Avrupalı diplomat Ogier Ghislain de Busbecq, 1554 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya arasında süregiden bir anlaşmazlığı çözmek üzere görevlendirildi. Ancak bu anlaşmazlığın çözülmesi zaman aldı. Bir buçuk yıl kadar İstanbul’daki Elçi Hanı’nda yarı mahpus bir hayat sürdükten sonra ülkesine dönen Busbecq, 1556’da yarım kalan işini tamamlamak üzere yeniden Osmanlı ülkesine geldi.
Başta İstanbul olmak üzere Osmanlı ülkesinin dört bucağında uzun zaman geçiren Busbecq’in o dönemde yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını dostu Macar asıllı diplomat Nicholas Machault’ya yazdığı mektuplarla ortaya çıkan "Türk Mektupları", Kanuni dönemindeki Osmanlı İmparatorluğu’nu ilk elden tanıklıklarla anlattı.
Osmanlılarla ilgili yakın gözleme dayalı pek çok bilgi içeren "Türk Mektupları", Avrupa’da uzun süre önemli bir kaynak olarak kabul edilerek pek çok dilde defalarca basıldı. Eserin bir başka niteliği de Osmanlı İmparatorluğu’nu hümanist eğitim almış bir Batı Avrupalının gözünden anlatması.
İlk kez Latince olarak 1595’te Paris’te basılan ve 1927’de yayımlanan 3. İngilizce çevirisinden Derin Türkömer tarafından Türkçeye çevrilen kitap, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından okuyucuya sunuluyor. Kitabın üçüncü İngilizce çevirisini yapan Edward Seymour Forster’in okuyucuyu bilgilendirmek için kullandığı dipnotlar da "Türk Mektupları"nda yer buluyor.
-YAZAR VE RESSAM AYNI KİTAPTA BULUŞTU-
"Türk Mektupları" Busbecq’in heyetinde İstanbul’a gelen Flaman ressam Melchior Lorichs’in bu dönemde çizdiği resimleri de sayfalarında taşıyor. Eser böylece, sadece yazarın tanıklıklarını değil, aynı zamanda, bir ressamın fırçasından dönemin İstanbul’undan portreler ve manzaralar da içeriyor. Kitapta şemse motifinden, sorguçlara, Yavuz Selim Camisinden Kanuni Sultan Süleyman’ın portresine, çeng çalan kadından, peyke Osmanlı’ya özgü bir çok ayrıntıyı gözler önüne seriyor.
Diplomat Busbecq’in kaleme aldığı mektuplarla, Ankara’daki Augustus Tapınağında yer alan "Monumentum Ancyraum" yazıtı da ilk kez yayımlanarak Batı literatürüne girdi.
-"TÜRK HANLARINDA HER ZAMAN MİSAFİRPERVERLİKLE KARŞILANDIM"-
Lille kentinde Kral Ferdinand’dan aldığı görevle yola çıkan Busbecq’in yol boyunca gördüklerine de yer verdiği mektuplarda, Türklerin yaptıkları binalara değinerek, onların özellikle ihtişamdan kaçındıklarını vurguluyor.
Yazar, mektubunda şunları dile getiriyor: "Bu gibi şeylere önem vermeyi kendini beğenmişlik, gurur ve gösteriş addediyorlar, bunlar adeta insanın bu dünyada ebediyen var olmayı beklediğine işaret edermiş gibi. Evlerine bir yolcunun hana baktığı gözle bakıyorlar. Onları hırsızlardan, sıcak, soğuk ve yağmurdan koruyorsa başka bir lüks aramazlar. İşte bu nedenle Türk diyarında zarif bir eve sahip zengin bulmak zordur." Mektupta yolculukta kaldıkları kervansarayları uzun uzun anlatan Busbecq, kervansaraylarda kişinin mahrem bir hayat yaşayabilmesinin mümkün olmadığının altını çiziyor. Bazı dönemlerde kaldığı Türk hanlarının ise çok geniş ve ayrı ayrı yatak odaları olan gösterişli yapılar olduğunu ifade eden Busbecq, eserinde "Hıristiyan, Yahudi, fakir, zengin hiç kimse buradan geri çevrilmiyor. Kapısı herkese açık. Paşalar ve sancak beyleri yolculukları sırasında buraları kullanırlarmış. Türk hanlarında her zaman bir saltanat sarayındaymışım gibi misafirperverlikle karşılandım" satırlarına yer veriyor.
