Darülaceze’deki insanlarımızın ilgiye ihtiyacı var

Toplum
Engin Dinç’in röportajı  Darülaceze bugün dünyada örneği olmayan, hatta dünyaya örnek olan bir kuruluş. 2. Abdülhamit Han’ın kendi özel eşyalarını satarak kurduğu bu müstesna kuruluş, giriş...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı 

Darülaceze bugün dünyada örneği olmayan, hatta dünyaya örnek olan bir kuruluş. 2. Abdülhamit Han’ın kendi özel eşyalarını satarak kurduğu bu müstesna kuruluş, giriş kapısının üzerinde yazdığı şekliyle Bab-ı Şefkat, kimsesiz insanlarımızın yuvası olmayı bir asırdan fazla bir zamandır sürdürüyor. Darülaceze’nin çoğu yaşlı 520 yaşlı insanımız bulunuyor. 25 de 0-3 yaş grubu kimsesiz çocuğa bakılıyor. Peki Darülaceze nasıl bir kurum? Ne zaman kuruldu? Nasıl hizmetler veriyor? Darülaceze’ye nasıl yardım yapılabilir? Tüm bünları Darülaceze Başkanı Nevzat Bayhan’la konuştuk. 

Darülaceze çok köklü bir kuruluş. Abdülhamid zamanında kurulmuş.  Darülaceze’nin geçmişi ve bugün yaptığı hizmetler hakkında bilgi verir misiniz? 

Darülaceze fikri 1890’lı yıllarda gündeme geldi. Niye gündeme geldi? 19. yüzyılın, 1800’lerin sonu. Osmanlı için çok sıkıntılı, acıklı, ıstıraplı, bir evredir. Devlet, bir müddet 3 kıtada adaleti dağıtmaya çalışırken zayıflaması ile birlikte ülkeyi müstevliler işgal etmeye başlamış. İngilizler önce Kıbrıs’ı sonra Mısır’ı işgal ediyorlar. İtalyanlar zaten hemen Libya’ya çıkarmaya başlıyorlar. Fransızlar ise nerdeyse Orta Afrika’ya kadar olan yerleri işgal ediyorlar. Sadece orası olsa yine iyi. Balkanlarda Yunanlılar, Bulgarlar, Makedonlar, Hırvatlar, Sırplar onlar da başkaldırmış durumda. Her taraf kan gölü. Kafkaslar’da durum farklı değil. Ortadoğu’da zaten hiç kan durmadı. 

Darülaceze’deki

Öyle bir zamanda gayrı Müslimlerle böyle bir savaş halindesiniz. Her savaşın da maalesef en mağdurları dul, yetim ve kimsesizler oluyor. Onlarında sığınacakları tek yer var; Dersaadet olarak bilinen yani Mutluluk Diyarı olan İstanbul. Yetişebilenler buraya geliyor. Önce evler, bürolar, devlet daireleri, parklar, yollar dolmaya başladı. Abdülhamid Han bir şefkat padişahı aynı zamanda. Hakikatten şefkatli bir insan. Mesela onun 33 senelik dönemimde kendisine o kadar saldırılmasına rağmen kimseyi idam ettirmemiştir. Yani biz zannediyoruz padişah denilince kelle vurduran biri olur, öyle değil. Yani düşünün Harekât Ordusu kendisini tahttan indirmek için geliyor. Saray muhafız ordusu diyor ki, “Bu gelenleri biz yarım saat içinde biçeriz. ”diyorlar. Abdülhamid Han da “Siz kardeş kanı mı dökeceksiniz?”  “Efenim sizi tahttan indirmeye geliyorlar.”  “Kardeşkanı dökülmekten ise bırakın tahtı, canımdan bile vazgeçerim.” diyor. Böyle bir padişah. 

