Ben İslama yönelişimi içinde bulunduğum sol çevreye borçluyum

Kültür Sanat
Ulvi Alacakaptan,sanat için sanatsal olan her şeyi yapabileceğini fakat slogan atmayacağını belirterek, “Sanat, etik bir düşünceyi estetik kalıplar içinde vermektir. Sadece sanat için değil, yaş...
EMOJİLE

Ulvi Alacakaptan,sanat için sanatsal olan her şeyi yapabileceğini fakat slogan atmayacağını belirterek, “Sanat, etik bir düşünceyi estetik kalıplar içinde vermektir. Sadece sanat için değil, yaşamak veya geçinmek için doğru bildiğimi saklamam.” dedi.

Dostlar Tiyatrosu İşçi Kolu’nda 1969’da adım attığı tiyatro sahnelerinden hiç inmeyen, 1984’te İslama yöneldikten sonra da oyunculuk sevdasından hiç vazgeçmeyen Ulvi Alacakaptan, sanat hayatında 50 yılı ardında bırakmanın heyecanını yaşıyor.

Aralarında Diyarbakır DT’nin sahnelediği Ferdinand Von Schirach’in eseri “Karar”ın da olduğu çevirilere imza atan Ulvi Alacakaptan, 2020 yılında Mehmet Emin Kazcı’nın yazdığı, “Mazhar Neye Mazhar?” ve “Ceberruz Kaynana”nın da aralarında yer aldığı beş eseri tiyatro seyircisiyle buluşturmayı hedefliyor.

Dizi ya da sinema yerine bu yıl tiyatroya ağırlık vereceğini söyleyen Alacakaptan, sanat yaşamını AA muhabirine anlattı.

Sahneye ilk çıkışınız okul yıllarına uzanıyor ama 1969’da Dostlar Tiyatrosu’nda profesyonel tiyatroya başladınız. Sizi tiyatroya sevk eden şey neydi? Babanızın dayısı Muammer Karaca’nın etkisi oldu mu?

“Muammer Karaca’nın etkisi olmaz mı? Ben 5 yaşından itibaren oyun seyrediyorum, başta Muammer Karaca’nınkiler olmak üzere. Muammer Karaca’nın çok geniş bir tiyatro camiasıyla ilişkisi vardı. Bazılarıyla akrabalığa varan… Ben biraz maskot gibiydim. Mesela Adile Naşit’in, Aysel Gürel’in – o aslında bir tiyatro oyuncusudur- kucaklarında büyüdüm resmen. Tabii dayım da anlatılır gibi değil. Türkiye’nin belki en çok para kazanan, en ünlü tiyatrocusuydu ve ‘politik fars’ diye bir türün yaratıcısıydı. Şişli’de 3 katlı, asma bahçeli bir evimiz vardı. İki tane ceviz ağacı vardı, ikinci katla arasına ip gererdim, 7 yaşlarındayken. Üstüne battaniye atar, oyuncusunun da müzisyeninin de gazoz satanın da ben olduğum oyunlar oynardım. Sonra ilk sahneye çıkışım, sahne de değil, masaların üstüne çıkışım, Şişli 19 Mayıs İlkokulu’ydu. Şu anda yıkıldı, ne yapılacak bilmiyorum. Hemen Şişli Etfal’in yanında, yeni yapılmış bir okuldu. Onun için sahnesi yoktu. Masaların üstüne halı serdiler ve Bürgehan Postalcıoğlu isimli arkadaşımla sahneye çıkıp arkadaşlık üzerine bir skeç oynadık. İlk çıkış o. Sonra tabii lisede sadece oynamakla kalmadım, oyun da sahneye koydum İzmit Lisesi’ndeyken. Cevat Fehmi Başkut’un ‘Göç’ isimli oyununu sahneye koyduk, bir arkadaşla beraber. Ortaokulda, dersler kötüye gitmeye başladığı zaman, babam bana hep, ‘Adam mı olacaksın yoksa seni Muammer’e vereyim, tiyatrocu mu yapsın?’ demeye başladı. Çok kızardım buna. O gün bugündür ne yaparsam kendi gücümle başarmak gibi bir inadım vardır. Onun için tiyatroya başlamaya karar verdiğimde Muammer Karaca’ya gitmedim.

