Oyuncu Engin Günaydın Habertürk TV’de yayınlanan Söz Sende programında Balçiçek İlter’in sorularını yanıtladı. Günaydın, çocukluğundan, ailesine, özel hayatından oyunculuk kariyerine kadar pek çok konuda samimi açıklamalarda bulundu.
Yalan Dünya dizisinde neden yer almadığı merak edilen Engin Günaydın, teklif aldığını ama kabul etmediğini belirtti. Sit-com dizilerden bir süre uzak kalacağını söyleyen ünlü oyuncu, “Hem içimdeki komedi azaldı, hem de Türkiye’deki komedi dili değişti. Uzaklaşmamın nedeni buydu.” diye konuştu.
Yalnızlık ve korku kavramlarına da değinen Engin Günaydın’dan ilginç bir çıkış geldi. Günaydın, “Ben hiçbir zaman kendimi bu ülkenin vatandaşı olarak göremedim.” diye konuştu. “Dışlanmış biri gibi hissediyorum” diyen ünlü oyuncu şöyle devam etti: Sanki bir süre sonra kovulacağım. ”Hadi sen burda ne duruyosun, toparlan git.” dediklerinde şaşırmayacağım gibi geliyor bana. Belki de çocukluğumdan beri rahatsız eden bir ülke olduğu için herhalde vakti geldi gitmenin diye düşünüyorum. Çünkü benim çocukken oynadığım bahçeye bombalar atıldı, kurşunlar atıldı.
Tokat’ın Erbaa ilçesinde geçirdiği yılları ve ailesini de anlatan ünlü oyuncu, 12 Eylül darbesinden sonra Anadolu’da bir değişim başladığını belirterek, “Mahalleye gelip kadınları toplayıp ”Siz gerçekten dindar mısınız, çocuklarınıza iyi eğitim veriyor musunuz?” diye bir mahalle baskısı kuruyorlardı. O dönemde herkes bir dönüşüm içerisine girdi. Benim annem de öyle. Hala kara çarşaflıdır.” diye konuştu.
İşte Engin Günaydın’ın çok özel açıklamaları…
Sizin röportajlarınızdan hatırlıyorum böyle 18 kişilik yer sofraları kurulurmuş evinizde. Öyle bir aile… Dolayısıyla bayramlar daha kıymetlidir sizde heralde ?
Aşağı yukarı her gün öyleydi. Annemin 20 tane ekmek aldığını sokağın başından görüyordum. Evde çok büyük bir ses var. Herkes bir yerde konuşuyor, yengelerim kendi aralarında parti veriyordu. Abilerim kendi aralarında konuşuyor, babam ayrı bir konuşuyor. Çift sofra kurulurdu. Çocuklar ayrı bölgede olurdu. Ben orada başladım sonra diğer tarafa geçtim. Her gün öyleydi. Ben sonrasında zaten çok rahatsız oldum. Yani o kalabalığın içerisinde, ailemin içerisinde çok memnundum. Korkularım yoktu, endişe diye bir şey yoktu.
Bu güzel bir şey değil mi ? Her şekilde korunup kollanıyorsunuz ?
Evet müthiş bir duyguydu.Sonrasında İstanbul’a gelince biraz yalnızlaşma korkusu oldu.
Şu anda yalnız mı yaşıyorsunuz ?
Şu anda yalnızım ama ben yine kalabalık olmayı tercih ettim.Yine arkadaşlarımla olmayı… Parti bizde yine devam ediyor yani.
Bayramlarda daha bi kalabalık olur değil mi ? O 18 kişi olur 58 kişi…
Akrabalar da geliyor, amcamlar geliyor. Yani baya bir kalabalık oluyor bizim ev.
Müthiş de bir malzeme tabi ? Sizi çok da beslemiştir.
Çok tabi aile içinde beraber olduğumuz için itirafları da gördük. Yani bizde sır saklamak çok büyük bir hatadır.
Kimsenin bir sırrı olmaz mı ?
Ortada olduğu için herkes sır saklamak mümkün değil. Yani öyle faydaları oldu bana. Daha direkt olmak, itirafçı olmak, çabuk iletişim kurmak… O tarz faydaları oldu bana.
Kendini çabuk anlatmak avantajdır değil mi ? Herkes çabuk açılamaz
Evet bir de İstanbul’da öyle bir şey var: ”Sakın kendinle ilgili hiçbir bilgi verme.” deniyor. Mesela ”Ağlayacaksan bir başkasının yanında ağlama” deniyor. Hiç anlayamadığım öğütler bunlar.
