Sinemanın Başlangıç Serüveni

Yabancı Sinema
1 Kasım 1895. Berlin’de Max Sklandowsky ve kardeşi Emil, kendi filmlerini gösterime sunmuşlardı. Fakat sinema tarihçilerinin büyük çoğunluğu, Sklandowsky’nin aygıtlarının gerçek anlamda bi...
EMOJİLE

1 Kasım 1895. Berlin’de Max Sklandowsky ve kardeşi Emil, kendi filmlerini gösterime sunmuşlardı. Fakat sinema tarihçilerinin büyük çoğunluğu, Sklandowsky’nin aygıtlarının gerçek anlamda bir projeksiyon makinesi olmadığı görüşündedirler. Onlara göre bu makine, sürekli hareketli resimler yerine görüntüleri ardarda gösteren genellikle daha kaba bir aygıt olarak nitelendirilir.

İlk sinema gösterimine yalnızca otuz kişi tanık oldu. Tarih 28 Aralık 1895’ti. Bu biletli otuz kişi, Paris’in Capucines Meydanı’nda bulunan binanın bodrum katında, Lumiére Kardeşlerle birlikte tarihe geçeceklerinden habersiz, yirmi dakikalık filmi izlediler. Lumiére Kardeşler, "L’Arroseur Arrousé" isimli kendi hortumuyla kendisini sulayan bahçıvanın yanı sıra fabrikalardan çıkan işçilere kadar, komik ve ilginç olaylardan oluşan bu filmi izleyicilerine sundu. Tabii ki daha sesli sinema icat edilmemişti. Duyulan sesler, izleyicilerin kahkahaları ya da yürüyen işçilerin kendilerini ezeceğini ya da hortumdan çıkan suyun kendilerini ıslatabileceğini düşünen izleyicilerin korku dolu mırıldanmalarıydı.

Hareketli resimlerin ortaya çıkışı ise daha karışıktır. 1880’lerde Britanya’da ve başka bazı yerlerde Eadweard Muybridge, fotoğraflarla önemli deneyler gerçekleştirmiş, bu da Fransa’da Etienne Jules Marey’in çalışmalarını etkilemişti. Amerika’da ise daha önce telefon, fonograf ve elektrik ampulünün geliştirilmesine katkıda bulunmuş olan Thomas Edison, William Dickson’ın da yardımıyla bir fonograf plağıyla eş zamanlı olarak film gösteren bir araç icat etmişti. (Edison bu araca ‘Kinetofonograf’ gibi tuhaf bir isim vermişti ki bu ismin tutmayacağını en baştan anlaması gerekirdi). Ayrıca 1889’da ilkel bir kamera ve projeksiyon makinesi geliştirmiş (ve 1951 tarihli ‘Magic Box’ adlı filme konu olmuş) olan İngiliz William Fries Greene’i de unutmamak gerekir.

Lumıere kardeşler, şüphesiz kamera ve projeksiyon makinesini birleştiren sinematografı geliştirmekle büyük bir atılım yapıp bu yarışta öne geçmişlerdi. Fakat Fransızlar bile sinemanın tek mucidinin onlar olduğunu iddia edemezler. Yine de Lumınere kardeşler bu avantajı iyi kullanıp, herkes sinemayı müzikhollerde ve panayırlarda sergilenecek, gelip geçici bir moda olarak görürken, 1897′ de ilk sinema salonunu Paris’te açmışlardır. Amerika ise buna benzer birşeyi 1902′ de Los Angeles’de gerçekleştirdi (ve bundan 10 yıl sonra Los Angeles Batı dünyasının sinema merkezi olacaktı).

Henüz eksik olan ise, sinemaya 20.yy. sanat formu kazandıracak olan fotoğrafla dram sanatlarının evliliğiydi. Ve Georges Melies adlı bir Fransız çıkar ortaya. Bir illüzyonist olan Melies’e göre ilk filmlerde eksik olan bir olay örgüsü, karakter gelişimiydi. Ona göre sinemanın düşleme ihtiyacı vardı. Salt gerçek olgular değil, biraz kurmaca, biraz illüzyon… Böylece fotoğraf hileleri kullanarak, bir kadının iskelete, kadın güreşçilerin erkeklere dönüştüğü, hayaletlerin dans ettiği filmler yaptı.

