Terörist değil radikal âşık!

Toplum
Leyla İpekçi / Terörist değil radikal âşık! Şimdi Işid’in elinde rehine olan vatandaşlarımızın sağ salim kurtarılmış olmalarına seviniyoruz. Diğer pek çok ülkenin rehinelerinin bu örgüt tarafınd...
EMOJİLE

Leyla İpekçi / Terörist değil radikal âşık!

Şimdi Işid’in elinde rehine olan vatandaşlarımızın sağ salim kurtarılmış olmalarına seviniyoruz. Diğer pek çok ülkenin rehinelerinin bu örgüt tarafından hunharca öldürülmesine kendi devletleri pek engel olamamışken… Elbette bizim devletimizin müzakereleri usulca yürütüp sonuç alması çok büyük bir başarı. Hepimiz biliyoruz ki bu diplomasi süreci çökebilirdi, karşımızda asan kesen kanlı bir örgüt var nihayetinde.

Gelgelelim masum insanların burunları kanamadan kurtulmuş olmaları dahi bir siyasi karalama kampanyasına ciddi ciddi malzeme edilebiliyor. Daha ilk anda vatandaşların kurtarılmasının nasıl bir pazarlık sonucu olduğunu sorgulayanlar ve mesela eğer kötü bir pazarlıksa vatandaşlarımızın canına değmeyeceğini ima eden ifadelere başvuranlar oldu, oluyor. Pazarlık yapılmasını (dünyanın her tarafında bu diplomasi böyle yürütülür, kimileri başarısızlıkla sonuçlanır) ahlaki bir sorun olarak gösterip gerekirse ölselerdi demeye getirenlerin argümanı ise çok şaşrırtıcı: ‘Atatürk size ölmeyi emrediyorum demişti!’

Muhalefet etmek adına böyle ikiyüzlü ahlakçılığa başvuranlar dışında bir başka muhalif söylem de mevzuyu adalet zulüm eksenine değil, kimliklere bağlama klişesine düştü her zamanki gibi: Türkiye bir terör örgütüyle pazarlık yaparak onu tanımış ve artık tercihini Batılı değerlerden değil radikal İslam’dan yaptığını kanıtlamış! Çocukları dahi kandıramayacak bu vasat yorumları inanarak kaleme alanların zihin solucanları onların sağduyusuna ihanet içinde olmalı.

Vatandaşlarını kanlı bir terör örgütünün elinden epey zor şartlarda kurtardığı için devleti Işid’çi ve dolayısıyla da terörist İslamcı olarak kodlayanlar kendi dünyalarına hapsolmuş, vehimlerini putlaştırıyorlar. Şimdi müzakereyle teröristi meşrulaştırdığı iddia edilen Türkiye’ye eğer es kaza bu rehinelerin ölüsü gelseydi, bu kez başta Mit’e olmak üzere neler söyleyeceklerini ise ezberledik çoktan. (Kürt açılımı için de aynı argüman halen bazı çevrelerde kullanılıyor, terör örgütüyle müzakere etmektense birilerine rant devşiren savaşın sürdürülmesi ve kan dökülmesi daha makul bulunuyor. ) Şuraya varacağım: İnsanın kalbinde bir nur olan iman, varoluş sırrını gönlün semalarına doğru açmaya başladıkça… Örneğin vücudda yedi başlı evren olan nefs, ruh mertebesine doğru miraç etmeye başladıkça… Mümin tanımının canlı tefsirini yaşamaya başlarız. Bu anlamda nefsini Müslüman etmiş bir insanın kalbinde ne dinlerin farklılığı kalır, ne mezhepler, ne diğer kimlik veya kavramlar.

Yönsüzlüğe varmak, sıfatlardan çıkmak, her türlü kayıttan kurtulmak, sınırları kaldırmak… Hakikatin en yalın hali tecelli etmeye başlar böylece insanda. Teslim olmak hür olmaktır, hakikati kaynağından kalbe usul usul indirecektir ‘sevda noktası’. İşte bu kişi İslam dairesini temsil eden kişidir. Radikalleşmesi ise ancak daha fazla aşk, daha fazla irfan anlamına gelebilir! Bu mümin kalpten Resulullah çıkmaya adaydır, terörist değil.

