Fehmi Hüveydi’nin kaleminden Yemen’i krizi

Ülkeler
Fehmi Hüveydi Aljazeera Türk’te yayınlanan “Yemen’i krize götüren etkenler” başlıklı yazısında Yemen krizinin arka planını ve aktörlerini analiz ediyor.İşte yetkin kalemin gözünden k...
EMOJİLE

Fehmi Hüveydi Aljazeera Türk’te yayınlanan “Yemen’i krize götüren etkenler” başlıklı yazısında Yemen krizinin arka planını ve aktörlerini analiz ediyor.İşte yetkin kalemin gözünden krizin araka planı ve aktörleri…

Yemen’de yaşananlar bizi rahatlatmak ve sevindirmekten çok endişelendiriyor ve şoka uğratıyor. Zira bu ‘zorunlu savaş’, kötü durumu iyileştirmek için daha korkunç ve feci bir tedavi öngörüyor.

(1)

Modern Arap tarihinde benzersiz bir durumla karşı karşıyayız. Kartlar yeniden karıldı ve öncelikler değişti. Sakin bir insanı dahi şaşkına çeviren bir fitneyle yüz yüzeyiz. Olan biteni okuma ve iyi analiz etme girişimi içinde öncelikle bazı temel noktalarda anlaşmamızı diliyorum. Ayrıntılara girmeden önce bu noktalara bakış açısının düzeltilmesi ve işlerin rayına oturması için arka planda tutulması kanaatindeyim. Bu noktalar şunlar:

a) Arap kanı şartlar ne olursa olsun Arap silahıyla akıtılamaz. Bu bir kırmızı çizgidir. Arap ordularının görevi Arap halklarını düşmanlarına karşı savunmaktır. Yoksa Araplara karşı rejimleri savunmak değildir.

b) Arapların birincil stratejik düşmanı ve güvenlikleri için asıl tek tehdit kaynağı İsrail ve destekçileridir. Bunun dışındaki meseleler düşmanlık olarak görülemeyecek anlaşmazlıklardır.

c) Ortadoğu’nun güvenliği ve istikrarı, bölgede en büyük nüfuz ağırlığını temsil eden üç devlet arasındaki uzlaşmaya bağlıdır. Bunlar Mısır, Türkiye ve İran’dır. Sağlıklı her stratejik bakış açısında bu üç ülke arasındaki köprüler açık ve mümkün olduğunca güçlü olmalıdır.

d) İran politikasıyla ayrı düşmek ve hatta çatışmak, Şii mezhebi mensuplarıyla ilişkilere yansımamalıdır. Dolayısıyla devletlerin siyasi çıkarları ve hesapları ile bu ülkelerin farklı oluşumları arasındaki mezhepçi ilişkilerin bağlarını birbirinden ayırmak gerekmektedir.

e) Şu an Arap dünyasında yaşanan seferberliği ortak Arap savunma anlaşmasının etkinleştirilmesi olarak tanımlamak, büyük bir yanıltmadır. Hatta hâlihazırdaki seferberliğin (1948’deki Filistin savaşı akabinde) 1950’de imzalanan 13 maddelik anlaşmayla bir ilgisinin olmadığını iddia ediyorum. Zira savunma anlaşması, ortak savunma hatlarının organizesi için Arap orduları genelkurmayının temsilcilerinden daimi bir askerî komisyon kurulmasını içeriyor (beşinci madde). Ayrıca altıncı maddede de imza atmış ülkelerin dışişleri ve savunma bakanlıklarından oluşan ortak bir savunma konseyi kurulmasını öngörüyor. Tüm bunlar şu an mevcut değil.

(2)

Yemen’in bu noktaya gelmesinde birçok faktörün etkisi oldu. Geçen birkaç gün zarfında Yemenli önemli isimlerle yaptığım görüşmelerde bu faktörleri gözlemledim. Bu isimler şunlardı: Yemen’in eski başbakanlarından Muhsin Ayni ve Abdulkerim Aryani, 26 Eylül 1962 devriminin (krallığın devrildiği) direnişçilerinden General Hamud Baydar, Şûra Meclisi üyesi ve büyükelçi Ali Muhsin Hamid, öğretim görevlisi ve Şûra Meclisi üyesi Dr. Mutahhir Saidi. Görüşmelerimiz ve tartışmalar sırasında son krizi yaratan dört etkenin ön plana çıktığını gördük. Bunlar:

1) Ali Abdullah Salih: En önemli rolü eski devlet başkanı Salih’in oynadığı tartışmasız. Zira Salih iktidarda geçirdiği 33 yıl boyunca tek başına bir hâkimiyet kurdu. Bu bağlamda yaptığı en önemli şey, orduyu tüm birimleriyle kendi aile fertlerine (kardeşlerine ve oğullarına) bağlı kılmak oldu. Ayrıca çok sayıda subay ve askeri kendi kabilesi Sinhan’a dâhil ederek onların bağlılığını satın aldı.