-"ŞEHZADE MUSTAFA’NIN HAZİN SONU"-
"Türk Mektupları"nda Türklerin cariyelerinden olan çocuklarını nikahlı eşlerinden olan çocuklarından ayırmadığını dile getiren yazar, Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Mustafa’nın yüksek meziyetleri ve yaşının uygunluğu nedeniyle çok sevildiğini, halkın ve askerin yaşlanan babasının yerine tahta çıkmasını istediklerini ifade ediyor. Roxolana’nın (Hürrem Sultan) Mustafa’nın en büyük şehzade sıfatıyla sahip olduğu hakları bertaraf etmek istediğini ve amacına erişmek için çıkarlarının ortak olduğu damadı Rüstem’in desteğine başvurduğunu aktaran Busbecq, şehzade Mustafa’nın hazin sonunu özetle, şöyle anlatıyor: "Türk sultanlarının oğlu olmak büyük bir mutsuzluk, zira aralarından biri babasının yerine tahta geçtiğinde, bu diğerleri için kaçınılmaz bir ölüm demek. Türkler tahta rakip istemez. Onları zorlayan aslında hassa askerlerinin davranışıdır. Eğer tahta geçenin kardeşlerinden biri hayatta kalabilmişse bu askerler sultandan devamlı olarak ihsan talep ederler. Dolayısıyla Türk sultanları ellerini kardeş kanıyla kirletmek ve saltanatlarına cinayetle başlamak zorunda kalırlar. Mustafa ya bu akıbetten korkmuştu ya da Roxolana onu feda ederek kendi çocuklarını kurtarmak istemişti; gerçek şu ki her ikisinin de davranışı Süleyman’a oğlunu öldürmenin uygun olacağı fikrini verdi.
Sultan, İran Şahi ile savaşa girince Rüstem ona karşı başkomutan olarak gönderildi. İran hududuna yaklaşırken birden durdu ve sultana bir ariza yollayıp askerin rüşvetle kandırılarak Mustafa’dan başkasını istemediğini bildirdi. Bu haberden telaşa kapılan Süleyman derhal oraya doğru yola çıktı ve Mustafa’yı da yanına çağırdı… Mustafa’nın ölüm haberi ordugaha yayılınca bütün asker kedere boğulmuştu. Asker birkaç gün matem tutmuştu. Eğer Süleyman Rüstem’i azledip hiçbir resmi sıfatı olmadan İstanbul’a göndermeseydi askerin duyduğu acı ve matemin sonu gelmezdi." Yazar mektubunda bütün bu olayları ayrıntılarıyla anlattıktan sonra, halkın Sultan Süleyman’ın Rüstem’in işlediği suçları, karısının yaptığı büyüleri geç olmakla beraber keşfettiğine ve İstanbul’a döndüğünde Roxolana’yı da cezalandıracağına inandıklarını belirtiyor.
-"SANKİ TABİAT DÜNYANIN BAŞKENTİ OLMAK İÇİN YARATMIŞ"-
İstanbul’a vardığında bu kente ilişkin gözlemlerini de mektubunda paylaşan diplomat, kente adeta övgüler düzüyor. İstanbul için, "burasını tabiat sanki dünyanın başkenti olmak üzere yaratmış" ifadesini kullanan Busbecq, Avrupa’da bulunan ancak Asya’ya bakan bir şehir olarak tanımladığı İstanbul’un sağında yer alan Mısır ile Afrika’nın çok uzak olmasına rağmen şehre deniz yoluyla bağlı olduğunu aktarıyor.
"Etrafında birçok milletin yaşadığı ve her yanından sayısız nehirlerin sularını boşalttığı Karadeniz ve Azak Nehri"nin şehrin solunda kaldığını belirten yazar, dolayısıyla bu ülkelerde yetişen bütün faydalı ürünlerin İstanbul’a denizden kolayca nakledildiğini vurguluyor. Yazar Busbecq, şehrin bir yanının Marmara Denizi’nin sularıyla yıkandığı, diğer yanında Strabo’nun "Altın Boynuz" dediği nehrin bir liman oluşturduğunu, üçüncü yanının ise ana karayla birleşik olduğunu anlatıyor.
Şehrin merkezinden bakınca Uludağ’ın göründüğüne dikkati çeken yazar, "Her zaman karla kaplı bu dağın pek hoş bir görüntüsü var" görüşünü dile getiriyor. Mektuplarında denizdeki balıkların bolluğundan da bahseden yazar onları bazen elle bile tutmanın mümkün olduğundan bahsediyor.
Görevi nedeniyle Kanuni Sultan Süleyman’ın karşısına da çıkan yazar o esnayı tüm detaylarıyla şu şekilde satırlara döküyor: "Sultan alçak bir sedirde oturmuştu. Otuz santimden yüksek olmayan bu sedirin üstünde birçok değerli örtüler ve zarif işlemeli yastıklar vardı. Yayı ve okları yanında duruyordu. Yüzünde tebessümden başka her şey mevcuttu. Bu ifadeye hüzünle birlikte azametli bir sertlik hakimdi…
Elini öper gibi yaptıktan sonra sırtımızı kısmen dahi ona dönmeden geri geri yürütülerek karşısındaki duvara götürüldük. Ardından mesajımın kendisine okunmasını dinledi." Araştırmacılar ve tarih sevenler için kaynak niteliğinde olan kitap dört ayrıntılı mektuptan oluşuyor.