İmdi bunları en başından beri, hayatına vücuduna toplumuna ve kalbine indiren, kâmil imanın yeşerttiği medeniyette evrensel güzelliğin dilini insanlığa armağan eden âşık ve mâşuklar yaşadı, elan yaşıyorlar. Onların nefesinde kesintisiz olarak bize seslenen insanlık şarkısını işitmenin neresindeyiz? Neden bütün din algımızı toplumsal çatışmalarla, sömürgeleştiren Batıya karşı kurulan radikal örgütlenmelerle filan oluşturmaya bu kadar hevesliyiz? Neden kendi içimizdeki sonsuzluğun anadiline bu kadar yabancı kalmayı seçiyoruz?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Akif Emre / Baas gerçekleştiremedi ama…

Irak ve Suriye’deki gelişmelerden sonra bölgedeki haritalar değişir mi bunu kestirmek zor. Ama kesin olan bir şey yüzyıllık denklemin artık daha uzun süre devam edemeyeceğidir. Bundan sonrası için sorun yeni denklemi kimin ve kimlerin kuracağıdır. I. Dünya Savaşı’nın sonrasında bir imparatorluğun yıkılması pahasına kurulan sömürgeci statükonun yeniden kurulmasının bedelinin ne olacağı sorusuna kafa yormakta yarar var.

Bu arada konuşulmayan, stratejik hesaplar/öngörüler iddialı projeler arasında gözardı edilen bölgenin varoluş imkanı hatta varoluşsal gerekçesi olan değerlerin nasıl sarsıntıya uğratıldığıdır. Bunca zaman ‘Batılı egemenlerin oyunu’ üzerinden tüm gelişmeleri açıklayan ve büyük ölçüde de isabetli olan bir ezberi artık yenilemek gerekiyor. Ortadoğu’nun modernleşememesi sorunsalı üzerinden okumaya alışkın Batılı/oryantalist bakışın stratejik vizyonunun ne kadar değişmiş olduğu sorusu da belirleyici. Mesela, Ortadoğu’yu modernleşme problematiğinden okuyan bu zihinsel arka planın despotik rejimleri desteklemek için yeterince gerekçe oluşturduğunu bir kez daha hatırlatmalı. Uluslararası sistem içinde toplum mühendisliğini üstlenen rejimler teker teker sarsılıyor. Söz gelimi Saddam ve Baas rejimi bölgenin yegane laik rejimi olmakla övünürdü. Hatta bu özelliğinin iktidarının mutlak garantisi olduğuna güvenerek sistem içi gelişmeleri okuyamadığı için gitti. Bedelini tüm bölge hala ödüyor. Neydi bu misyon; Baas diiktotaryası devletin katı modernist ve laik ideolojisiyle toplumu dönüştürme ihalesini üstlenmişti. Benzer işlevi Suriye Baası da yüklendi. İster kendi kendilerine ister zımni bir anlaşmayla rejimlerinin seküler yapısı ve sekülerleştirici vasfı iktidarlarını belli düzeyde garantiliyordu. Bu sekülerleştirme misyonunun dikta rejimlerine ne düzeyde ve nereye kadar iktidar garantisi vermiş olduğu karşı hareketler ortaya çıktığında anlaşılabilirdi.