Nihayetinde Yemen Cumhuriyeti’nin ordusundan çok Ali Abdullah Salih ve ailesinin ordusu vardı. Böylelikle Salih ülkedeki en büyük silahlı gücü yanına almayı garantiledi. Yardımcısı olan ve kendisinden sonra iktidarı üstlenen Cumhurbaşkanı Abdu Rabbuh Mansur Hadi’nin en büyük sorunlarından biri de buydu. Hadi, ordu üzerinde hiçbir gücünün olmadığını gördü.

Salih’in iktidara tutunma ısrarı uzun süredir biliniyordu. Zira bunun için her kapıyı çaldı. Hatta İngiliz Daily Telgraf gazetesi 28 Mart’ta Yemen kriziyle ilgili ilginç bir rapor yayınladı. Rapora göre Salih, 2011 yılında (kendisine yönelik devrimin en hareketli günlerinde) ülkesinin kapılarını ve hava sahasını El Kaide unsurlarını vurması için Amerikan savaş uçaklarına açtığı bir zamanda, örgütün emiri Sami Diyan’la Sana’daki ofisinde toplantı yapmıştı. Salih, Diyan’a El Kaide’nin Aden’e girmesini ve güneydeki nüfuz alanını genişletmesini kolaylaştırmak için Abyan eyaletindeki ordu güçlerini çekme sözü verdi ve anlaşma yapıldı. Gazete, bu bilgilerin yer aldığı raporu BM Güvenlik Konseyi’nin bir grup uzmana hazırlattığını belirtti.

Dikkat çekici husus Salih’in, Yemen’deki şartlar kötüleşince ve Körfez girişimi, iktidarı yardımcısına devretmesini dayatınca iki şeyi garanti altına almayı başarmasıydı. Bu garantiler planlarını sürdürmesini sağladı. Zira Körfez girişimi, kendisine yardımcıları ve aşiretiyle Sana’da kalmasını sağladı. Daha da önemlisi, hazırladığı ve nüfuzu altında tuttuğu ordusunun yanında yer aldı. İkinci garanti ise soruşturmalara karşı dokunulmazlığıydı. Bu da yağmaladığı paraları korumasını sağladı, ayrıca nüfuzunu korudu. Bu iki garantiyle birlikte Salih zaman geçtikçe Sana’da artan bir güç kaynağı oldu.

İronik olan, altı yıl boyunca (2004-2010) Husilerle savaşan Salih’in onlarla ittifak yapmakta, Sana’ya doğru ilerlemelerine ve Sada’dan çıkmalarına teşvik etmekte tereddüt etmemesi. Yemenli yetkililerin elinde Salih’in Sana’dan önce İmran’ı ele geçirmelerini kolaylaştırdığına ve Salih’in adamlarının 21 Eylül 2014’te başkentin en önemli askerî kamplarını ve mevzilerini Husilere teslim ettiklerine dair birçok kanıt var.

Görüştüğüm yetkililere göre Husiler Salih’le Sana’ya girmek için ittifak kurdular; Salih onları güneye yönelmeleri ve Aden’i almaları yönünde teşvik etti. Kendi ‘güçleri’ de bu hamleye katkıda bulunan birliklerin başındaydı.

Salih Husilerle savaştı ve ardından onlarla ittifak yaptı. Suudi Arabistan uzun süre Salih’e kucak açtı, kolladı ve suikast girişimi sonrası tedavisini sağladı ancak kendisi Suudi Arabistan’a düşman olan Husilerin yanında yer aldı. Bu tutumun iktidar yolunu açacağını düşündü. Yalnız Riyad’ın Husilere askerî operasyon yapma niyetinde olduğunu anlayınca oğlunu bir mektupla Riyad’a gönderdi. Mektupta şahsı için bazı garantiler istedi ve Husileri vurmak için 100 bin kişilik bir ordu hazırlama teklifinde bulundu. Riyad bu anlaşmayı reddetti ve El Arabiya televizyonunun 28 Mart günü yayınladığı haberde yer aldığı üzere kabul edilmeyen anlaşmanın görüntülerle desteklenen ayrıntılarını vererek ifşa etti.

(3)

2) Husiler: Krizdeki ikinci unsur Husiler. Dr. Abdulkerim Aryani onları ‘askerî araçlara sahip ve bu araçlarla bilinmeyen ve sınırsız hedefleri gerçekleştirmeye çalışan sivil olmayan siyasi hareket’ olarak tanımlıyor. Durumlarını teşhis etmek bağlamında söylemek gerekirse, Husiler mazlum olarak başlayıp zalim olarak bitirdiler. Zira özellikle Salih döneminde uzun süre dışlandılar ve baskı gördüler; sonra ayaklandılar ve Sada’dan çıkıp Sana’yı istila etmeyi kararlaştırarak hesapta olmayan emellerini ortaya çıkardılar.