O zayıf noktanı gösterme gibi bir şey heralde. Kurtlar sofrası İstanbul.
Kendini belli etme çünkü seni mahvedebilirler.
“BEN DE HERKES KADAR KAZIK YEDİM”
Ama sizi etmemişler? Muhtemelen belli ettiniz siz kendinizi
Evet her zaman. Çünkü ben güvenle başlarım. Başka türlü yapamam yani. Yani karşımdaki insana güvenmediğim zaman kendimi çok kötü hissederim. Onun için güvenle başlarım.Güvensizlik olduğu sürece ben hemen kaybolabilirim.
Peki kazık yediniz mi ?
Herkes kadar.Ama ben bunu çok kafaya takan biri değilim.Bana kazık atan birisini bir an önce yapsa da kendisini belli etse ve ben de ondan kurtulsam diye düşünürüm. O da rahatlasın ben de rahatlayayım yani.
O kalabalık evde tabiki dramlar,itiraflar vardır ama çok eğlencelidir heralde değil mi ?
Evet. Annemin bir lafı vardır ”Bir evden kahkaha sesi yükselmiyorsa ev mutsuz bir evdir.”. Bizim evde çok kahkaha yükselirdi.Komşulardan da öyle. Aslında bir dönem çok mutluyduk.
Ne güzel… Kaç yaşına kadar ?
Aslında hayat derdi başladıktan sonra kendi başıma kalmak, kendimi dinlemekle başladı aslında sorunlar. Ama o dönemler çok rahattım yani.
“ANNEM HALA KARA ÇARŞAFLIDIR”
Röportajlarınızda anlattığınız bir hikaye var. Bir gün anneniz gelmiş demiş ki ”Çocuklarınıza böyle bakarsanız cehennemde cayır cayır yanarsınız.” Onu nolur anlatır mısınız çok ilginç bir hikaye.
1985’ler falan galiba. Bütün Anadolu’da bir değişim, bir dönüşüm başladı. Darbeden sonra başladı bu değişim. Mahalleye böyle kadınlar gelip kadınları toplayıp ”Siz gerçekten dindar mısınız, çocuklarınıza iyi eğitim veriyor musunuz?” diye bir mahalle baskısı kuruyorlardı. O dönemde herkes bir dönüşüm içerisine girdi. Benim annem de öyle. Hala kara çarşaflıdır. Yengemler de öyle… Büyük ihtimalle çok korkuttular onu. Bir gün bağıra bağıra geldi ”Sizin yüzünüzden ben cehennemde yanacağım, niye siz doğru dürüst tipler değilsiniz” dedi. Biz de dedik ki ”Sakin ol, biz de kötü insanlar değiliz yani.” O da "Benim istediğim gibi insanlar olacaksınız bundan sonra.” dedi
Sonra kapanmışlar yani?
Kapandılar.Yengemler kapandı.
Kaç kişi kapandılar ? Baya çarşafa girmişler.
3 yengem bir de annem. Ama abimler istemedi. Yani istemeyince bizimkiler hemen geri çıkardılar. Ama annemde kaldı.
He yani diğerleri çıkardı ama anneniz çıkarmadı ?
Evet çünkü abimler istemedi.
Çok ilginç.. anneniz devam etti yani ?
Evet bu yaştan sonrasında laf gelir falan gibi bir mantıktan dolayı. Çok terliyor çok sıkıntı içerisinde. Özellikle sıcak zamanlarda çok zorlanıyor.
“BABAMLA HASTALIK DÖNEMİNDE ÇOK YAKINLAŞTIK”
Peki babanız ?
Babam aslında çok daha aydınlık birisiydi. Tutuculuk tarafı annemde daha fazla.
Demiryollarında hareket memuru galiba değil mi ?
Evet.Oradan da emekli oldu.Babam daha aydınlık kafalı, daha neşeli birisidir.
”Son iki ayında tanıştık biz onunla.” diyorsunuz. Doğru mu ?
Doğru.Ben baba olarak biliyordum ama çok da kendisini iyi tanımıyordum. Hastalık döneminde çok daha yakınlaştık. İtirafları falan oldu, duygularını söylemeye başladı.
O şeyler kalkıveriyor değil mi ? Duvarlar, perdeler, her şey.
