İlm-i simanın doğrudan doğruya İslamî bakış açısından kaynaklanmadığını söylüyorsunuz. Ayet ve hadislerde de bu konuya işaret edildiği belirtiliyor. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin, İbni Arabi’nin ve birçok İslam âliminin kıyafetnamesi var.
Erzurumlu Hazretleri çok büyük bir zat. Devrin Osmanlı coğrafyasının dehası. Benim İbni Arabi’yle de kalbî olarak çok bağlantım vardır. Onlara da bu bilginin nereden geldiği bizi çok ilgilendiriyor. Ve nasıl geldiği… Büyük zatlar niye bu işe prim verdi? Daha da önemli olan bu kadar büyük zatlarının primine rağmen niye tutmadı İslam dünyasında? Bunları ele aldık kitapta.
Devşirme sistemi tamamen ilm-i sima üzerine kurulu değil mi?
Hayır efendim. Doğru değil. Modern fizyonomi savunucuları da söze böyle başlıyor. Büyük holdingler işe alımda bunu kullanıyor. İşe alımlarda ve askere alımda tabiî ki fizyonomik özellikler de araştırılıyor. Ama bu fizyonomiyi kullandık demek değildir ki. Kulak kepçe mi diye bakmakla olur mu? Yeniçeri seçimini firaset sahibi insanlar yapıyor deniyor. Kimdir bunlar? Çünkü firasetin bir yığın türü var. Batı’daki net ırkçı ve kafatasçı. Halen de çok yaygın. Bizde nasıl insanlar çok fazla hacı hocaya gidiyorlar diye yakınıyorsak orada da personolojiye gidiyorlar. Kitapta yer verdik. Sahtekâr adamlar. Şöyle ilmî hesaplar var, ‘Ver 20 doları, sen de yapacaksın’ diyorlar. İnternette böyle dolu site, bilgi var. Bizde hiçbir şey yok. İnsanlar, “Marifetname’de de geçiyor, saygı duyuyoruz” durumunda. Ben İslam’ın büyüklüğünü bir kez daha gördüm. Ama bu bir tortu ve kesin atmamız gereken bir şey.
Trajik bir olay yaşanmıştı geçtiğimiz yıllarda. Bir Ümraniye sapığı vardı ve bir genç “sapık tipli” diye tutuklanmıştı. Değilmiş, eli yüzü gayet düzgün biri çıktı gerçek sapık. İnsanlara ne kadar önyargılı baktığımızı gösteren bir olay…
Kitapta da böyle bir örnek var, ama Almanya’dan. Doğru değil bunlar. Bir ara Batı’da bütün hukuk buna göre iş yapıyordu. Hatta Lombrosso diye bir adam var, adli tıbbın kurucusu kabul ediliyor. Onun bir sürü berbat kitapları var. O kadar moda oluyor ki, bizim Meclis’te bile kavgacı bir adam çıktığında diyorlar ki seni “Lombrosso’nun tetkik heyetine koymak lazım.” O kadar moda.
Necip Fazıl’ın kafatasını ölçmesi de oradan mı geliyor?
Son döneme kadar bu iş inanılmaz moda. Batı’da özellikle. 1930’da Harvard yayını var. Kafatasından kişilik okumayla ilgili topluluk daha 1967’de kapanıyor, İngiltere’de. Kafatasçı adamlar. 18. yy’da çok komik şeyler söyleniyor. Hukuk buna göre şekilleniyor. Bu Batı biliminin temelinde var yani. İlginçtir Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetname’si bu dönemde yazılıyor. Çünkü yüzlerce yıldır insanları karşısındaki insan nasıl birisidir meşgul etmiş hep. İnsanlar bu konuda rehber arıyorlar. İslam toplumlarında bu Kur’an ve hadistir. Kur’an-ı Kerim’de firaset kelimesi geçmese de Müslümanların, salih insanların karşısındaki insanları tanıyabileceklerine dair ayetler var. Hadiste çok açık bir şekilde “Müslümanlar karşısındakini tanırlar çünkü Allah’ın nuruyla bakarlar.” diyor.
Yani ilham mı geliyor?
