Fransız Yeni Dalga akımının özellikleri nelerdir? Fransız Yeni Dalga yönetmenleri kimlerdir? Fransız Yeni Dalga sineması…
Sinemanın yine bambaşka bir tarza büründüğü zamanlardan biri ile karşı karşıyayız. Bundan yaklaşık elli yıl önce Fransa’da, bildiğimiz “hikâye anlatma” modeli gidiyor, yerine yenisi geliyor. Bilinen tüm sinema kurallarına karşı geliniyor, olay akışları bölünüyor, sinemanın “takım çalışması” özelliği bir kenara konuluyor ve filmler artık kişiye ait hale geliyor. Fransız yeni dalga akımı aslında iki akım halinde ortaya çıkıyor. 1958 ve 1963 yılları arasında ilk yeni dalga akımı başlıyor ve akıma özelliğini veren filmler esas bu dönemde yapılıyor. 1966–1968 yılları arasına gelen ikinci dönemde ise akımın politik yönü öne çıkıyor. Dolayısıyla sinemaya kazandırdıkları açısından bakıyorsak, üzerinde durmamız gereken dönem akımın ilk beş yılı diyebiliriz.
Birçok önemli akımda olduğu gibi, yeni dalga akımının da ortaya çıkmasını kolaylaştıran yine ülkede hâlihazırda var olan durum. Fransız filmleri yenilikten uzak, birbirinin benzeri bir hale geldikçe sinemaya para yatıran insanlar senaryo yazarlarıyla anlaşamamaya başlıyor. Bir yandan da üretilen filmlerin yönetmenlerinin filmleri için istedikleri yüksek bütçelere değmediklerini düşünüyorlar. Böylece yeni neslin hevesli, yenilikçi ve düşük bütçelerle yetinen sinemacıları sektörün çok işine geliyor. Sinema endüstrisine bu şekilde giren genç nesile baktığımızda ortak noktalarının orta sınıftan olmaları, mutsuz olmaları, bir önceki kuşağın değerlerine sert bir şekilde karşı çıkmaları ve evde oturup televizyon seyretmekten bıkmış olmaları olduğunu görüyoruz.
Aslında ne 68 kuşağından ne de bizlerden çok farklı olmayan üniversite gençleri bile diyebiliriz yeni dalga akımı sinemacıları için. Ancak onlar birçok kuşaktan farklı olarak bu dertlerini sinemada çözmeye karar vermiş ve şartlar dolayısıyla endüstri tarafından da bir bütün olarak kabul görmüşler. Burada dikkat çekici olan, Fransa’nın içinde bulunduğu politik sorunlara rağmen, Fransız yeni dalga akımının temelde politik hiçbir yönünün olmaması. Karşı oldukları tek bir şey var, o da bir önceki kuşağın orta sınıf değer yargıları. Bu da bu akımı büyük ölçüde diğerlerinden ayıran bir başka özellik.
Yeni Dalga Akımı’ndaki yönetmenlerin en önemli yönleri filmlerin yazarlığını da kendileri yapmalarıdır. Yönetmenin kendi yazdığı bir filmi çekerek kendisini en iyi şekilde ortaya koyabileceğini savunan bu düşünce ile birlikte, film ortak bir eser olmaktan çıkarak tek bir kişinin yarattığı eser haline geliyor. Yazar-yönetmenler filmlerinde sadece ve sadece kendi dünyalarını ve karakterlerini ortaya koyuyorlar. Bu da o dönemdeki yeni neslin “bireysellik” konusuna verdiği önemle birebir örtüşen bir sonuç yaratıyor. İtalyan filmlerindeki gerçekçilikten ve esnek senaryodan etkilenen yeni dalga yönetmenlerini İtalyan yeni gerçekçilik yönetmenlerinden ayıran en önemli nokta da burada ortaya çıkıyor zaten. Yeni gerçekçilik yönetmenleri ortak çalışmaya önem verip birçok kişinin ortak dünyasını yansıtmak isterken, yeni dalga yönetmenleri kendilerini merkeze koyuyorlar.