Evet kaldırdı. E kaldırınca da bu sefer çok hoşlandım. Ondan dolayı hala üzüldüğüm bir konudur yani.
Şanslısınız ki kalkmış o perdeler. Çünkü çoğu insan o perdeler kalkmadan kaybedebiliyor değil mi ?
Evet. O olaydan sonra herkese söylediğim şey ” Ailenizle, babanla ya da annenle daha yakın ilişki kurun çünkü çok da geç kalabilirsiniz.”
Bayramda sizi üzdük ama güzel andık diye düşünüyorum en azından. Size biraz nefes aldırayım arada ben konuşayım. Bayramda belki de gerçekten bayram bahane olsun. Gidin görün.Beraber olun.
Yani tanımak gerekiyor. Keşke daha önceden tanısaydım da daha çok vakit gerçirseydik beraber.
“ANNEM BENİ HİÇ İZLEMEZ”
Yaşla birlikte oluyor bu ama tabi ebeveynlerin de suçu birazcık bu. Duvarları kaldırmaları biraz sürebiliyor. Peki sonrasında böyle bir aile, oradan sizin çıkışınız, oyunculuk. Bir radyo dönemi var değil mi ? Mesela siz o 18 kişilik aile içinde paldır küldür yaşarken neydi hayaliniz ? Ne yapmak istiyordunuz ?
Şimdi o dönemlerde biz aile olarak boyalarımız badanalarımız falan iyiydi. Evlerimiz bakımlıydı. Sonrasında Anadolu’da ekonomik olarak çok büyük sorunlar başladı. Gelirler düştü galiba. Bize verilen eğitim şuydu, bana verilen özellikle: ” Bu aileyi senin kurtarman gerekir.” Sadece bizim ailemizde olan da bir şey değildi. Büyük sözüydü bu. ”Durumlar hiç iyiye gitmiyor onun için daha fazla çalışmanız, çaba göstermeniz gerekiyor.” diye. Ondan dolayı çok fazla çalışıyordum. Normalden fazla. Bütün çalıştığım kitapları ezbere biliyordum. 73.sayfada ne var, 83.sayfada ne var hepsini biliyordum. Yeğenlerim karşıma oturuyorlardı onlara bütün kitabı anlatıyordum.
Başarılı olacağım ve eve bakacağım. Para kazanacağım. Peki sonra? Yani napacağım da başarılı olacağım
Evet sorun oydu. Okumaktı. Aslında herkesin çok büyük bir sorunuydu okumaması. Belki de bu hallerinin okumamakan kaynaklandığı söyleniyordu. Yani ne yaparsan yap oku. Çok iyi yerlere girmen gerekiyor falan gibi. Ondan dolayı çok fazla çalışıyorduk. Üniversitede ben babamla şöyle bir anlaşma yapmıştım, çünkü ben konservatuara da girecektim. Normal üniversite kazanmamı da istiyordu benim.
Konservatuvardan ne çıkar diye bakıyorlar değil mi ?
Onu hiç ciddiye almıyordu. Ben de dedim ki ikisini de kazanayım, ben tercih ettiğim yere gideyim diye bir anlaşmayla konservatuvara girdim. Konservatuvarın tabiki yurdu vardı, okul aile birliği yardım ediyordu durumu iyi olmayan öğrencilere de. Onlara da teşekkür etmek istiyorum.
Demin bahsettik ”sizin yüzünüzden cayır cayır yanacağım.” diyen anne şimdi ne düşünüyor ?
Annem pek televizyon bilmiyor. Ama iyi ağırlandığını söylüyor. ”Gittiğim yerlerde altıma minder veriyorlar.” diyor mesela. Bankada sandalye verdiklerini söyledi.
Gayet torpilli yani ?
O torpilden dolayı çok hoşuna gidiyor. Ama TV falan bilmiyor. Ben ona eskiden Yıldızdayım derdim, Boncuktayım derdim. Okur yazar da değil.
Sizi izlemiyor mu ? Hiç izlemiyor mu ?
Yok izlemiyor. Bir keresinde Vavien’i zorla izlettim. Ona da çok güldü. Çok şaşırdım yani annemin ona gülmesine.
Niye güldü sizce?
Adama çok güldü. Celal’e. Kıza çok üzüldü.
“İSTANBUL’A İLK GELDİĞİMDE ÇOK KORKTUM”
Peki. Sonrasında hep okuma okuma okuma… Konservatuar… Konservatuardan başka bir şey okudunuz mu peki? Babama söz verdim dediniz.