‘Dostlar Tiyatrosu İşçi Kolu, yetiştirilmek üzere oyuncular arıyor’ diye 1969 senesinde bir ilan gördüm. Onun sınavına girdik 450 kişi falan. Yazılı bir sınavdı kafa yapısını irdeleyen. O günler zaten toplumsal olayların, öğrenci olaylarının başladığı seneler. Ben tam bir 68 Kuşağı’yım. 1968’de üniversiteye girdim. Sonra 80-90 kişi sahne sınavına kaldık. Sahne sınavından sonra, -benim politbüro dediğim- üç kişinin sorgusuna tabi tutulduk. Orada hoş bir şey var. Babamın reklamcı olduğunu bilince -iki hanım bir beydi- biri ‘Reklam ahlaki bir şey mi?’ dedi. Nereye gideceği belli lafın. Ben de ‘La ahlakidir. Laikten anlayacaktır seyirci. Yani ahlakla bir ilgisi yoktur. Ekonominin bir dalıdır. Sosyalist ülkelerde de var.’ dedim. Adam ‘Biliyorum, ben Fransa’da Ecole Normale Superieure’de ekonomi okudum.’ dedi. ‘İyi, 15 puan silin devam edelim.’ dedim. Herkes 15-20 dakika kalıyormuş, ben bir saat kaldım. Sonunda iki jüri, sahne jürisi ve yukarıdaki ‘politbüro’ ortak bir toplantı yapmış. ‘Politbüro’ demiş ki, ‘Sakın almayın. Kafası çok karışık. Ordu bozar.’ Aşağıdakiler de demiş ki, ‘Sınava giren erkeklerin en iyisiydi. Nasıl almayalım?’ Böyle durumlarda sahne jürisinin dediği olur. İkisi de haklı çıktı. Dostlar Tiyatrosu’na böyle girmiş olduk.”

 “‘Abdülcanbaz’ı tek bir sezonda 377 kere oynadık”

Tiyatroda ilk yıllarınız nasıl geçti?

“Biraz heyecanlı geçti. Ben sosyal olaylara ilgi duyan, ‘Akıllıca davranılırsa her şey düzelecek’ gibi bir ‘Pollyanna’ düşüncesinde olan biriydim. Fakat ilk gün bir gittim tiyatro kursuna, ‘devrim, arkadaş, proleterya…’ kan gövdeyi götürüyor. Hiç sesimi çıkarmadım. Çünkü bilmiyorum. O yaz 7-8 kitap okudum. Ondan sonra da hiç susturamadılar beni.

Çok sıkı bir eğitim gördük. Diğer kurslardan ayrılan bir özelliği vardı. Sadece İstanbul’daki sendikalı işçiye tiyatro yapmak üzere kurulmuş bir gruptu. Sahne, pandomim, müzik, tiyatro tarihi, sahne estetiği gibi derslerin yanında Marksist felsefe dersleri vardı. Onları da işliyorduk. Sonra 12 Mart geldi. Biraz o işler zorlu oldu. İşçi Kolu, ‘Deneme Sahnesi’ ismini aldı. İlk profesyonel oyunumuz ‘Soruşturma’yı oynadık Profesyonel Sahne ile birlikte. Sonra Profesyonel Sahne artık taşıyamaz hale geldi. Profesyonel Sahne’nin kuruluşu, sırf böyle bir amatör grubu yaşatmak içindi. Sonra bazılarımız profesyonel oldu ben de dahil. Şimdiye kadar onu aşan olmadı; ‘Abdülcanbaz’ isimli oyunu tek bir sezonda 377 kere oynadık. Her gün değil ama 1-1,5 ay eksiğiyle her gün iki oyun oynayarak. Sezon rekorudur. Çok da güzel bir oyundu. Ben orada küçük bir rol oynayacakken -tiyatroda böyle şeyler olur- Genco Erkal’ın asistanlığını yapıyor, Genco Erkal’ın yerine ben çıkıyordum provalarda. Şimdi rahmetli oldu, karşımdaki ustamız da habire beni azarlıyordu, ‘yapamıyor bu’ diye. ‘Genco gel şu rolünü oyna.’ diyordu. Bir şey de diyemiyorum ama tiyatrolarda böyle şeyler olur. Bir başka arkadaş, o da rahmetli oldu, onun yerine geçti, göbek takıp. O rol de bana kaldı. Çok bozuldu ama dediğim gibi, tiyatro çevresini dolaşırsanız böyle şeyler olur. Ben birdenbire ilk oyunlardan birinde başrol oynayan bir adam olarak kaldım ve herkes de hayret ediyordu. ‘Yepyeni biri nasıl olur?’ diye.”