Akımın temel özellikleri ve ortaya çıkış sebepleri böyleyken filmlerin konusunu tahmin etmek zor olmasa gerek: Gençlerin sorunları ve toplumun sosyal değer yargıları. Ama bu filmlerin bir de kadınların hoşuna gitmeyen yanı var ki o da çoğu yeni dalga filminde görülen kadınları küçük görme durumu. Yeni dalga filmlerinde kadınlar ya cinsellikleri ile erkeklerin sonunu hazırlayan “femme fatale”lar olarak ya da tüketici toplumuna hizmet ederek ailelerin parçalanmasına sebep olan kuklalar olarak resmediliyorlar. Erkekler çalışırken kadınlar tüketiyor. Birçok yeni dalga filmlerinde kadınlar hakkında konuşuluyor, kadınlar izleniyor ama hiç bir zaman kadınlara aktif bir rol yüklenmiyor. “Tüketici” rolündeyken bile, kadının bunu yapma sebebi olarak reklâmlara karşı koyamaması ve alışveriş isteğine engel olamaması gibi kadınları zayıf gösteren açıklamalar resmediliyor. Tabii ki bu tavır tüm yeni dalga filmleri için geçerli değil. Kadın yönetmenlerin ya da sosyal ve toplumsal konularda derinlemesine bilgi sahibi yönetmenlerin filmlerinde kadın-erkek ayrımından bahsetmek haksızlık olur.
Yeni dalga yönetmenlerinin yenilikçi tavrı ile ortaya çıkan “kuralsız” sinema bilinen yöntemlerin tam aksini izliyor. Kuralları yıkmalarında onlara yardımcı olan bir başka özellikleri ise film yapma konusunda çok da bilgili olmamaları ve hata yaptıklarında bunu düzeltecek bütçeye sahip olmamaları. Hata yaparak öğreniyorlar ve tüm bu deneme-yanılma sistemi yeni akımla bütünleşiyor. Görüntünün uygunsuz yerlerde kesilmesi, zaman ve yerde oluşan devamsızlıklar seyirciye seyrettiğinin bir film olduğunu hatırlatma görevini üstleniyor. Bildiğimiz filmlerin aksine, yeni dalga filmleri bizim kendimizi kaptırıp filmi gerçekmiş gibi izlemememiz için elinden geleni yapıyor. Bu yabancılaştırma uğraşları sonunda ise yapmak istedikleri, seyircinin olayların gidişatına kapılmak yerine her şeyi dışarıdan izleyerek olaylar üzerinde düşünmek zorunda kalması. Başka bir deyişle: Pasif izleyiciliğe son! Filmi anlamak için bir çaba harcamayacaksanız, kim niye size bir şey anlatmak istesin ki değil mi?
Gelelim yeni dalga akımıyla yakından ilgilenmek isteyenler için birkaç önemli filme:
François Truffaut’dan “Les Quatre Cents Coups” (400 Darbe):
1959 yapımı bu filmin başrolünü paylaşanlar küçük erkek çocuğu Antoine ve Paris şehri. Filmde Paris’e bir başrol karakteri kadar büyük önem veriliyor ve Antoine’ın şehirle olan “arkadaşlık” ilişkisi öne çıkıyor. Yine bir adet “olumsuz” kadın figürümüz var ki burada da bencil bir anne olarak karşımıza çıkıyor.
Jean Luc Godard’dan “2 ou 3 Choses Que Je Sais D’elle” (Onun Hakkında Bildiğim 2-3 Şey):
Yeni dalga akımının belki de en göze batan yönetmenidir Godard. Karakterle özdeşleşmenizi engellemek için sizi yabacılaştıran, hatta bundan emin olmak için bazen oyuncuları kameraya direkt konuşturan ya da onları makyaj odasında çeken bir yönetmen. Görüntülerle aranızda bir kamera olduğunu unutmayın diye elinden geleni yapıyor. Hatta yabancılaştırma işini iyice ileri götürerek bir karakterin farklı kişiler tarafından seslendirilmesini sağlıyor. Bu filmde Godard’a özgü her detayı bulabilirsiniz ve yine kuklamsı bir karakterle sunulan bir kadın rolü ile karşılaşacaksınız. Truffaut’nun “400 Darbe”sinden farklı olarak Paris bu sefer sevimli bir arkadaş değil, bir düşman olarak huzurlarınızda.
Alain Resnais’den “Hiroshima, Mon Amour” (Hiroşima, Sevgilim):
Bu filmi es geçeceğimizi zannetmediniz değil mi? Yine 1959’dan bir başyapıt. Fransız bir kadın, Japon bir adam ve kadının anıları… Anlatılmaz, yaşanır tarzında bir film.