Sonuçta toplumuna yabancılaşmış tek adam, tek parti iktidarları toplumun güçlü değer yargılarını, aidiyetlerini, derin geleneği çözmeye yetmedi. Çok dar alanda iktidar ve seçkinlerinden başka toplumsallaşmadı. Tam aksine, alternatif muhalif hareketler daha sahici bir toplumsal damardan beslendikleri için sekeülarizm karşıtı dinamikler güçlendi. Toplumsal planda her bir fert siyasal muhalefete dahil olamasa bile aidiyetini, değerlerini sekülarizme karşı savundu; sekülerleşmemekte ısrarcı oldu.. Modernliğin yaygınlaştığı oranda değerleriyle bu olguyu meczetmeye çalıştı.Yine de bizdeki gibi, küresel kapitalizme entegre olmaması çürütücü etkisini sınırlı kıldı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

İSMAİL KILIÇARSLAN / Şu şaşkın zihin

Sosyal medyada çeşitli aralıklarla tekrarladığım bir cümle var. Şöyle: ‘Ben, ülkemin insanlık ve ümmet adına yaptıklarından razı, yapamadıklarından şikâyetçiyim.’

IŞİD’ın Suriye’deki ilerleyişinin ardından yeni bir mülteci dalgası ile karşı karşıya kaldık biliyorsunuz. Suriye Kürtlerinin yoğun olarak yaşadığı Kobani’ye saldıran IŞİD yüzünden binlerce insan Türkiye’ye akın etti. Türkiye, yine ve elbette kendisine yakışanı yapıp kapıları açtı.

Son dalgada Türkiye’ye sığınan insan sayısı henüz 4 bin düzeyinde iken Başbakan Ahmet Davutoğlu şunları söyledi: ‘4 bin kardeşimizin tüm ihtiyaçları karşılanacak, ülkemizde ağırlanacak. Suriyeli kardeşlerimize kucak açmamız insani bir görevdir. Allah devletimize ve milletimize güç versin ki tüm ihtiyaç sahiplerine yardımcı olabilelim. İnsanlık tarihi bu günleri yazacaktır.’

Şimdi Türkiye, Suriye savaşının başından beri yaşayacağı en büyük mülteci akınına hazırlanıyor. Şayet IŞİD günlerdir yaptığı hazırlığı hayata geçirmeyi başarabilir ve Kamışlı’ya kara harekâtı düzenlerse yüzbinlerce insan derhal Nusaybin’deki sınır kapımıza dayanacak.

Nusaybin’le aralarında sadece sınır tellerinin olduğu Kamışlı, savaşın başından beri göç alıyor. Şu anki nüfusunun 1,5 milyon olduğu tahmin ediliyor. Şimdi Kamışlı’dan bir mülteci akını olduğunda Türkiye yine bu insanlara ‘evinize hoş geldiniz’ diyerek açacak kapılarını.

Şimdi burada duralım ve geriye doğru gidelim. Suriye savaşı başladığında ülkemize sığınan yüzbinlerce insan üzerinden ülkemize hakaret edenleri hatırlıyor musunuz? Türkiye’yi savaşın tarafı olmakla, savaş mağdurları arasında ayrım yapmakla suçlayanları anımsıyor musunuz? Suriye’den Müslüman, Hıristiyan, Dürzi, Nusayri, Arap, Kürt, Türkmen ayırmadan mülteci kabul etmesine rağmen Türkiye’ye haksızlık etmekten zevk alanlar vardı. Daha düne kadar, Irak’tan gelen Ezidiler’e rağmen, Türkiye’yi ‘mülteciler-mağdurlar arası ayrımcılıkla’ itham etmeye devam edenler vardı.

Şimdi Kürtler geliyor. Hatta şöyle söyleyelim. Suriye savaşının başından beri Türkiye’nin Suriye’de yapmak istediği hiçbir şeye prim vermeyen, genellikle Türkiye’nin yürütmeye çalıştığı politikanın tam tersi bir politika güden Kürtler kapımıza dayanıyor ve biz onlara kapımızı açıyoruz. Çünkü vicdan bunu gerektirir. İnsanlık bunu gerektirir.

Türkiye’yi bin türlü şeyle suçlayanlar utanırlar mı dersiniz? Hayır. Elbette utanmazlar.