Gönlü insanların sokaklarda dilenmesine,  aç, perişan olmasına razı olmuyor. Gerekli talimatları vererek ‘bir şehir kurulsun, onların bütün ihtiyaçları karşılansın’ diyor. En iyi havaya sahip bakteriden, virüsten uzak yerlerin seçilmesi gerekiyor. Önce Haliç kenarında yerler aranıyor. Sonra saray doktorları oraların yaşlılar için uygun olmadığını karar veriyorlar. Bunun üzerine Okmeydanı olarak tabir edilen bölge de karar kılınıyor. O zaman böyle mahalle yoktu. Bir ev bile yoktu. Burası tamamen bahçelik ve ormanlık alandı.  Bir tarafta engebeli arazi, bir tarafta özel mülkiyet bunların bir tarafta kamulaştırılması, diğer taraftan tesviyesi ciddi para. Ancak savaş dönemi, para olsa askere, cepheye lojistik destek olarak gönderilecek. Diğer tarafta ise padişahın fermanı var tabi. “Hünkârım yeri bulduk ancak çok pahalı.” “Siz başlayın.”  Diyor. Maliye nazırı diyor ki, “Para yok efendim.” “Siz başlayın, parayı ben bulacağım” diyor. Herkes merak ediyor nasıl olacak diye… İstiklal Caddesi’ndeki bir müzayedede özel eşyalarını satışa çıkarıyor. Kendisine ait ne varsa satıyor. Düşünün bir padişah, kendi özel eşyalarını satıyor. Biz 3-5 parça zannediyorduk. Sonra o defteri bulduk. 132 sayfalık bir bağış defteri, yani o kadar malzeme… Bu satıştan 7.000 Osmanlı altını toplanıyor. Sonra o da yetmeyince aile etrafının ne kadar yüzük, bilezik, halhal vs ne varsa hepsini topluyor. Kolyesine varıncaya kadar… Bir 10.000 altın da oradan temin ediyor ve buranın inşaatına 1892’de başlanıyor. 

İnşaata ne kadar önem verdiğini göstermek açısından işin başına sadrazamlık yapmış olan Halil Rıfat Paşa’yı veriyor. Hakikaten de üç sene gibi kısa bir zamanda bir şehir kuruluyor. Şehir diyorum, çünkü burası bağımsız bir şehir olarak kuruluyor. Allah korusun, İstanbul’a bir şey olduğu zaman bir sene yetecek altyapı ile kuruluyor. Yani fırını, sütemin sistemleri, su depolama sistemleri, kuru gıda, yeşil gıda, soğuk hava depoları, demirhane, tesisathane, marangozhane hatta matbaaya varıncaya kadar aklınıza ne gelirse hepsi temin ediliyor. Öyle bir şehir kuruluyor. 

Ve asıl bizim dünyaya anlatacağımız konu ise kapının adını Bab-ı Şefkat koymasıdır. Bab-ı Hümayin, Bab-ı Osmanlı demiyor. Burası Bab-ı Şefkat, şefkat arayanların kullanacakları kapı. Girenlere şefkat verecek, buraya sığınanlar ise şefkat dolacaklar… 

Küresel barış adına da çok önemli bir simge burası. Düşünün Osmanlı medeniyet algısının günümüze nasıl ciddi bir ihtiyaç olarak yansıdığını, bunu yakından hissediyoruz. Sebep de şu; siz bütün cephelerde Hristiyanlar ile savaştasınız ve onların sebep olduğu bir travma var. O tramvayı gidermek için bir şehir kuruyorsunuz. O şehri de kendi eşyalarınızı satarak yapıyorsunuz. Bir nevi zorlanarak, vücudunuzun bir parçasını ortaya koyarak yapıyorsunuz. Burada hiç Hristiyan’a yer verir misiniz? Yani savaş sırası kimse de niye vermediniz demiyor. Ancak bize bu şefkati veren yüce Mevla’m insanlara şefkat ile yaklaşmayı öğütlüyor, sadece Müslüman’a değil insana diyor. Dolayısıyla bu şehrin yarısını Müslümanlara, yarısını Gayrimüslimlere ayırıyor. Müslümanlara cami yapıyor o sıkışık zamanda, Hristiyanlara iki kilise yapıyor. Niye Ermeniler, Rumların kiliselerini kullanmadığı için… Daha sonra bu kiliselerden bir tanesi Yahudi Cemaati gelince onlara tahsil ediliyor. Kilise, havra, cami ile burası tüm dinlerin, ırkların, dillerin bir arada, bir bahçe içerisinde yaşadığı, muhteşem bir birliktelikle yaşama sanatını ortaya koyduğu bir sergi olarak 118 senedir bu misyonunu bırakmadan, ihmal etmeden günümüze kadar geliyor. Dolayısıyla da şimdi aşağı yukarı 520’ye yakın sakinimiz var. Bunların 25’i 0-3 yaş gurubu bebeklerimiz… Diğerleri de kendisine bakamayacak kadar muhtaç olan büyüklerimiz… 18 yaş ve üstü sakinlerimiz de günde 24 saat, günde 6 öğün yemeğin verildiği, her türlü ihtiyacın ücretsiz olarak karşılandığı, hiçbir ücretin talep edilmediği, hatta üzerine harçlık verildiği bir kurum burası. 