Anne ve babanızı doktor olarak biliyorduk ama babanız reklamcılık da yaptı öyle mi?

“Babam reklamcılık da turizmcilik de yaptı. Her yaptığı işi iyi yapan bir adamdı. Doktorluğa biraz küstü. Uzun hikayedir. Evet o zamanlar reklamcılık da yapıyordu.”

Babanız tiyatro konusunda sizi destekledi mi?

“Babam biraz enteresan bir adamdı. O da tabii dayısına hayrandı. Bunu aşağılayacak bir durumu yok. Belki tersten motive etti beni ama ‘Muammer’e vereyim seni tiyatrocu yapsın.’ sözü, ‘Benim elimle ancak (tiyatrocu) olabilirsin’ gibi bir şey. Çoğu anne babada var bu. Biz, babalar ve anneler, çocuklarımızın başka bir insan olduğunu kabul etmekte çok zorlanıyoruz. O başka bir insan. İlla sizin istediğiniz gibi birisi olmayabilir. Babamla aramız da bozuktu o zamanlar. Bir gün İstanbul Tiyatrosu’na gelmiş, biz Abdülcanbazı’ı orada oynuyoruz. İstanbul Tiyatrosu şu anda kapalı, El Hamra. Orada da Şükran Sururi var. Şükran Sururi, Muammer Karaca’nın ilk hanımı. Şükran Sururi ile Alev Sururi, babamın başının üstüne gelmiş, balkondan sarkarak. Babam birinci sırada otururdu hep. ‘Ben kimsenin ensesini seyretmek zorunda değilim.’ derdi. Ben çıktıkça, yukarıdan ‘Ne tatlı çocuk. İnsanın böyle oğlu olacak.’ diyerek babama hafiften gaz verirlermiş. Sonradan, biraz daha ilerleyince meslekte, tabii çok hoşlandı. Sonra aramız düzeldi. ‘Annemin babamın isteği de olsun’ derler ya, ben bu arada askerlik için özellikle, İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdim. İşletmecilik mezunuyum.”

“Biz, özel tiyatrolar, genelde Devlet Tiyatrosunun üslubundan hoşlanmayız”

Eğitime de önem veriyorsunuz ve birçok yerde eğitim verdiniz bugüne kadar. Tiyatroda mektepli ya da alaylı olmak, manken-oyuncu gibi tartışmaları da göz önünde bulundurarak, eğitim tiyatronun ne kadar içinde?

“Eğitim her yerinde. Bir eğitim, bir de öğretim vardır. Öğretim şart değil, eğitim şart. Eğitim, özellikle tiyatroda, usta çırak ilişkisiyle yürür, çok sağlam ve değerli bir şeydir. Eğer regüler bir eğitimde bozulmamış bir tiyatro hamuruna sahipseniz, eğitimden çok yararlanabilirsiniz. Ukalalık gibi olmasın ama bizdeki tiyatro eğitimi, genel öğretim hangi düzeydeyse o da o düzeyde. Yani evrensel değil, pratik değil ama bir insanda o hamur varsa, yetenek demiyorum, cehdetmek, sabretmek, çalışkanlık varsa elbette onun da bir yararı olur. Ama bu ‘alaylı-mektepli’ meselesi, ‘resmi-gayriresmi’den türüyor. Biz, özel tiyatrolar, genelde Devlet Tiyatrosunun üslubundan hoşlanmayız. Şimdi biraz değişti, eskiden Cebeci Devlet Konservatuvarı vardı Ankara’da. Ankara Devlet Tiyatrosu, oranın dışından çıkan kimseyi almazdı, sınavla da olsa. Bir aile çiftliği halindeydi. Onun annesi, öbürünün babası, eski eşi falan… Halkla pek ilişkileri olmayan yatılı bir okuldu. Çok yanlış bir şey. Halbuki oyuncunun hayatın içinde, insanlarla beraber olması lazım. Şimdilerde bu kırıldı. Artık dışarıdan da oyuncu alınıyor. Her iki yanda da çok yetenekli oyuncular var.