Utanmazlar, çünkü tuhaf şekilde ‘söz konusu hükümet düşmanlığıysa gerisi teferruattır’ diye düşünen bir zihinle karşı karşıyayız artık. Bu zihnin hiçbir mantıksal dizgeye, hiçbir akıl yürütmeye, hiçbir tutarlılık arayışına başvurmadan hükümete saldırmanın ‘sonuç verici bir eylem’ olmadığını anlaması için daha kaç seçim kaybetmesi gerekecek bilmiyorum.

Bu zihnin en acıklı tuhaflıklarını, burunları bile kanamadan kurtarılan 49 rehine konusunda yaşadık/yaşıyoruz.

Hatırlayın ne dediklerini: ‘IŞİD’in Türkiye ile işbirliği içerisinde kaçırdığı bu rehineler cumhurbaşkanlığı seçimine bir hafta kala salınacak. Böylelikle Recep Tayyip Erdoğan, bir milli kahraman olarak seçimi kazanmayı garantileyecek.’

Yazının devamını okumak için tıklayın…

ABDÜLKADİR SELVİ / Kim takas edilmedi

Daha önce beyaz perdede izlemiştim.

Rehinelerimizin kurtarılması olayı üzerine, ‘Kara Şahin’in düşüşü’ filmini yeniden izledim.

İlk izlediğimde, nefes kesici efektleri etkilemişti beni.

Bu kez bu tür operasyonların ne denli zor olduğunu anladım bir kez daha.

Canım ben, ‘Kara Şahin’in düşüşü’ diyeyim, siz ‘Black Hawk Down’u anlayın.

Bakın İngilizce ismini de koydum ki, taşralı da olsak, az çok bu işlerden anladığımız bilinsin.

49 rehinemizi 101 gün sonra IŞİD’in elinden kurtarmakla dünya çapında bir operasyona imza attık.

Yıllar sonra, bu operasyonu yönetenler anılarını yazdıklarında ancak bir bölümünü öğrenebileceğiz.

Çünkü bu büyük bir gizlilik içerisinde yürütülen bir operasyon.

Belki bazı sırlar onlarla birlikte mezara gidecek.

Takas konusu da bunlardan birisi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Amerika’ya giderken kullandığı, ‘Velev ki takas olsa’ sözü ile başlayan bir takas tartışması var.

11 Haziran günü Musul’da 49 konsolosluk görevlimiz IŞİD’in eline rehin düşünce Erdoğan, MİT bünyesinde bir ekip kurulması talimatını vermişti.

O andan 19 Eylül gecesine kadar gelişmeleri anbean takip edip, 20 Eylül sabahı ‘sınırı geçtiler’ haberini alana dek telefonu elinden bırakmayan bir isim Cumhurbaşkanı Erdoğan.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ‘Velev ki takas olsa dahi’ demesi operasyonun üzerindeki sis perdesini aralamaya çalışan bizleri harekete geçirdi.

Rehinelerimizi kurtarmak için büyük bir gizlilik içinde, entegre bir çalışma yürütüldüğü sonucuna ulaştık.

Takas olayı da bunun bir parçası.

IŞİD açısından sembolik önemi olan bir işlem yapılmış.

İyi ki de yapılmış, Irak cehenneminden ve IŞİD gibi radikal bir örgütün elinden 49 rehinemizi kurtarmayı başardık.

Bu konuda hangi ülkeyi örnek versem bizimkiler ikna olur diye düşünmedim değil.

Söz konusu İsrail olursa akan sular durur diye düşündüm.

Takas işlemi İsrail’in çok eskiden beri kullandığı bir yöntem.

En yakın tarihte İsrail, Hamas’ın esir tuttuğu er Gilat Şalit’i geri almak için tam 1027 Filistinli tutukluyu serbest bırakmayı kabul etmişti. Hatırlarsanız bunların arasından 40 kişiyi, ‘Persona non grata’ ilan ettiği için Türkiye’nin de aralarında yer aldığı ülkelere sürgüne gitmelerine izin vermişti.