Yok. Anlaşmamız ya konservatuar ya üniversite. Yani ben üniversiteye gitmedim. Kazandım ama konservatuara gittim. Sonrasında da İstanbul konservatuara da yatay geçiş yaptım.
Peki İstanbul’a ilk geliş. İstanbul çok farklı alışılandan herhalde. Demin bahsettiniz herkes bir olmadığı gibi davranıyor vs. Nasıl bir tablo hatırlıyorsunuz İstanbul’a dair ?
Ben uzun süre korktum İstanbul’dan. Ve aylarca hiç evden çıkmadım. Hatta ”acaba 1 ay daha mı kalsam evin içinde.” diyordum. Rekor denemelerinin peşindeydim. İlk bende korku oldu. Konservatuarı bitirdikten sonra ”ben bu işi yapamayacağım.” diye düşündüm.
Aklım almıyor tabi, Engin Günaydın’ın bunları söylemesi… Muhtemelen çoğu insanın da aklı almayacaktır bunları.
O dönemde çok yerli yazar yoktu. Daha çok çeviri senaryolar vardı.Ordaki karakterleri çok iyi bilmediğimi düşündüm. Onları oynamanın da bir manası olmadığını düşündüm. Yani elinde kılıç oluyor annen baban izliyor, altında tayt oluyor. ”Nasıl açıklayacağım?” diye düşündüm.
Anneniz babanız izledi mi ?
Annem gösterimi izledi. Babam yetişemedi.
Annen taytlı kılıçlı izledi mi ?
Yok tek kişilik gösterimi izledi. O konservatuarda olan bi olaydı. Açıklaması zor bir konuydu.
Sonrasında o korku, tabiki yerini başka bir güvene bıraktı heralde ve o evden çıkıldı başka şeyler yapılmaya başlandı. O eşik nasıl aşıldı?
Korkumu şöyle yenmeye çalıştım, arkadaşlarıma sıkı sıkı sarılarak. Onlardan kopmayarak. Aramızdaki problemleri çok fazla büyütmeden birbirimize ihtiyacımız olduğunu bilerek birbirimize sarılarak kurtulduk. Yoksa hepimiz pert olacaktık. Ve uzun süre birbirimizi koruduk ve baktık. Bir dönem Binnur para kazanıyordu, bir dönem Devin kazanıyordu, Olgun kazanıyordu. Herkes birbirine destek oluyordu. Muhteşem bir dönemdi.
“KENDİMİ HİÇ BU ÜLKENİN VATANDAŞI OLARAK GÖREMEDİM”
Ne güzel. Peki ama şimdi korkuyla ilgili diyorsunuz ki ”Lanetli bir duygu. Bir musallat oluyor.” ki heralde 12 Eylül döneminden bahsediyoruz. Sizin de o kendinizi bildiğiniz dönem. Ve sonrasında geçmiyor o korku. Bu gün ne aşamada ?
Şimdi şekil değiştiriyor.
Ama hala var o korku değil mi ?
Evet hala var. Hiçbir zaman zaten ben bu ülkenin vatandaşı olarak göremedim kendimi.
Ciddi misiniz ? Neden ?
Evet böyle dışlanmış biri gibiyim.
O kadar bu ülkelisiniz ki aslında.
Öyle düşünüyorum ama hiçbir zaman bu ülkeliyim demek içimden geçmiyor. Sanki bir süre sonra kovulacağım. ”Hadi sen burda ne duruyosun, toparlan git.” dediklerinde şaşırmayacağım gibi geliyor bana. Belki de çocukluğumdan beri rahatsız eden bir ülke olduğu için heralde vakti geldi gitmenin diye düşünüyorum. Çünkü benim çocukken oynadığım bahçeye bombalar atıldı, kurşunlar atıldı. Onlar sonrasında biz yer değiştirdik. Başka bir yere gittik. Orda da sorunlar bitmedi. Şimdiki durumlara bakıyorsunuz yine korkular ayyuka çıkmış durumda. Kimse kimseye tahammül edemez durumda. Birbirleriyle anlaşamıyor. Her an kavga edebilir. Kimsenin gözünün içine bakılmıyor, herkes önüne bakıyor. İletişimi çok zor olduğu için insanlarda tabiki korku ortaya çıkıyor. İnsan yalnızlaştıkça korku belasıyla karşı karşıya gelir. İstanbul’da da iletişim kopuk olduğu için herkes yalnızlaşıyor ve yalnızlaştığı için korku belasının içine düşüyor.