Yorumlanan şey bu. Ne kadar salihseniz, salih amel işliyorsanız karşınızdaki insanı tanıyabiliyorsunuz. Ne zamana kadar: Eski Yunan eserlerinin, Aristo’nun Harran’da Süryaniceye, sonra da Arapçaya çevrilmesine kadar. O güne kadar firaset dediğimiz şey tamamen Allah’ın inanmış insana bahşettiği bir özellik, bir sezgi, ilhamken bu çevirilerle fizyonomi oluyor ilm-i feraset. Kazığı o zaman yiyoruz. Sonra Batı’daki etki İslam dünyasına yerleşiyor. Artık feraset ile fizyonomi kastedilir oluyor. Daha çok tasavvufla yerleşiyor. Batı’da pek moda olan yüzden karakter okuma kitaplarının çevirileri yapılıyor. Ama sonra bazı
İslam aydınları diyor ki: Aristo’nun kitabında dediği gibi, burnu şöyle olanlar şu kişiliktedir, boyu şöyle olanlar şu kişiliktedir deniyor ama Kur’an-ı Kerim’de ve hadiste işaret edilen aynı şey midir? Sonra feraseti üçe ayırıyorlar. Bir hükmî ve tabii feraset; Eski Yunan’dan aynen aldığımız fizyonomi. Bunu çalışırsan herkes öğrenir. Tamamen yüz şekillerine göre analiz. Bu çok düşük feraset.
İkincisi riyazî feraset; keskin bir zeka ve üstün sezgi gücüne sahip kişilerin perhiz ve çile ile, bir de İslami ilimlerle ilerleyerek böyle bir yetenek geliştirirler. Kim bu egzersizleri yaparsa, karşısındaki insanı anlama yetisi gelişir.
Üçüncüsü müdür asıl firaset?
Evet, asıl firaset, Kur’an’da işaret edilen, hadiste anlatılan ve Hz. Osman’da müthiş bir yetenek dediği ilahî firaset. Allah insana bildirir. Hem alıyoruz fizyonomiyi hem de tamamen İslamileştiriyoruz. Ama biri çıkıp demiyor ki; “Aristo’nun Yunanlıların söylediği saçma sapandır. Böyle bir şey olur mu, Allah güya insanın burnuyla, dudak yapısıyla, çene ve kafa yapısıyla, boyu posuyla onun ruhuyla alakalı bize bir işaret vermiş. İslam’ın temellerine aykırı.” Demeyenlerden bir tanesi de İbni Arabi.
Neden dememişlerdir?
İnsan aklına, araştırma ve emeğe verilen değer nedeniyle Batı’dan gelen bilgiye saygı duyuluyor. İbni Arabi, Fütuhat’ında ilmi simanın eski Yunan’dan alındığını söylüyor, bu bilgiye saygı duyuyor. Ama asıl doğru ilahi firasetle gelendir, benim söylediğimdir diyor. Erzurumlu Hazretleri’nin de net bir ifadesi yok. Dipnot düşüyorlar kesin bilgi değil diye.
İlginç değil mi; bu eserlerde ‘Kısa boylular şöyledir Hz. Ali müstesna, uzun boylular böyledir Hz. Ömer müstesna’ gibi dipnotlar var…
Müslümanlar atmak istiyorlar da atamıyorlar. Bunu bilgiye saygılarına bağlıyorum.
Bu, konunun popülerliğinden ve insanların konuşmaktan lezzet duymalarından olamaz mı?
Bu bakış açısıyla İbni Arabi’yi açıklayamayız. Bir örnek vereyim: Mesela takıntısı olan biri, bir şeyhe gidiyor. Gitmeden evvel de bir yığın tetkik yaptırmış, MR çektirmiş, psikolojik testler yaptırmış. Onları da götürüyor, önüne koyuyor şeyh efendinin. Efendi der ki ‘Bunların yeri ayrı, sen gene doktoruna gitmeye devam et ama ayrıca şu dualarını da oku.’ Bu örnek, biraz somutlaştırdığınızda her şeyi anlatıyor. O zatlar bilgiye saygısızlık etmez. Gerçek ariflerden bahsediyorum.
İbni Arabi de bunu mu yapmıştır diyorsunuz?
Kesinlikle. Emek ürünü olan bir bilgiye onu da aktarıyor müridine. Burada hakikat olabilir, ama hakikat benim söylediğimdir diyor. Bu yüzden de bu dipnotları koyuyor. ‘Kesin bilgi değildir, insan karakterini yaşadığı coğrafya, yediği-içtiği ve yetişme tarzı da etkiler.’ diyor.