İsrail, er Galit Şalit’i almak için 18 Ekim 2011’de, 1027 Filistinliyi serbest bıraktı. Bir sabah İsrail hapishanelerinden çıkarılıp Kızılhaç’ın kontrolünde araçlara bindirilen Filistinliler takas karşılığında serbest bırakılmıştı.

İsrail yetmezse bir de Amerika olsun istedim.

Amerika’nın takası, 2 Haziran tarihinde gerçekleşmiş.

2009 yılındaki operasyon sırasında Afganistan’da, Taliban’ın eline esir düşmüş çavuş Bergdahl.

Bu süre zarfında babası Bob Bergdahl oğlunu kurtarmak için sakal bırakıp, Paştunca öğrenmiş. Öyle ki Amerika’daki eylemler sırasında oğlunu bırakması için Taliban’a, daha sempatik gelir düşüncesiyle Paştunca seslenmiş.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

NAZİF GÜRDOĞAN / Batı İslam’a karşı olur İslam’sız olmaz

Ortadoğu’da, Uzak Asya’dan gelen ve Küçük Asya’ya yerleşen Türklerin, zengin tarihini anlamadan, İslam dünyası anlaşılmaz. İslam’ın doğuşunda olduğu gibi, olağanüstü bir hızla büyüyen Osmanlı Devleti, Doğu ile Batı’nın hem yarıştığı, hem de savaştığı bir ortak coğrafya oldu. Asya, Avrupa ve Afrika’nın odak coğrafyasının bin yıllık tarihi, Hristiyanlık ve Müslümanlık çevresinde yoğunlaşan, Doğu ve Batı ülkelerinin kimliğini inşa etti.

Balkanlar, Kafkaslar ve Akdeniz ülkelerini bünyesinde taşıyan Osmanlı Devleti, altı yüzyıl boyunca, Hristiyan Batı ve Müslüman Doğu dünyasındaki devletlerin tarihinde, Hammer’den Lamartine’e kadar, bir çok tarihçinin vurguladığı gibi: Büyük bir yer tutar ve önemli bir görev yüklenir. Bu yüzden, Batı dünyası İslam dünyasına karşı soğuk davranabilir, İslam dünyasından uzak durabilir. Ancak Batı dünyası, İslam dünyası olmadan, varlığını koruyamaz. Amerika’nın İslam dünyasından alması gereken çok ders var.

Değerli Tarihçi Prof. Dr. Kemal Karpat’ın kitaplarında ayrıntılı olarak açıkladığı gibi: Osmanlı Devleti’nin 1860’larda Lübnan’da geliştirdiği ve uyguladığı dini ve idare düzen, 1975’lere kadar barış ve güveni sağladı. Aynı yönetim düzeni, Balkanlar’da dört yüzyıl başarıyla uygulandıktan sonra, Avrupa ülkelerinin baskısıyla 1876 yılında yıkıldı. Barış bölgesi Balkanlar, sonu gelmeyen ve önü alınamayan, savaşların ve göçlerin vatanı oldu.

Eski Yogoslavya’da hiçbir etkin topluma öncelik tanımayan Osmanlı’nın ‘Millet Sistemi’ne dayanan federal yapı, yönetimde Sırpların üstünlük sağlamasını önleyemediği için, çok kanlı bir iç savaşla dağıldı. Sırpların kendi kimliklerini, Boşnaklara, Arnavutlara, Türklere, Hırvatlara ve Makedonlara kabul ettirmeye kalkışmaları, Avrupa’nın ortasında, Balkanların yakılıp yıkılmasına yol açtı. Balkanlaşma salgın bir hastalık gibi, bütün Osmanlı coğrafyasına yayıldı.

Avrupa’nın önde gelen ülkeleri, İngiltere, İspanya, İtalya ve Belçika’nın dünyadaki kimlik arayışlarına sağlıklı çözümler bulabilmeleri, Müslüman ve Hristiyan dünyanın ortak tarihlerini, birlikte yeniden yazmalarına ve yeniden yorumlamalarına bağlıdır. Batı’nın her ülkesinde bir İslam dünyası olduğu gibi, Doğu’nun da her ülkesinde bir Hristiyan dünyası vardır. Hristiyanlar da, Müslümanlar da, aralarındaki mezhep farklılıklarına saygı göstermek zorundalar.

