‘Bütünsel insan’ olma takıntısı

Toplum
Bu yazının tezi şudur: bütünsel insan soyutlaması bir “ideal tip”tir.  Tek bir birey olarak, sözgelimi bir Ayşe ya da bir Ahmet olarak, “her şeyi” yapabilir miyiz?    Nedir bu “bütünsel...
EMOJİLE

Bu yazının tezi şudur: bütünsel insan soyutlaması bir “ideal tip”tir. 

Tek bir birey olarak, sözgelimi bir Ayşe ya da bir Ahmet olarak, “her şeyi” yapabilir miyiz? 

 

Nedir bu “bütünsel insan”? Varılması gereken bir “uğrak” mı? Ayrıca bu “bütünsel”in ölçüsü nedir? “Bütünsel insan şudur” diyebilecek biri ya da birileri var mıdır? 

Ölçü kime göre neye göre? 

“Her şeyi” yapabilir miyiz? Eğer yapabiliyor olsaydık toplumsal yaşam mümkün olmazdı! 

Platon’un Devlet’inin 2. Bölümü’nde bir “kent”in (siz “toplumsal yaşam” diye okuyun) kurulma sebebi çok güzel anlatılır. Denir ki, hepimiz birçok şeye ihtiyaç duyarız ama kendi ihtiyaçlarımızı ayrı ayrı tatmin edemeyiz: “Bir insan bir iş için ikinci bir insana ihtiyaç duyar, diğer bir iş için de bir başkasını çağırır. Ve insanın birçok şeye muhtaç olması sonucunda birçok insan tek bir ikamet yerinde toplanır ve bu bir arada yaşamaya da biz ‘kent’ veya ‘devlet’ adını veririz, değil mi? / Tamamen öyle.” 

Birey olarak kendimize yetemediğimiz, diğer insanlara “muhtaç” olduğumuz için toplumsal yaşam mümkün hale gelir. Tekil insan bütün bir toplumu ikame edemeyeceğine göre de bu durum “değişmez” bir gerçek olarak kalacaktır. 

Toplumsal yaşamı mümkün kılan toplumsal işbölümüdür. 

Açlıktan ölmemek için bütün vaktini yiyecek maddelerinin toplanmasına hasreden topluluklarda sürekli bir “toplumsal fazla” oluşamaz ve bu oluşamadığı için de çeşitli zanaatlarda uzmanlaşmak mümkün hale gelemez. Bu durum da toplumsal işbölümünün zuhur etmesine ket vurur. 

Orta Amerika’yı ilk keşfedenlerden Cabeza de Vaca, burada, kendi barınakları için samandan halılar yapmasını bilen ama hiçbir zaman kendilerini bu işe hasretmeyen yerli kabilelere rastlamıştır. Vaca’ya göre bu kabileler: “(B)ütün vakitlerini yiyecek maddeleri toplamakla geçirmek istiyorlar, çünkü başka bir şeyle uğraştıkları zaman açlıktan mideleri kazınıyor” (akt. Ernest Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı). 

Konumuz “antropoloji” değil, dolayısıyla bu faslı ve parantezi burada kapatalım. 

•••

Küçük bir “ev ödevi” vermek istiyorum şimdi. Bizzat yaşayarak görmeniz çok daha çarpıcı olacaktır. Sabah uyandığınızda o gün akşama kadar tüm yapacaklarınızı yukarıdan aşağıya listeleyin –en ince ayrıntısına kadar. Sonra bu listedekileri gerçekleştirmek için tek başınıza yetip yetemeyeceğiniz ürerine bir düşünün. Diyelim ki yataktan kalktık ve banyoya girdik. Işığı açtık, musluğu çevirdik, su akmaya başladı ve elimizi akan suyun altına getirdik. Avcumuzu suyla doldurup yüzümüzü yıkamaya başladık. Sonra havluyu elimize aldık ve yüzümüzü kuruladık. Tam burada “görüntü”yü durduralım ve yaptıklarımız üzerine biraz düşünelim. 

Musluğu çevirdik, ama musluğu “biz” mi yaptık? Peki ya akan su? Baraj, boru sistemleri ve ev içi tesisat? Tüm bunları “biz” tek başımıza mı yaptık? Yüzümüzü lavaboda yıkadık. Peki, lavabo nereden geldi? Lavaboyu satın almam ile lavaboyu “tek başıma” üretip karşıma koymam aynı şey değildir! Tüm bunları “satın almış olmak” değil konumuz. Tüm bunları nesnel bir gerçeklik olarak ben “tek başıma” mı üretiyorum? Soru bu! Havlu ve ışığı unutmayalım. Yüzümü kuruladığım havluyu, banyoyu aydınlatan ışığı ve ışığı açmamı mümkün kılan elektrik hattı ile düğmeyi “tek başıma” ben mi ürettim? Havluyu başkaları ürettiği için ben yüzümü kurulayabilmekteyim. Işık, lavabo ve musluk için de aynı şey geçerli. 