Yine de 20yy’ın ilk yarılarına, kurgunun gelişimine kadar, ‘anlatı’, sinemanın tali bir öğesi olarak kaldı. Çok geçmeden birileri bu eğlenceli görüntüler arasında neyin eksik olduğunu bulacaktı. Sinema, edebiyat ve tiyatro gibi alanlardan beslenecek, sinemaya hayal gücü, oyunculuk, karakter gelişimi, hikâye unsurları eklenecekti. Bu noktada 1903 yapımı The Great Train Robbery (Büyük Tren Soygunu) isimli filmin önemi büyük. Filmde, on dakika boyunca tek konu anlatılıyordu; tren soygunu, kaçış ve suçluların yakalanışı. Bu yapımın ardından filmlerin süreleri git gide uzayacak, konular ve karakterler daha etkileyici hale gelecekti. Sinemanın bu “Sessiz Dönem”i bu gün bile izlediğimizde bizi etkileyen çok sayıda yapıtı doğurdu. Bu dönemin izlemenizi tavsiye ettiğimiz başyapıtları Birth Of A Nation, The General, The Battleship Of Potemkin, The Passion of Joan Of Arc, Intolerance, Gold Rush, Metropolis ve The Cabinet of Dr. Caligari.

İngiltere’de ise daha 1901’de ‘Fire’ adlı kurgulu bir film yapılmıştı. Fransa’da Georges Melies muhtemelen dünyanın iki makara uzunluğundaki ilk filmi ‘Voyage a Travers l’Impossible’ı çekmiş, 1912’de ise Sarah Bernhardt’ın başrol oynadığı dört makara uzunluğundaki ‘Queen Elizabeth’ çekilmişti. İtalya’da ise Enrico Guazzoni’nin yönettiği ‘Qua Vadis’, bunun iki katı uzunluğundaydı ve seyircilerin bir iki dakikadan fazla oturmayacaklarını düşünenler yanılmıştı. Ve yine İtalya’da Giovanni Pastrone’nin üç saatlik filmi ‘Cabiria’ çekildi. Böylece sinemada (ya da o zamanlar Amerika’daki deyimiyle ‘nickelodeon’da-giriş parası bir nikeldi-) bir gece geçirmek tiyatroya gitmenin alternatifi olmuştu artık.

Bu aşamada sinema endüstrisi tek bir ülkenin egemenliği altında değildi. Birinci Dünya Savaşı’na değin bu böyle sürdü. Gelişmeler Amerika’da olduğu kadar Avrupa’da da aynı hızla sürüyordu ve sinema görece serbest bir pazardı. Filmler sessizdi ve hiçbir dil engeli yoktu. Birçok ülke film ithal ettiği kadar, üretip ihraç ediyordu da. Daha star sistemi de yoktu o zamanlar. Bilinen ilk sinema oyuncusu olma özelliği gösteren kişi, kariyeri pek de parlak olmayan ve 1920’lerde yıldızı sönen Florence Lawrence’dir.

Avrupa’da televizyon ilk kez entelektüeller tarafından hayata geçirilmiş, en azından başlangıçta onların denetiminde yürütülmüştü. Amerika’da ise televizyonu başlatan ve denetleyen reklamcılar olmuştu. Bu yüzden televizyon bebeklik yıllarında Avrupa’da bir bilgilendirme ve eğlendirme aracı iken Amerika’da satış yapmaya yardım edecek bir şey olarak ele alınmıştı. Böyle bir görüşte şüphesiz ki gerçek payı vardır. Yine de ‘Birth of a Nation’ filminin yönetmeni olan D.W.Griffith gibileri, bu yeni oyuncağın sanatsal olanaklarını fark etse de, sinemanın sunduğu para kazanma fırsatlarını aynı çabuklukla fark eden girişimciler de vardı.