Batı dünyası, İslam dünyasındaki demokrasi hareketlerine önem vermez ve destek olmazsa, İslam ülkelerindeki savaşları büyütmekle kalmaz, Suriye ve Irak’ta olduğu gibi, kendisini savaşın içinde bulur. İster Doğu’da, ister Batı’da olsun, demokrasinin tarafında olmayan ülkeler, savaşın tarafında olurlar.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

CEM KÜÇÜK / Eski Türkiye medyası ve işadamları dürüst olun!

Geçen yazılarımdan birinde Enver Aysever’in CNN Türk’teki program sayısının 1’e indirileceğini yazmıştım. Aydın Doğan Aysever’e ‘Haftada bir müzik eğlence programı yap Enver’ dedi. Bunun sebebi Aydın Doğan’a göre Enver’in 1917 model komünist olması ve programını bu amaçla istismar etmesiydi. Doğan ofisine çağırıp bunu aynen Enver’in suratına söyledi. Buna rağmen kendini uyanık zanneden Enver hükümetin baskısıyla programının hafta bire indirildiği yönünde kampanya başlattı. İşte bu Eski Türkiye bu kadar cambaz ve sahtekar sayın okurlar.

Aydın Doğan için kriter Türk devleti nezdinde itibarlı olmaksa en son dokunacağı kişi Enver olurdu. Türkiye Cumhuriyeti devlet iradesinin hem Cüneyt Özdemir’den hem de Ahmet Hakan’dan nefret ettiği biliniyor. Çünkü bu iki isim devletin ve milletin kırmızı çizgilerini ihlal ettiler. Devletin harem-i ismetine girildiğinde bile Pensilvanya çetesine biat etmeye devam ettiler.17 Aralık’tan 30 Mart’a kadar her gün paralel medyanın manşetindeydi bu iki isim. Çünkü bu süreçte paralel örgüt ne isterse onu yaptılar. Bütün programlarına paralel çetenin adamlarını çıkardılar.

Sonrasında ise önce tam gaz Erdoğan yalakalığı yapmaya kalktılar. Baktılar ki sıfır itibarları var, bu sefer de 10 Ağustos seçimlerini gayr-ı meşru göstermek için çabaladılar. Dikkat edilirse bu iki isim de yakın geçmişte defalarca Erdoğan’a yandaş olma başvurusu yaptı. Her seferinde bu başvuruları reddedildi. O dönem Erdoğan’dan nefret ettiği halde hükümetin bir numaralı yalakası olan Fatih Altaylı’ya bile ricacı oldular. Bu üç isim de muhalefet ettikleri için değil inanmadıkları halde hükümete sahtekarca yağdanlık yapmak istedikleri için bugün itibarsız ve güçsüz durumdalar. Hükümet bunların yandaşlık başvurusunu reddedince gidip Pensilvanya’nın dümen suyuna girdiler ve bittiler. Üçünün de yuları Pensilvanya’daydı.

Enver Aysever’in böyle bir durumu yoktu. Enver klasik komünist kafasıyla ona buna küfreden düşük profilli bir sunucuydu. Bu arada hem Özdemir hem de Hakan, Enver’den nefret ediyordu ve Aydın Doğan’ı her gördüklerinde Aysever’in altını oyuyorlardı. Sonunda başarıya ulaştılar, Aydın Doğan’ı etkileyip Enver’i bitirdiler.