Buraya kimleri kabul ediyorsunuz? Bir kriteriniz var mı? 

Yani tabi malumunuz burası Abdülhamid Han zamanında kurulunca bir de nizamnamesi, özel kanunları var. O özel kanunun dışına çıkamıyoruz. Bu kanunda da 4 temel kriter var. 

1- 18 yaş üstü kadın, erkek, dil, din farkı gözetmeksizin Kendisine bakamayacak durumda olması ve kimsesinin olmaması gerekiyor. Yahut kimsesi var ama bakacak durumda olmaması gerekiyor. 

2- İstanbul doğumlu ya da son 5 senesini İstanbul’da geçmiş olması gerekiyor.

3- Zihni, akli ve bulaşıcı bir hastalığının olmaması gerekiyor. 

4- Yine 0-3 yaş arası kimsesiz bebekler olması şartları var. Sadece bu kadar. 

Bu kimsesiz bebeklerin bakımı nasıl oluyor? 3 yaşından sonra hangi kuruma gönderiyorsunuz? 

Bunlar kimsesiz çocuklar. Üç yaşından sonra Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğümüz var. Onların eğitim de verdiği çocuk yuvaları var. Oralara götürülüyor, oralarda eğitiliyor. Bir kısmı evlatlık da veriliyor biliyorsunuz. Abdülhamit Han’ın o nizamnamesinde o evlatlık verme teşvik ediliyor. Yüzde 60-70’i evlatlık olarak veriliyor. Geri kalanlar da, Bakanlığımızın ilgili birimlerinde 18 yaşına kadar eğitiliyorlar. 

Darülaceze’deki

Darülaceze’de 18 yaş üstü olan insanlarımıza nasıl imkânlar sağlıyorsunuz? Bir günlerini nasıl geçiriyorlar? 

Burada bir günü şöyle ifade edeyim; saat 06.30- 07.00’de kalkılır. 07:00’da kahvaltıları hazırdır. Kahvaltılarını yaparlar. Ondan sonra sabah sporu yapabilecek durumda olan sabah sporu yapar.  Rehabilitasyon merkezimiz var. Oraya işe gidiyorum derler, heyecanlı bir şekilde işe giderler. Çünkü orada onları bekleyen işleri vardır. Nedir bu işler? Seka’ya kağıt inceltme. Yani hiçbir kabiliyeti olmayan sırf o hareketi göstersin diye kâğıt inceltme çalışmaları yapıyor. Bunun yanında dokumacılık var, çinicilik var. Bunun yanında resim ve süs eşyası yapma atölyelerimiz var. Herkes kendine göre, kabiliyetine göre çorap, atkı, battaniye, kilim atölyesine varıncaya kadar atölyelerimiz var. Orada çalışırlar. Diğerleri de bizim kantin var, kahve diyorlar oraya. Çalışmayanlar da kahveye gelir. Bir kısmı da dinlenir veya bahçeyi turlarlar. Daha sonra 11-12’de yine yemeğimiz var. Ondan sonra tekrar bahsettiğim gibi isteyen işe, gider isteyen kahveye gider. Bu arada ara öğün var saat 15.00 civarında. 17.30-18.00 civarında yine yemek servisi başlar. Önce diyetli olanlara verilir. Sonra 19.00-20.00 civarında normal yemek çıkar. 21.00-22:00 civarında tekrar bir ara öğün verilir. Sabah 10.00 gibi de ara öğün var. Ondan sonra da istirahatlerine çekilirler. Maç olduğu zaman maç seyrederler. Her oda da televizyonları vardır. Ayrıca oturma odaları da var. Oturma odalarında da televizyon seyrederler. Gece etkinlik varsa, genellikle etkinlikler burada son sürat gidiyor. Yani konserdir, tiyatrodur, konferanstır vs. onlar da söz konusu oluyor. Veya dışarda etkinlik varsa şiir meydanı gibi, tekne gezisi gibi oraya giderler. Öyle bir hayatları var. Burada dolu dolu 24 saat geçen bir hayat söz konusu. 