Türkiye’de tiyatroya yeni bir soluk getiren, yeni yazarların eserini oynayan, tiyatroya yeni açılım yapanlar hep özel tiyatrolar olmuş. Çünkü resmiyet, kendi sınırları dışındaki sanattan pek hoşlanmıyor ülkemizde. ‘İlla benim düdüğümü çalacaksın.’ diyor. Sanat biraz haşarılık, başkaldırı falan istiyor. O da hep özel tiyatrolarda olmuş. Rahmetli (Turgut) Özal çıkardı, özel tiyatrolara destek diye ama maalesef şimdi artık özel tiyatro da kalmadı. Özel ödenekli tiyatrolar kaldı. Ben diyebilirim bunu. Çünkü 3 sene özel tiyatrolara destek komisyonunda görev yaptım. Sonra baktım ki işe yaramıyor, ayrıldım. Şu anda tiyatro bir anlamda seyirci kaybediyor, bir yandan da kazanıyor. Seyirci kaybediyor çünkü orta öğretimdeki tiyatro faaliyetleri sıfıra indi. Halbuki hepimiz ortaokulda, lisedeki tiyatro faaliyetleriyle bu işe sevdalandık. Hepimiz oyuncu olmadık, seyirci oldu çoğu öğrenci ama şimdi bu üniversiteye giriş şehveti olduğundan bütün bu şeyleri kaldırdılar hep. 12’nci sınıfta okula bile gitmiyor öğrenciler. İyi de madem bu iş bu kadar gereksiz, Türkiye’nin en güzide okulları ne bileyim ben, Robert Koleji, Notre Dame De Sion, Alman Lisesi, benim de çalıştığım, okuduğum İstanbul Erkek Lisesi… Niye onlar ikişer üçer oyun çıkartıyorlar, bir sorun bakalım. Çünkü tiyatro sadece seyredenlere değil, oynayanlara da çok şey kazandırır. Yani kendine güvenini kazandırır, hitabet kabiliyetini kazandırır, sosyalleştirir. Yani örnek görmek isteyenler sayın Cumhurbaşkanımıza baksın. İmam Hatip Lisesi’nde bütün başrolleri kendisi oynuyordu.”

“3 bin kişiye oynadım”

Bir yandan seyirci kaybediyor, bir yandan kazanıyor dediniz. Nasıl kazanıyor?

“Şimdi birtakım butik tiyatrolar oluştu yani küçük tiyatrolar. Burası gibi 30- 40 kişilik, yeni mezunlar tiyatro kuruyorlar falan… Bu güzel fakat yeterli değil tabii ki… Bir de o olsa… Şimdi ukalalık gibi olmasın ama 3 bin kişiye oynamış birisi için, benim için yani, tabii o da değerlidir ama 3 bin kişinin uğultusu, alkışı çok daha başka oluyor.”

Dünyadaki oyunları, oyuncuları takip ediyor musunuz? Özellikle sinema ve televizyonda gördüğümüz yeni oyunculuk tarzları hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizde böyle bir düşünce var mı?

“Ben Almanca bildiğim için öncelikle Almanya’ya, İngiltere’ye, Avusturya’ya hemen hemen her ay gidiyorum, oyun seyretmeye. Dizilerden biraz para kazanınca edindiğim bir lüks ve çok memnunum bundan. Hem tiyatroya olan inancım arttı hem de moralim bozuldu. Çünkü bu saydığım ülkelerde çok ciddi yapılıyor bu iş. Sadece eğitim açısından değil, yaklaşım açısından falan da… Bir kere dedim ki bizim çok iyi yönetmenlerimiz var, oyuncularımız, müzisyenlerimiz var. Niye bizim böyle evrensel bir tiyatromuz yok? Bir kere bizim kendi tiyatromuz yok. Ancak Türkiye’de tiyatrodan bahsedilebilir, Türk tiyatrosu diye bir şey yok. Bir tiyatronun Türk, Macar, Alman, İngiliz olabilmesi için kendi üslubunun olması gerekir. Biz Fransızlar kadar güzel Moliere, İngilizler kadar güzel Shakespeare oynuyoruz. Kendimiz gibi oynadığımız bir şeyimiz yok. Çünkü eski olan, geleneksel olan her şeyi kötü, yanlış, geri diye atmışız bir kenara. Yeni bir şey de üretememişiz, bu yok. Mesela Avrupa Tiyatrosu’nda şu anda metnin önemi gitgide azalıyor. Neredeyse üçte ikisine kadar, bazen yarısına kadar kesiyorlar oyunu. Artık günümüz insanı, Instagram’da tanışıyor, engelledi diye ayrılıyor kızdan yani. Uzun uzun tiratları falan dinleyecek hali yok insanların. Anlatabiliyor muyum? E o zaman ne? Durumları oynayın. Durumları oynadıkları zaman, hiç lisan bilmeyen bir insan bile oyunu anlayabiliyor.