Nüfuzlarını ispatlamalarına, siyasi meşruiyetlerini kazanmalarına ve iktidarın ortağı olmalarına rağmen bununla yetinmediler. Çünkü iktidarı ele geçirme yönündeki iştahları kabardı. Güneydeki Aden’i alma yemine karşı koyamadılar. Verdikleri sözleri bozdular ve siyasi diyalogu reddettiler. Buradan hareketle uzlaşma kapılarını kapattılar ve güneyi kendi milislerine ve müttefikleri Salih’in güçlerine diz çöktürmeyi seçtiler. Hedefi bilinmeyen ‘Kur’anî yürüyüş’lerinden dem vurdular. Gerçi bazen Kudüs ve Filistin’in kurtuluşunun hedefleri olduğunu ve bu hedefin birçok Arap başkentinin ve başta Mekke ve Medine olmak üzere Arap kalelerinin ‘kurtarılmasından’ geçtiğini belirttiler.

3) İran: Tahran, üçüncü derecede sorumluluk taşımaktadır. Husilerle tüm müzakere süreçlerinde İran vardı. Geçen aylarda, bu süreçte yer alan en önemli müzakerecilerden Dr. Abdulkerim Aryani’nin elinde yeni şartların düzenlenmesindeki İran rolünün vardığı boyutu destekleyen birçok delil ve rivayet vardı. Ummanlı temsilcinin uzun süre bu misyonu yürüttüğü sır değil. Temsilci Umman Sultanlığı adına hareket ediyor ve cumhurbaşkanı Hadi ile doğrudan temas kuruyordu.

İran’ın görüşünü ortaya koyduğu, açıkladığı, siyasi çözüm çağrısı yaptığı ve ardından kararı Husilere bıraktığı doğrudur; ancak yine aynı İran, Husi heyetlerini kabul ediyor, onları finanse ediyor ve unsurlarını gerek Devrim Muhafızlarına gerekse de Lübnan’daki Hizbullah kamplarına alarak eğitiyordu.

İran büyükelçisi ve maslahatgüzarı, sık sık Sada ve Aden’e gidip gelmelerine rağmen Yemen gerçeğinin farklı komplikasyonlarıyla birlikte doğru fotoğrafını aktarmakta başarılı olamadılar. Sonuçta Tahran, Yemen’deki durumu yanlış değerlendirdi. İran veya Lübnan gibi olduğunu düşündü. Yanlış değerlendirme sebebiyle Husiler iktidarlarını güneye ve kuzeye doğru yaymaya koyuldular. Suudi Arabistan’ı, sınırları yakınında askerî tatbikatlar yapmakla tehdit ettiler.

4) Hadi’nin performansının zayıf olması: Hadi, Cumhurbaşkanı seçilmesi sonrası Salih’in kendi adamlarıyla silahlı kuvvetleri kontrol altında tuttuğunu biliyordu. Halk desteğinden istifade edebilir ve bu durumun değiştirilmesi için kararnameler çıkarabilirdi ancak o vakit bu adımı atmadı. Sonrasında kontrolü eline almaya çalıştı, yeniden yapılandırma çabası sembolik kaldı ve hiçbir şeyi değiştirmedi. İmran’ın savunulması için bu kente gitmesi yönünde verdiği talimatı savunma bakanı yerine getirmeyince zayıf pozisyonu doruğa çıktı. Bakanın tutumu sebebiyle kent düştü.

Sonra cumhurbaşkanlığında yolsuzluk tartışmaları ortaya çıktı. Bu iddialar kendisini olumsuz etkiledi. Özellikle de oğlu Celal’in ismi bu bağlamda çok geçti. Celal hiçbir görevi veya sorumluluğu olmadığı hâlde sürekli cumhurbaşkanlığı binasındaydı.

(4)

Bu arka planı sunduktan sonra “Kararlılık Fırtınası Operasyonu kaçınılmaz mıydı?” diye sordum. Yanıt maalesef ‘kaçınılmaz olduğu’ şeklinde geldi. Zira Husiler elde ettikleri siyasi kazanımlarına rağmen diyalog kapısını kapattılar ve Salih’i desteklediler. Ayrıca anlaşmayı bozmaları sonrası diyalogun ciddiyeti ve yararıyla ilgili şüpheler ortaya çıktı. Ayrıca anlaşmayı güçlenmek ve hegemonya kurmak için kullandılar.

Sözgelimi çetin geçen müzakerelerden sonra geçen yıl 20 Eylül’de Sana’daki iki önemli kampa yaptıkları ablukayı kaldırmayı kabul ettiler. Bunu da bir sonraki gün, yani 21 Eylül’de başkenti tamamen ele geçirmek için yaptılar. Sadece bununla da yetinmeyip uygulamalarıyla Suudi güvenliğine yönelik birçok mesaj gönderdiler. Sınırda yaptıkları tatbikatlar bu mesajlardan biriydi.

Bu sebeple Husiler daha da ileriye gidip güneyi istila etmeye, Aden’i işgal etmeye ve Babul Mendeb’e yaklaşmaya başlayınca operasyon kaçınılmaz hâl aldı ve başka bir seçenek kalmadı. Askerî mücadele kaçınılmaz oldu. İş işten geçip çatışma başlayınca diyalogdan ve siyasi çözümden dem vurdular. Nihayetinde siyasi çözüm ve diyalogun olması gerekir, ancak başka şartlar ve garantiler altında.