Ailesi olup da burada kalan insanlar var mı? 

Şöyle yani kendisine bakamayacak durumdadır. Onları da alıyoruz. Çoluk çocuğu var ama bakmamaktadır. Daha sonra vasiliğini kurum almak kaydı ile bakılıyor. Mahkemeye gidiliyor, işte bunlar bana bakmıyor diyor. Mahkeme de buna karar veriyor ve burada kalmaya kararlaştırıyor. Ama bunlar nadirattandır. Genelde burada kimsesi olmayan, yani evlenememiş, çoluk çocuğu olmayan Soybis’de üzerinde kimsesi olmayan insanlar vardır. Ancak başka şekilde üzerinde görülmeyen çocuklar geliyor. Dediğim gibi burada kalan insanların %90’dan fazlası nizamname kurallarına göre kalır.  

Türkiye’de aile değerleri nispeten güçlü. Gerçi giderek çekirdek aileye dönüyoruz. Batı ile karşılaştırıldığımızda insanların Darülaceze tarzı kurumlara anne ve babalarını bırakma oranı az sanırım. Böyle bir değerlendirme yaparsak Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz?

Türkiye’nin batısına doğru geldikçe biraz daha kozmopolitlik artıyor. İnsanlar karı koca çalışmak zorunda kalıyor. Hayatın zorlukları ile karşılaşıyorlar. Öyle olunca anne baba veya dede nineye bakma meselesi biraz zayıflıyor. Ancak bana sorarsanız çekirdek aile tipinden ziyade, bizim o geniş kültürel ailenin korunması gerekir diye düşünüyorum. Çünkü torunları yetiştiren anneler babalar değil, dedeler ninelerdir. Onların yanında ayrı bir hayat üniversitesini okuyor gibi bilgilenirler, birikimlerinden istifade ederler. Onların içerisinde olmamak sosyolojik açıdan bakınca çabuk kırılmalara, tramvalara sebebiyet verebiliyor. En ufak bir tartışma kavga ile neticelenebiliyor. Kavgalar da boşanmaya, ayrılmaya veya evden ayrılamaya kadar gidebiliyor. Hâlbuki evde saygı duyulan bir büyüğün olması o ateşlerin, alevlerin bir noktada söndürülmesi anlamına gelebiliyor. Yaptıklarının farkına varacak fırsatı vermelerini sağlayabiliyor. Yoksa aynı evde senelerce küs kalan eşler söz konusu olabiliyor. Halbuki anne babanın olması onları muhakkak kaynaştırıcı noktada yardımcı olacaktır. Ama diğer taraftan da bu bir ihtiyaç. 