Öte yandan Yeni Türkiye›nin medya düzeninde herkesin kimliğiyle ve kişiliğiyle net olmak zorunda olduğunu hep yazıyorum. Demokratik temsil kabiliyeti oranında Yeni Türkiye’de herkese yer olacaktır, fakat her yere oynayan, sağcıyla sağcı, solcuyla solcu olan tipler de bu demokratik medya düzeninde yer almayacaktır. Bu modelin en net örneği de Candaş Tolga Işık’tır. Candaş Tolga aynı anda hem paralelci hem hükümetçi hem komünist hem kapitalist olabilen bir tiptir.

Şu an içeride olan paralel polis şefi Ali Fuat Yılmazer’in baş adamıydı Candaş Tolga. Bunu kanıtlarıyla ortaya koymuştum. Nazlı Ilıcak da bunu kabul etmişti. Nitekim Işık hala paralel yayın organı gayr-ı meşru durumdaki Kanaltürk’ten maaş alıyor. Aynı kişi malum kapitalist müteahhitle ilginç ilişkileri sebebiyle Aydın Doğan tarafından kovulacaktı ama Rıfat Ababay sayesinde kurtuldu. Candaş Tolga Cumhurbaşkanımızın kardeşi Mustafa Erdoğan’dan da randevu istedi ama Sayın Erdoğan bu ismi makamından kovdu. Mustafa Erdoğan’ın kendisini bizzat uyarmasından sonra Acun Ilıcalı da şu an Candaş’ı etrafından uzaklaştırdı ve ofisine girmesini yasakladı. Erdoğan’a yandaş yazılabilmek için her şeyi yapan aynı Candaş Tolga ‘Kafa’ isminde Beşiktaş’ın radikal sol tribünlerine hitap eden komünist ve Erdoğan düşmanı bir dergi çıkarıyor. Dolmabahçe’deki Başbakanlık ofisini basmaya kalkan taraftar görünümlü teröristlere övgüler düzen yazılar yazıyor. İşte bu model gazeteci tiplerinin Yeni Türkiye’nin geleceğinde yeri yoktur.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Abdurrahman Dilipak / Erdoğan’ın kerameti

Erdoğan’ın ve AK Parti’nin önlenemeyen yükselişi konuşuluyor her yerde..

Nasıl oluyor da, ABD’nin, AB’nin, İsrail’in, Vatikan’ın karşısında böyle dik durabiliyor diye..

Sahi, bunun sırrı ne?

Derin gerçeği açıklıyorum. Bunun tek açıklaması var. Allah böyle istiyor..

Gerçekleşen her şey Allah’ın iradesi iledir.. Biz ise sadece O’nun rızasına talibiz..

Bu başarının esbabına bakarsak, Erdoğan yokuşaşağı koşuyor. O düz duvara tırmanmıyor, suyu kendi yatağına salıyor.. Başkaları suyu yokuş yukarı akıtmaya çalışıyor..

Aslında ırmak kendi yatağını arıyor, su akacağı yolu biliyor.. Siz zamanın, mekanının ruhunu yakalayın, fıtratın gerçekleri ile uyumlu bir yol tutun, gerisi kolay..

Erdoğan pahalı okullarda okumadı.. Özel ders de almadı. Arkasında bunları yapması için kendine destek veren güçlü ülkeler, mason locaları, örgütler, düşünce kuruluşları, üniversiteler filan da yok..

Kimlerle, nelerle uğraştığını görüyorsunuz.. Derin devleti, Paralel devleti, Mafiası, hepsi malum..

Bir Fransız futürist öyle diyor, “bizim kriterlerimize göre, hiçbir şeyleri tam değil.. Ekonomik, sosyal, siyasal şartlar, uluslararası düzen, konjonktür, hiçbir şey leyhlerine değil, ama onlar ilerliyor, biz geriliyoruz.. Bunun hiçbir açıklaması yok.. Belki tek bir açıklaması var, Tanrı böyle istiyor.”

Erdoğan’ın en büyük özelliği, insanların inançları, tarihleri, kültürleri, kimlikleri ile bir sorunu yok.. Tarihin/zamanın akış yönünde ilerliyor. Bu büyük akışın tersine kürek çekmiyor..