Beni susturmak istediler
Ölüm oruçlarıyla ilgili çok düşündükten sonra medyada konuşmaya başladım, zira susmak bir aydına yakışmazdı. Özellikle iki noktaya işaret ediyordum. Birincisi, amacı ne olursa olsun, kim yaparsa yapsın bir insan ben şundan dolayı ölüme yatırdım bedenimi diyorsa, ortada insaniyetle hareket edilmesi gereken insani bir durum vardır, yönteciler konuya böyle yaklaşmalıdır. İkincisi de “bu cezaevindekilerden ne istiyorsunuz, kendiniz yapacaksanız yapın. Cezaevindeki insanların iradesini örgüt rehin alıyor, ipotek altına alıyor.” Bu iki noktaya işaret ederek konuşmaya başladım. 2000 yılındaki ölüm oruçlarına çok yakından tanık olmuştum. Son ölüm oruçlarıyla ilgili bu söylediklerim oldukça yankı yapıyordu. Bu nedenle beni susturmak istediler. Bir hukukçular derneğinin İstanbul Şubesi adına medyanın asla itibar etmediği bir açıklama yapıldı, gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmayan inanılmaz iftiralar atıldı, göz dağı verildi. Meğer ben 2000’de ölüm orucundaki eylemcilere işkence yapmışım, zorla beslemişim, ölümlerden sorumluymuşum, neredeyse "hayata dönüş operasyonu"nu da sen yaptın diyeceklerdi… 2000 yılında çok geniş katılımlı ve aylarca süren bir ölüm orucu başlamıştı cezaevlerinde. Eylemciler güvenlik güçlerini cezaevlerine sokmuyorlardı. Birçok ilde cezaevlerine müdahale yapıldı, çok kanlı bir biçimde bastırıldı, ölüm orucuna devam eden eylemcileri eylemin yapıldığı illerdeki hastanelere kaldırdılar. Benim görev yaptığım Ankara Numune Hastanesi’ne de onlarca ölüm orucu eylemcisi getirildi. Bu insanlarla ilgili hastanedeki ilgili branş hekimlerinden bir ekip kuruldu. Mesleğim gereği nöroloji, gastroenteroloji gibi uzmanların yanında ben de ekipte yer aldım. Başka illerde başka hastanelerde eylemcilerle tedavi ekipleri arasında tatsızlıklar olduğu medyaya yansıdı, hatta sanıyorum mahkemeleşildi. Ama bizim hastanemizde asla böylesi bir durum söz konusu olmadı, zira Malta ve Tokyo bildirgelrinde yazılı hekimlik ilşkelerinden asla taviz vermedik, bazı idareciler eylemcileri zorla besleyin dediği halde, biz ölüm orucundakilere asla müdahale etmedik. Böyle çabalara engel olduk. İnsanlara gittik dedi ki; eyleminizin siyasi niteliği bizi ilgilendirmiyor, tedaviyi kabul etmediğiniz sürece, bilinciniz kapanana kadar kesinlikle müdahala etmeyeceğiz, tek görevimiz var, uzun süreli açlığın tıbbi sonuçlarıyla ilgili size bilgi vereceğiz dedik. O zaman henüz ölüm oruçlarına müdahale konusunda yasal bir zorunluluk olmadığından yöneticiler de bizim bu tavrımızı karşısında zorla besleme niyetlerinden vazgeçtiler. Çok uzun süren eylemde bizim hastanemizde 3 kişi vefat etti, birçok eylemcide Korsakoff hastalığı denilen uzun süreli açlığa bağlı bunama tablosu ortaya çıktı. Bu hastalığa yakalanan insanların artık cezaevi ve hastanede kalmalarının hukuken anlamı olmadığını, evlerine gönderilmeleri gerektiğini Adalet Bakanlığı’nın yetkililerine bizzat anlatmaya çalıştım. Bilimsel dergilerde ölüm oruçları sırasında yaşanan toplumsal travmalar, tıbbi ve ahlaki olarak ne yapılması gerektiği hakkında yazıalr yazdım, değişik platformalarda tıpkı bugünkü gibi insaniyeti, hekimlik ahlakını savundum. Benim tavırlarıma yakından tanık olan hekimlik örgütü yöneticileri bu süreçte hep takdirlerini bildirdiler, hastane bahçesindeki eylemci yakınları her gün bana karanfiller getirdiler. Kendimi bildim bileli insaniyetten, ahlaktan ve iyi hekimlikten yana oldum, çok şükür alnım bu konuda öyle ak ki…
Bir öğretmeni yüzünden tanıyabilirim
Yaşlandıkça yüzde tecrübelerin izleri oluşuyor. Bu anlamda yaşlıların yüzünden kişiliğine dair bir şeyler anlaşılabilir mi? Yaşanmışlıklar yüze yansır mı?