Şimdi anneniz babanız yok, çoluk çocuğunuz yok. Bir müddet sonra elden ayaktan kesildiğiniz zaman ne olacak? Birisini getirmişlerdi buraya. Kar yağdığı seneydi. 2 sene önce balkondan kayıyor ve düşüyor. Orada bir iki gün kar altında kalmış mesela. O insanların burada kalması, bunun gibi yerler, sosyal devlet olma açısından çok önemlidir. Zaten devletimiz malumunuz bu konularda o kadar ileri ki, Batı’nın da ilerisine geçmiş durumdayız. Başbakanımıza, ekibine, aile başkanına hakikatten medyunu şükranız. Evde bakım hizmetleri gerek belediye, gerek bakanlık marifeti ile veriliyor. Bu hizmeti verenlere mahallesinde istihdam yahut iskan etmek yoluna gidiliyor. O olmayınca evde bakım parası veriliyor. Siz kendiniz bakın, biz parasını verelim deniliyor. O kadar çok alternatif var ki, şu anda sosyal hizmet köyleri, sosyal hizmet şehirleri kurulmaya çalışılıyor. Hal böyle olunca insanların daha da rahat edebilmeleri sağlanıyor. Biliyorsunuz en büyük sorun da “ben bunlara yük oluyorum” psikolojisidir. Mesela burada kalanların bazıları niye buradasın diyoruz. Çocuklarıma yük oluyordum, onun için evi bıraktım geldim” diyor. Bu psikolojiyi yaşamaması için de onlara yaşlılık aylığıdır vs. bir sürü aylık veriliyor. Onlara bakım karşılığında da ailesine maddi yardımlarda bulunuluyor. Dediğim gibi gerek evde bakım, gerek evde bakmaları için yapılacak olan o yardımlar ailenin bir arada durmasını sağlıyor. Malumunuz aile toplumun temel taşı. Onun sağlam olması toplumunda ciddi oranda sağlamlaşmasına vesile oluyor. 

Ama ailedeki küçülmenin çekirdek ailede de duracağını kimse söyleyemez. Çünkü çekirdek aileden sonra şu anda sık sık duyduğunuz tek ebeveynli ailelere doğru dünya hızla gidiyor. Yani artık anne babanın olmadığı sadece annenin veya sadece babanın olduğu aileler gittikçe çoğalıyor. Sosyal refah düzeyi ilerledikçe insanlar bencilleşiyor mudur, nedir? Bireysel yaşam daha ön plana çıkıyor. Hâlbuki hayat müşterektir. Adaletin sağlanması gerekir. Bizim de değer yargılarımız ailenin kutsal olduğunu söylüyor. Ve boşanmanın Cenab-ı Hakkın hiç sevmediği bir olay olduğunu söylüyor. Hal böyle olunca biz evliliği bir ortaklık değil, kutsal bir çatı oluşturma mücadelesi olarak görüyoruz. Nasıl bir ibadet yapınca sevabını alıyorsa evlilik mekanizmasını, evlilik sarayını geleceğe taşımak da o derece kutsal bir ibadettir. O yönü ile yaklaşılması lazım. Yoksa tabii ki de, bir sürü insanın bir arada kalması kolay değil. Muhakkak fedakârlık olması gerekiyor. Evlenmek katlanmaktır aslında. Bir neslin devam etmesi gerekiyor. O neslin sağlam yetişmesi gerekiyor. Hal öyle olunca ana rahmindeyken ebeveyn bakımı başlıyor. Çatışmacı bir ailede, sürekli münakaşaların yapıldığı bir ailede dünyaya gözünü açmaları onlar açısından bir psikososyal olarak ciddi sıkıntıların bir başlangıcı olarak görülüyor. O yönü ile aile içerisinde bireylerin hepsinin mutlu olduğu bir ortam oluşturmak, öyle zannediyorum büyüklerin de orda olması ile mümkün olabilir. 

Darülaceze’deki

Bayramlarda, bazı özel günlerde Darülaceze’ye ziyaretler oluyor. Ziyaretler sırasında gerçekten güzel anlar yaşanıyor mu? 

