Parkta yaşayan Suriyeli Türkmen Domların durumu ise daha farklı. Hayatlarından memnun görünüyorlar. Ama Suriye’yi özlüyorlar. Soyadını vermek istemeyen Muharrem adlı bir Türkmen Halep’in Haydariye mahallesinden geldiğini ve orada durumlarının ‘çok iyi olduğunu’ anlatırken “İşimizden gelip işimize gidiyorduk. Beşar Esed bize çok yardım ediyordu. Her ay çay çıkıyordu, pirinç çıkıyordu. Yılda bin litre mazot bedavadan veriliyordu. Evlerimiz vardı, arabalarımız vardı her şeyimiz vardı” diyor.

Savaştan sonra mallarını bırakıp kaçmak zorunda kaldıklarını anlatırken  “Durum çok kötü orda. muhalifler bir yerden vuruyor, devlet bir yerden vuruyor. Olan fukaralara oluyor. Evlerimizde otururken bakıyorsun bomba düşüyor.” diyor.

“Türk halkı bize bakıyor”

Akılları Suriye’de olsa da buradaki durumlarından da memnuniyetle söz ediyorlar, “Hükümetten yardım geliyor. Allah razı olsun Türk halkı bize bakıyor. Bazen mesela çocuklarımız yol iz bilmediğinden kayboluyor. Mahalleliler sağ olsun hemen onlara sahip çıkıyor. Bunlar Suriye’nin çocukları diyorlar, hemen getiriyorlar.” diyor Muharrem.

Ne iş yaptıklarını sorduğumuzda isminin Muhammed olduğunu söyleyen bir sığınmacı, “Devletten hiçbir yardım görmüyoruz. Bizim burada kalmamıza müsaade ediyorlar ama yardım da etmiyorlar. Bilmiyoruz neden” diye yakınıyor. Onlara da kampa gitmeme nedenlerini soruyorum. Abdallarlar benzer bir yanıt alıyoruz:

“Biz çadıra alışamıyoruz. Ama burada ev, apartman, dükkân neresi olursa olsun yaşıyoruz. Su temiz, lavabosu var. Banyosu, her şeyi var. Türk milleti yardım ediyor”

Mahalleliler ise genelde şikâyetçi. Sokakta görüşünü sorduğumuz bir kişi, “Biz yardım ediyoruz. Ama 20-25 yaşında, sapasağlam gençler yol kenarında dileniyor. Bu da insana ağır geliyor. Suriyeli kılığında dilenenler de var” diyor.

AFAD: İstanbul cazibe merkezi olmamalı

Peki, Suriyeli sığınmacılarla ilgili çözüm ne olabilir?

Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), Suriyeli sığınmacıları barınma merkezlerine davet ettiklerini, güvenlik sorunu nedeniyle bu daveti reddeden 20 bin kişiyi ikna ettiklerini aktarıyor. “10 bin kişilik ilçelerde bile asayiş sorunu oluyor ama biz kamplarda güvenlik garantisi veriyoruz. Birleşmiş Milletler tarafından da izleniyor, takip ediliyor zaten bu kamplar. Ancak 3-4 bin kişiyi henüz bu kamplarda kalmaya ikna edemedik. Dışarda daha özgür olduklarını düşünüyorlar. Ama biz de İstanbul’u cazibe merkezi haline getirmek istemiyoruz. Sınır illerde kalmalarının daha uygun olacağını düşünüyoruz” diyor.

İstanbul’daki Suriyeli Türkmenlerin yaşadığı ilçedeki belediyenin bir yetkilisi, “Biz onların Gaziantep’teki barınma evine dönmelerini sağlamak için araçlar ayarladık. Gidiyorlar sonra orada ‘kan davalık’ oldukları insanlarla yaşamak istemedikleri mazeretiyle geri dönüyorlar” diyor.

‘Alevilerin yoğun olduğu illerde kamp kurulabilir’

Belediyenin aşevlerinde sığınmacılara yemek verdiğini, kıyafet ve okul yardımı yaptıklarını anlatan yetkili, “Onları bir spor kompleksine davet etme planı var. Ama bu sorun Suriye’deki savaş bitene kadar zor çözülür. Şu an burada yaşadıkları sorunları en aza indirmekten başka yapabilecek bir şey yok” diyor.

İstanbul Alevi Koordinasyonu Sözcüsü Vedat Kara ise Suriye’den kaçanların çok kimlikli olduğuna dikkat çekerken, ‘Abdallar’ için “Allah’tan başka her şeyden vazgeçmiş insanlar. Gittikleri toplum içinde de horlanıyorlar. Aleviler de başta onları horladı. Böyle Alevilik mi olur diye. Suriye’de de bu insanlar ötekileştirilen bir grup” diyor.

Kara, Suriye’den gelenlere herkesin kendi usulleriyle yardım etmeye çalıştığını oysa bunu yaparken “Yaşam biçimleri, inançları doğru algılanıp en uygun yardım öyle yardım yapılmalı. ” diyor.

İlk gelenleri Cemevleri’ne aldıklarına belirten Kara, valiliğin buna izin vermediğini, daha sonra Abdalların Bayrampaşa’da yerleştirildikleri spor salonundan çevik kuvvet tarafından tahliye edilmesinin, sığınmacılarda güvensizlik duygusu yarattığını söylüyor.

Vedat Kara, İstanbul’un sığınmacılar için ‘cazibe merkezi’ haline getirilmemesi konusunda AFAD’a hak verirken, Alevi nüfusun yoğun olduğu bölgelerde kamplar kurulabileceğini, bu konuda AFAD’la birlikte çalışmaya hazır olduklarını söylüyor.