Ben mesela öğretmenleri bilebilirim. İnsanın yaşanmışlığı, mesleği, mesleğini icra ediş biçimi ifadelerine siner. Düşünce biçimi, duyguları da haline tavrına yansıyor. Yürüyüşünden başlayarak, o bedeni nasıl kullanıyor? Mesela depresif olduğunda daha çökkün olursun. Omuzların düşer. Yemen içmen azalır. Kilo kaybedersin.
“Yani bedenin anatomisi değil de insanın bedenini nasıl kullandığı karakterine dair bilgi verir.” denebilir mi?
Evet. Beden, psikolojimizin dışavurum yeri. Yüz, ruhun aynası. Kabul etmeli ki ilk izlenim de çok önemlidir. Çok önemli oluşu, burun yapısından dolayı değil. O psikoloji, bedenini taşıma biçimi, edası, o insanın yaşantısı ve ruhsal dünyası ile ilgili bilgi sunmasıdır.
‘İnsanları görüntüsüne ve memleketine göre ayırmak hurafedir’
İnsanın yüzünün anatomik yapısının, karakteriyle bir ilgisi var mıdır?
Boyu kısa veya çok şişman bir insanın bu beden yapısı psikolojisini etkiler mi? Tabii ki etkiler. Bedenimizle kişiliğimiz arasında bir rabıta var ama Yaratıcımız bunu imza olsun diye yapmış değil. İnsanın bedeninde ağrı olduğunda bile psikolojisi değişir. Tabii ki bedenindeki özellikleri benimseyip benimsememesine göre benlik oluşur.
Yani bir insanın yüzünün anatomik yapısı bozuksa, mesela çirkinse kötü olabilir mi?
Hayır. Bunlar tamamen saçmadır. Kim demişse desin. Tamamen hurafe.
Hatta siz yüzden karakter okumaya ‘heyula’ yani korkunç hayal diyorsunuz…
Bu tip önyargıların cesametini göstermek için bu kelimeyi kullandık. Korkutucu tabii.
Sonu ırkçılığa gittiği için mi korkutucu?
Tabii ki. Irkçılığın hesabını Batı kendisi görsün. Ama sağlıklı ilişki kurma noktasında bu önyargılar engeldir. Bu adam şu ilden geliyor, şu etnisite, o yüzden kötüdür… Bunlar insan ilişkilerini baltalayan hurafelerdir. İnsanı tanımak için önyargıları askıya almalı. Karşınızda Allah’ın halifesi duruyor. Çok şükür ki fizyonomik önyargılar her ne kadar İslam’a girse de aynen Batılı gibi düşünme çok azdır. Hiç kimse senin fizyonomine göre karar verdim demiyor.
Hukukta uygulanmış. İnsanlara dudak yapısına göre hırsız demişler…
Evet, böyle karar vermiş adamlar. Kitaplarda var. Bundan çok utanıyorlar şimdi. Biz yüzlerine vurmalıyız bunu. Batılı bilgi anlayışı gerçekten de insan bedenini yüceltmeye, ruhsallığı küçültmeye, kendi ırksal özelliğini üstün görmeye, diğer insanları küçümsemeye dayalıdır. En aklı başında felsefesinde bile vardır. Emile Durkheim, Hegel…
Edebiyata da girmiş. Lombrosso’nun kafatasçı çalışmaları günümüzün klasiklerindeki karakterlerin şekillenmesine sebep olmuş.
O tipolojilerin romanlara konulması hep bu çalışmaların eserleri. 18. yy’da psikoloji biliminin kurulma sancıları var ama kurucuları neredeyse zekası düşük olanların evlendirilmemesine hükmedecek. Türlerin ıslahı için düşüncelerle dolmuş kafası. Orta çağda fizyonomi yasaklanıyor, çünkü yöneticiler diyor ki; bizim saraydan fizyonomik olarak tipi uygun olmayan biri çıkar, ona itaat etmezler, ayak takımından birisi fizyonomik olarak üstün olabilir diye korkuyorlar. Aydınlanmayla birlikte psikolojik hurafeler inanılmaz artıyor. Kafatasçılık çıkıyor. Sonra da kurtulmaya çalışıyorlar.
Kurtuldular mı?
Hâlâ inanılmaz yayın var. Türkçede iki üç tane var ama Batılıların kafası bu abur cuburla dolu. Diyebilirim ki modern psikolojiye güvenenler ne kadarsa bunun beş mislidir fizyonomiye inananlar.
Gök gözlerimden çok çektim
“Kulak yapısından insanın ahlakı nasıl ortaya çıkar? Kıllarından insanın ahlaklı olduğu anlaşılır mı hiç? Mesela gök gözlüler için söylenenler… Ben neler çektim gözlerimden.”
Zaman