Katılıyorum. Şöyle de bir durum oluyor. Herkes birbirini ötekileştiriyor ya demin söylediğiniz gibi karşı mahalleler kuruluyor. Bilmediğinizden daha çok korkuyorsunuz. Tanımaya da çalışmıyoruz. Öyle de bir durumumuz var.
Aslında korku içeriden bir ses geldiğinde başlar. Yani eğer sese gidip bakmazsanız korkmaya devam edersiniz. Bizde herkes bu korkudan kurtulmak istiyorsa daha yakınlaşmalı. Aslında kimsenin bir özel isteği falan yok. Kimse biribiriyle kavga etmek istemiyor. Bunu belki siyasiler istiyor olabilir veya bundan hoşlanan bir tayfa da olabilir. Bilmiyorum. Ama insanların iletişimsizliği üzerine de siyaset yapılıyor. Kamplaşmalar, bölünmeler yaratılıyor. Halbuki hepsi bu ülkenin insanları ve hiç biri de birbirinden farklı değil. Ben Uruguay filmi izledim. Uruguay’da kahve içiyolardı ve lavaboda yıkıyorlardı. Uruguay’daki insanlar da burdaki insanlarla aynı dedim. İnsan insandır. Neden bu kadar ayrı duruyorlar.
Demin dediniz ki ”hiç bir zaman kendimi bu memlekete ait hissetmedim. Hadi git dediklerinde de şaşırmayacağım.” Zaman zaman da çok bu memleketli gibi hissettiğiniz olur muhtemelen değil mi ? Anlıktır belki. Ne zaman hissedersiniz ?
Aslında sorunlar başladığında. İnsanlar birbirleriyle gerginlikleri arttıkça, stresleri arttıkça birbirlerine karşı bu sefer şu başlar: ”Ya ben seninle neden kavga ediyorum. Halbuki sen benim komşumsun.
Hemen bir değişim olur değil mi ?
Hemen bir değişim olur. Bizim bir kere bir mesele yüzünden kavga olmuştu. Dükkan meselesi yüzünden… Sonra bir müşteri geldi ampul sordu hemen ”Kardeşim Hoş geldin” birbirimize sarılalım durumu oluştu. Problemlerde daha çok hissediyorum bunu.
“BENİ MÜGE ANLI MAHVETTİ ZATEN”
Sabah programları var ya; büyük dramlar konuşuluyor. Kadınlar anlatıyor, ağlıyorlar. Ve 3 dakika sonrasında göbek atmaya başlıyorlar. Ve içten de yapıyorlar bunu. Eleştirmiyorum da ama nasıl bu geçişleri sağlayabiliyoruz, ara sıra şüpheye düşmüyorum değil.
Benim yeğenim üniversitede okuyor, yengem de evde yalnız. Sürekli arıyormuş. Korkuyormuş başına bir iş gelmesinden. Dedim ”bu kadar korkma artık. Öyle durduk yere bir şey olur mu ?” o da ”Beni Müge Anlı mahvetti zaten.” dedi. ”Onun yüzünden artık her şeyden kıllanıyorum.” dedi.
Bir dönem siz pazarlamacalık da yapmışsınız. Elektrik süpürgesi satmışsınız. En zor iş pazarlamacılık değil midir ?
Yani ben oyunculuğu yapamayacağımı düşündüğüm için kendime para kazanmam gerek bir iş bulmam gerekiyor diye. O dönemlerde de çok pahalı bir makine vardı. Çok ünlü bir markaydı. Satayım ve para kazanayım diye ama çok etkilenmiştim zaten çok etkileyici bir demosu oluyordu. Ben de etkilenmiştim.
Peki satabildiniz mi ?
Ben satamadım çok üzün süre. Hatta taksi parası o kadar çok oldu ki. İçerden para alıyordum sürekli.
Niye ikna edemiyor muydunuz mesela ? Hem pahalıydı tamam onu kabul ediyorum.
Çok pahalıydı evet. Bazen müşteri de soruyordu ”bunun orjinali kaç para?” diye.Yalan da söyleyemiyorum. Onlar da almıyordu. Bu benim bir başarısızlık hikayem. Biraz da yanlış yerlere gidiyormuşum ben. Çok pahalı da bir makine, ben gidiyorum orta halli evlere. Fiyatları duyunca uçuyorlar, nasıl olur böyle bir şey diye.