Görüldüğü gibi sadece yüzümüzü yıkarken ve kurularken bile milyonlarca emekçinin “görünmez” emeğine muhtacız! 

Doğruyu söylemek gerekirse yüzümüzü “tek başımıza” yıkamıyoruz. Muazzam bir kolektif emeğin varlığı sayesinde kendimizi yeniden üretebiliyoruz. 

Daha banyodan çıkıp da kahvaltı masasına varmadık bile! Günün geri kalan kısmındaki diğer “olayları” varın siz düşünün! 

Mesele basitçe bir liste değil; bu listenin “arkasında” yer alan muazzam büyüklükte ve güçte bir kolektif emek. 

Eğer her şeye kadir olabilseydik, her şeyi yapabilseydik asla ama asla özgür olamazdık! Özgürlük için “boş zaman” gerekiyor. Ve bu boş zaman da ancak “zorunluluklar âlemi”nin ötesinde yer almakta (Marx, Kapital, Cilt 3). 

Kahvaltıda yediğim zeytini, peyniri, yumurtayı, balı, reçeli, domatesi vs. “ben” üretmek zorunda kalsaydım “zorunluluklar âlemi”nden çıkıp da “özgürlükler âlemi”ne geçebilir miydim? Soru bu. 

Diğer emekçiler olduğu için “ben” özgür olabilirim. Nokta. 

•••

Spinoza özgürlüğü “yalnızlık”ta değil toplumsal yaşamda görür. Bizler ancak “devlet”te özgür olabiliriz: “Aklı kılavuz alan bir insan ortak yasalara göre yaşadığı bir devlette, kendi yalnızlığı içinde sadece kendisine itaat ederek yaşayan bir insandan daha özgürdür” (Ethica, IV, 73). 

Doğa/Tanrı’dan kaçınılmaz bir zorunlulukla gelen biz bedenli/sınırlı “modus”ların bütünselliğinden bahsedilemez. Hem “modus” olmak hem de Doğa/Tanrı gibi “bütünsel” olmak contradictio in adjecto’dur. 
Teolojik-Politik İnceleme’de Spinoza şöyle der: “(T)abiatın gücü her şey üzerinde üstün bir hakkı olan Tanrı’nın gücüdür. Ama tüm tabiatın evrensel gücü … Tüm bireylerin oluşturduğu güçten başka bir şey değildir.” 

Tüm bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu “kolektif güç”; işte “bütünsel insan”dan benim anladığım budur. Tek bir birey değil, bireylerin toplam güçlerinin bileşkesi olarak düşünmeliyiz bunu. 

Bizler ancak “kent” içinde özgür olabiliriz. Bizler ancak “bütün”ün içinde bir güç sahibiyizdir. 

Kralları kral yapan; tiranları tiran yapan tek tek bireylerdir. Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’inde Étienne de La Boétie şöyle der: “Tirana karşı koymak, onunla savaşmak gerekmez bile. Ülke ona kulluk etmemeye karar versin … Tiran kendiliğinden yok olup gider.” 

“Bütünsel insan” olarak tek başımıza bir tiranı yıkamayız. Ama bir araya gelip güçlerimizi birleştirdiğimizde, yani bir “kolektif beden” olarak örgütlenebildiğimizde tiranı alt edebiliriz. 

•••

Sanırım önce şu burjuva “tam olma”, “bütün olma” takıntısından kurtulmamız gerekiyor. Yetkinleşmek, en başarılı olmak, mükemmel olmak, kusursuz olmak, en güzel olmak… Bütün bunlar bir burjuva ideolojisi. 

Burjuvazi, bizleri, kolektif bir güç oluşturacak şekilde birleştirmek asla istemez. “Tam olmak” istiyorsan, der, mutlaka rakiplerinin ayaklarını kaydırmak zorundasın. 

Karşındakini “rakip” olarak kodlayıp diş bilemek de cabası. 

Hâlbuki “bütün” olmak ancak diğer insanlarla birlikte mümkün olabilir. 

Atomize olmuş bir “toplum”da bireyi “mükemmellik” peşinde koşmaya zorlamak burjuva karşısında bireyi güçsüzleştirmek demektir. 

Bizler “mükemmel” olunca değil birlikte kolektif bir beden olarak örgütlenince “güçlü” olabiliriz ancak.

 

 

 

Kaynak: Birgün