Ziyaretin, hem ziyaret edene hem ziyaret edilene faydası var. Ziyaret edene faydası şu şekildedir; insanlar her şeyin sahibi ama gönül huzuru iyilikle mümkün olabilir. Buraya gelip hiç tanımadığı bir insanın ziyaret etmesi bir insanın ruhen yücelmesi anlamına gelir. Ve ona ciddi mutluluk verir. Buradaki insanlar da dışardan ne kadar çok insan gelirse o kadar değer verildiğini varsayar. Ona göre huzurlu, mutlu olur. Bazen birkaç ilaçla sağlayamadığınız o ruh dinginliğini, gelen birkaç ziyaretçinin onların ellerini öpmesi ya da sohbet etmesi sağlıyor. Bu yönü ile buranın hayattan kopmamış bir şehir algısı oluşturabilmesi dışarıyla olan irtibatı ile mümkün. Ben hep diyorum buradaki insanların gıdaya, giysiye çok ihtiyacı yok. Nakdi bağışları, ayni bağışları alıp, onları kendilerine dağıtıyoruz. Gelen insanların onlarla ilgilenmesi ve onlara değer vermesine ihtiyacı var. Şefkate ihtiyacı var. Yoksa Allah’a şükür her türlü imkân seferber edilmiş durumda. Burada maddi olarak bir sıkıntı yok. Ama insan bütün bunların bir gereklilik olduğuna inanır, ekstra olarak da insanlardan şefkat, sevgi bekler. Çünkü her insan bir şehirdir, o şehrin aydınlatılması da kalbine, gönlüne bağlıdır. Gönlüne de sevgi ile girilebiliyor. Buradaki o şehri aydınlatmak için sevgi lambasının yakılması gerekiyor. Onun da düğmesi şefkattir. 

Buradaki insanlarımıza destek olmak için neler yapılabilir? Mesela nasıl bağış yapılabilir? Başka ne yapabilirler?

Burası doğrusu hayır kurumu. Hayır kurumu olması hasebiyle de bütün giderler bağışlardan temin ediliyor. Gayrimenkul bağışından tutun da ayni ve nakdi bütün bağışlar burada kabul ediliyor. Gerekli bütün evraklar veriliyor ama mesela ufak bir şey getirdi, ayni bağış yaptı, diyelim ki bir kutu çikolata getirdi. Onunda mutlaka, biz ayniyat diyoruz, depoya giriş belgesini istemesi lazım. Zaten veriliyor da… Şükran belgesi ile birlikte onu muhakkak almaları lazım. Yani buradaki sistem her şey kayıt altında olacak şekilde kurulmuş durumda. Gelen insanlarımızin da yardımlar nereye gidiyor, nasıl harcanıyor gibi şeylere kapılmaması için zaten bilançolarımız internette de veriliyor. Ne kadar bağış gelirse buradaki sosyal refah düzeyi o kadar daha yükselir. O yüzden bağışçılarımıza ciddi bir ihtiyaç var. Çünkü burada 24 saat verilen hizmet onların bağışları ile yürüyor. Diğer kurumlardan buranın farkı var; az öncede arz ettiğim gibi, burası bize bir miras. İkincisi burada yaşayanların kimsesiz olduğunu varsayılırsa sevabı çok fazla. Üçüncü olarak da burası aslında simgesel bir kuruluş. Bizim bütün dünyaya hoşgörümüzü, birlikte yaşama ülkümüzün ve İslam-Osmanlı medeniyetinin o muhteşem değerinin anlatılması adına çok önemli bir kurumdur. Bu kurum ilk kurulduğunda nasıl dünyanın en iyi kurumu ise günümüzde de aynı şekilde devam etmesi gerekir. Bu da dostlarımızın burayı maddi ve manevi yalnız bırakmaması ile mümkündür.  

Sanırım Anadolu Yakası’nda ve Avrupa Yakası’nda iki ayrı şehir kurma projeleriniz var. Bunun hakkında neler söylemek istersiniz?  

Taslak açısından Başbakanımızın bir projesi. Gerekli yer araştırmaları yapıyorlar. Uygun yerler bulunduktan sonra size daha uygun, tafsilatlı izahlarda bulunacağız inşallah. 

Son olarak siz neler eklemek istersiniz? 

Ben şahsınızda Engin kardeşim, sizin gibi burayı unutmayan, sürekli burayla hem dem olan, buradaki haberleri güzel bir şekilde okuyucusuna ulaştıran insanlara teşekkür ederim. Siz geldiniz bizi mutlu ettiniz. Buradaki dünyayı kalplere taşımanın en güzel yolu sizin gibi değerli arkadaşlar. Bu dostlarımızın ilgilerinin devamını istirham ediyoruz, teşekkür ediyoruz. 

on5yirmi5.com