Başka bunun gibi işlerle para kazanmaya çalıştınız mı ?
O dönem allah’tan Beşiktaş Kültür Merkezi açıldı da kurtuldum yani. Yoksa gerçekten büyük bir problemdi. Pazarlamacılık çok zor bi işmiş meğerse.
Demin dediniz ya ”Ben çok da bu memleketten değilim.” ama o tiplemeler bu memleketin ana taşlarından. Peki o tiplemelerle birlikte kendinize duvarlar mı örüyorsunuz diye düşünmedim değil ?
Aslında rahatladığım yerler. Oynadığım roller normalde yapamayacağım şeyleri yaptırıyorsa bana, daha tercihimdir.
“BURHAN ALTINTOP ÇOK YORUCUYDU”
Yani o tiplemelerden biriyle konuşmanızı istesem rahat konuşurmuşsunuz gibi geliyor bana? Burhan Altıntop desek mesela…
Tabi. Saatlerce konuşabilirim. Ama çok da yorucu birisi. Enerjisi yüksek,parlak birisi. Onu oynarken çok yoruluyordum.
Peki o karakterleri yaratırken sancılar yaşanıyor mu ? Sonuçta tabi ki yazan var onu ama siz muhtemelen çok şey katıyorsunuz karakterlere değil mi ?
Aslında ona bir hayat kazandırmaya çalışıyorum ya da hayattaki bir karşılığını bulmaya çalışıyorum. O zaman seyirci çok daha çabuk bağ kurabiliyor. Bağ kurduktan sonra da izlemeye başlıyor. Senaryolar aslında yazım dilinde yazılır. Ben senaryo yazarken yazım dilinde yazarım. Oyuncu onu sosyal hayata, normal hayata benzetmeye çalışan kişi. Ben bu anlamda çok çaba sarfeden birisi oluyorum.
“SİT-COM’DAN UZAK DURACAĞIM”
Gülse Birsel’in yeni dizisinde, Yalan Dünya’da yoksunuz? Gelmiştir teklif diye düşünüyorum? Ama siz herhalde uzak durmayı mı tercih ettiniz ?
Evet. Ben biraz daha başka şeyler yapmak istedim.
Televizyondan uzak durmak mı? Sitcomdan uzak durmak mı ?
Daha çok sitcomdan uzak durmak.Çünkü bütün işlerim benim sitcomdu. 4-5 kamera ile çekiliyor. Böyle zaptedilmez bir oyuncu haline de geldim.
Ne demek zaptedilmez oyuncu ?
Filmler tek kamera ile çekiliyor ve sahne üzerinde bazen kamera beni bulamıyor. Ve ”ben bunun eğitimini almalıyım.” düşüncesi de oldu bende.Yani tek kameraya alışmalıyım. Çünkü sinema filmleri 1 ya da 2 kamerayla çekiliyor. ”Şurda dur”, ”oyun alanın burda”, ”fazla hareket etme”. Ben bunları bilmiyorum. Ben sahne üzerinde bir orda bir ordayım. Bunun bir eğitime ihtiyacı olduğunu düşündüm. Onun için sinema filmleriyle o eğitime girdim. Muhteşem Yüzyılla birlikte televizyonda da eğitimi tamamladığımı düşünüyorum tek kamera konusunda.
Oyunculukta ben bu işi biliyorum dediğiniz an bittiğiniz an oluyor. Belki her meslekte olan bir şey bu çok emin değilim ama oyunculukta çok kendinizden emin olduğunu zaman sahne üzerinde şaşırtıcı olma yeteneğinizi yitirmiş oluyorsunuz. Oyunculukta bazı alanlarda tecrübe kazanıyorsunuz ama belli bir yerden sonra tecrübeleriniz ayak bağı olabiliyor. O yüzden insanlar değişken olmak zorundalar, yeni hayatlarına adapte olmak zorundalar. Böyle olunca oyunculuk da yeni hayata adapte olmak zorunda.
Peki 12 Eylülle alakalı bir film yapacak mışsınız galiba? Nasıl bir film olacak ?