Salim Uslu “Sigarayı rüzgarda kibritle yakmak kadar zor Tayyib’i anlamak. Galiba çakmak lazım ..” demiş, ama o kadar da zor değil.. “İçimizden biri” işte.. Allah “yürü ya kulum” diyince kim durdurabilir ki. Ecel, kader, rızak, hepsi iç içe.. Kuyudaki Yusuf’u Mısır’a sultan eden Allah! “Muhtar bile olamaz” diyorlardı ya..

Allah servet iktidarı halklar ve ülkeler arasında evirir çevirir.. Şimdi sıra bizde anlaşılan..

Malına, gücüne, ilmine mağrur olanlar bu oluşu anlayamayacaklardır..

Bu işlerde bir olağanüstülük de yok.. Mucize evrenin özünde olağan bir hadisedir aslında..

Mucize Firavunun sarayındaki Hz. Musa’dır. Mucize, İbrahim aleyhisselamdır..

Biz bir Mucizeyiz. Evren bir Mucizedir..

İnsan kendinin başıboş bırakılacağını mı sandı. Her şeyi gören, duyan, bilen ve hüküm sahibi olan bir Allah var..

Hz. İsa bir Mucizeydi ama çileli bir hayat yaşadı.. Hz. Ali Allah’ın arslanı, ilmin kapısıydı, ehli beytin kaynağı idi ama çileli bir hayatı oldu. Eba Zer iktisad kuramcısı akıllı, bilgili, cesur, hikmet sahibi bir sahabi ama, acından öldü.. Ama Hz. Süleyman bütün zamanların en zengin kişisiydi. Hz Eyyub zamanının en zengin kişisi idi. Sonra en yoksul kişisi oldu, sonra eskisinin iki katına çıktı..

Allah bizi mallarımız canlarımız, sevdiklerimizle, kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecektir..

General Edip Başer diyor ki “Orduevinde yapılan bir etkinlikte şehit ya da gazi annesine sırf başörtülü olduğu için ‘Giremezsin’ dediysek fevkalade yanlış yapmışız. (…) Ben tek bir şehit annesinin bile başı örtülü olduğu için kışlaya girmesine engel olunduğunu görmedim. Her seferinde başı şu ya da bu şekilde örtülü onlarca şehit annesi, kardeşi ya da eşi vardı. Onlarla sarıldık da, yanaklarını da öptük de, hiçbir sorun da yaşamadık. Bireysel yapılan bazı yanlışları kuruma mal etmek bence doğru değil. Birkaç kişi hakikaten yanlış yaptı.” Aslında bu başörtüsü zulmü çok yaygın, her gün yaşanan, artık sıradanlaşan bir olaydı. Bugün yanlış olduğunu anlıyorlar, ama hâlâa bunun istisnai bir olay olduğu gibi bir iddiayı da tekrarlıyorlar.. Bu gerçeği bu ülkede, görmeyen, bilmeyen, yaşamayan tek kişi herhalde bu paşamız olsa gerekir.. “Ama”sız, “Evet yanlış oldu” dese sorun olmayacak, sadece 3 kelime..

Onların bu yanlışları ve bu yanlışa duyulan öfke ve özgürlüğe duyulan özlem Erdoğan’ı Çankaya’ya taşıdı..

Katarlı köşe yazarı ve El Şark Yayın Grubu Başkanı Cabir el Harmi ile konuştuk; ‘AK Parti’den önce Türkiye kimliksizdi’ diyor. Işte bu. Yoksula, sınır ötesi kardeşlerimize “selamünaleyküm” diyebilmek.. Sofrada yemeğe “Bismillah” diye başlamak.. Sağ elle yemek. “Elhamdülillah” demek. Namaza durmak. Eşinizin başının örtülü olması mesela.

Geçmişinizle yüzleşeceksiniz.. Bu toplumun, inanç, tarih, kültür ve geleneğini alaya almayacaksınız.. Bu kadar basit..

Yazının devamını okumak için tıklayın…