12 Eylül belki taraflar gözüyle anlatıldı, düşünceler anlamında anlatıldı. Ama duygular anlamında anlatılan 12 Eylül filmi çok az gördüm. Bir ailenin yaşadığı dram, aslında bir memleketin yaşadığı dramla aynı. Bir babanın o dönemlerde yaşadığı bütün o grafik ülkenin grafiğiyle aynı. Bir ailenin yaşadığı olayları ülkenin yaşadığı olaylarla birleştirmeye çalıştım.
Nasıl bir aile bu peki?
Aslında 12 Eylül öncesinde Anadoluda mükemmel bir hayat var. Partilerin verildiği, komşuluk ilişkilerinin çok güçlü olduğu, birbirini kollayan insanların çok olduğu, güvenli bir yerdi ve 12 eylül sonrasında, o gerginlik döneminde, olayların patlamasında falan bütün mahalleler dağıldı. Biz de mesela taşınmak zorunda kaldık. Herkes taşındı, herkes bir yerlere gitti. Kendilerini daha güvende hissedebilecekleri bir yere gittiler.
Hep o güvenlik arayışı değil mi? O korkulardan kurtulma amacı ?
Yani bunları anlatan bir film oldu. Sonunda ortaya şu çıktı ”babam neden bu kadar üzgün?” Harika çocuklar yetiştirdi. Harika ailemiz var falan ama neden bu kadar üzgün olduğunun cevaplarını aradım. "Eğer babam üzgünse bir çok baba heralde çok üzgün Türkiye’de" düşüncesiyle yazdım bu senaryoyu.
Türk filmlerinden en son izlediğiniz iyi filmlerden ne sayabiliriz, ne konuşabiliriz ?
Ben Türkiye’de büyük bir yönetmen patlaması görüyorum. Bir ülkenin her sene 3-4 yönetmen çıkartması bir bahar yaşıyor anlamına gelir.
Öyle bastırılmış ki bir anda çıkıyor değil mi ?
İlk filmlerine göre de çok iyiler. Tükiye’de aslında sektörde büyük bir zelzele oluyor. Burda oyuncular dökülebilir, senaristler dökülebilir, yeni oyuncular, yeni senaristler çıkabilir. Yeni yapımcılar çıkabilir. Aslında bu bir zelzele anı. Kim eğer kendi alanında sağlam duracaksa o bu işi yapmaya devam edecek. Ama eğer sağlam değilse bence artık elenme vakti geldi.
Sizin sektörünüzün de garip kuralları var. Geçtiğimiz günlerde Osman Sınav’ı ağırladım. Yeni filmi için dedi ki ”Festivale yollamadım. Festivalden ödül alır diye.” dedi. Nasıl yani dedim. ” yok yok olur da festivalden ödül alırsa aa bu sanat filmi der gitmez.” dedi. Bu nasıl bir şey ?
Olay gittikçe garip noktalara da gidiyor. Bir yapımcı mesela ” bu senaryoda bir hikaye var” dedi.
O ne demek ?
Yani senaryoda hikaye olur.
Sizin senaryonuza mı dedi ?
Evet.
Siz ne söylediniz ?
Garip bir anlayış. Senaryo hikaye olmadan yazılmaz mümkün değil. Bu hallere geldi yani. Abuk sabuk olsun, öyle hareketli bir şeyler olsun. Ne dedikleri de belli değil. Dediklerini de anlamıyorum daha doğrusu. Sanatsal sinema da aslında bir politikadan dolayı gittikçe kötüye gidiyor, gişesi düşüyor. Takva mesela. Normal bir filmdi, 600-700 bin seyirci yapıyor. Şu anda vizyona girse o kadar izlenmez. Gittikçe düştü ve bu savaşı kazandılar. Aslında sinema hikayedir. Ve öteleştirdikçe bu hikayeyi tabi gişe sinemasının da işine yaramadı öbür sinemanın da işine yaramadı. Türk sinemasında kimsenin işine yaramadı.
“İÇİMDEKİ KOMEDİ AZALDI”
Başka bir sitcomda oynayacak mısınız? Neden olmasın mı diyorsunuz yoksa bir süre uzak mı duracaksınız ?
Komedinin şimdi bir dil değiştirdiğini düşünüyorum. Yeni bir dile doğru gidiyor. Bu dil oturduğunda belki olabilir. Uzaklaşmamın nedeni de biraz bundan kaynaklandı. Hem kendi içimdeki komedi azalmıştı hem de Türkiye’deki komedi dili değişiyordu. Biraz zamana ihtiyacı vardı.Eğer öyle bir şey olursa tabiki yeni dilde…