“Dizilerde ‘oynayamamanın’ felsefesi yapılıyor”

Bizim en büyük eksiğimiz dramaturji. Dramaturji bir metni veyahut da bir şiiri sahneye uyarlama mesleğidir, sanatıdır. Bizde dramaturglardan nefret eder yönetmenler, almazlar provalara falan. Halbuki oyunları bu saydığım ölçülerde dramaturglar biçimlendiriyor. Çünkü Gorki’nin “Ana”sını oynayacaksanız, karşınızda 4 tane “Ana” versiyonunu seyretmiş bir seyirci var. Ona yeni ne yapacaksınız yani? Dizileri son 2 senedir çok seyretmediğim için bir şey diyemeyeceğim. ‘Oynayamamanın’ felsefesi yapılmaya başlanmış durumda. Tiyatro daha başkadır. Hatta sinemada, dizide oyun oynamanın bir tek şartı var, oynamayacaksınız. Yani siz kostümünüzle, giyiminizle, ortamınızla, dekorunuzla zaten osunuz. Ne bileyim balıkçısınız, mafyasınız, osunuz. Siz doğru duyguyu yakalamaya bakın, oynamaya değil. Televizyondaki ürünler maalesef sanatla çok az ilgisi olan şeylerdir. Bedava olduğu için de halkımız çok seyrediyor. Ben hayatımın son demlerini -1 senedir uyguluyorum, birkaç tane dizi reddettim- dizi oynamadan geçirmek istiyorum. Çünkü bir yandan müthiş yorucu ve insana aykırı bir sistem. 150 dakika olur mu ya bir şey? 50 dakika dünya ortalaması.”

Dizilerde oynamayacaksınız yani öyle mi ?

Niyetim o, inşallah muhtaç kalmam. Çünkü oyuncu olarak da ben hakikaten çok tatmin oldum. Türkiye‘nin ‘en’leriyle beraber oynadım, oynamak istediğim her şeyi oynadım. Biz tiyatrocuyuz. Dizici, dizi oyuncusu diye bir tabir olur mu ya? Dizi oyuncusu ne demek ya? Oyuncu oyuncudur. Ben çok ünlü dizilerde de oynadım. Senaristlerin elindesiniz. Tiyatroculuktan gelen bir şey var, biz lafı düzeltiyoruz mesela. Lafı düzelttim diye kaç tane senarist benimle çalışmıyor.

Ben geldim 70 yaşına. Bundan sonra yaşasam yaşasam 80-90 yıl yaşarım. Yani ben ömrümü setlerde tüketemem. Ölenler var, kazalarda set ekibi eve gidip gelemiyor diye, çünkü 04.00’te bırakıyorlar sabah 07.00’de gel diyorlar. Beykoz’a yatakhane açtılar. E kimse de konuşamıyor, makaslamasınlar diye bize kalıyor konuşmak.

Zamanlama önemli. Kısa falan dizi olursa oynayabilirim ama konu değil önemli olan, nasıl ele alınmış olduğu. Mesela Osmanlı’dan bahsediyor olabilir, bu benim için yeterli değil. Osmanlı’dan bahsederken sen bugünün olaylarını araya sokuşturuyorsan benim için makbul bir şey değil. Halk ne kadar severse sevsin. Ben asıl olarak tiyatrocuyum ve bu işi öyle sonlandırmak istiyorum. Ben Yasemin Yalçın’la oynadım. Bırakın oynadığımız skeçleri, beni o kadar güzel bir muhabbetle, kibarlıkla karşıladı ki… Yasemin Yalçın beni nereye çağırsa oraya giderim. İnsanın bir yaştan sonra itibar görmesi hoşuna gidiyor. Kendisi de çok çok iyi bir oyuncu.”

“Her zaman oyunculuk mesleğinin amiral gemisi tiyatrodur”

Tiyatro, televizyon ve sinemayı düşündüğünüzde hangisi sizin için nerede?

“Sadece benim için değil, her zaman oyunculuk mesleğinin amiral gemisi tiyatrodur. Tiyatrodaki sohbet, şimdi bütün dünyanın ihtiyacı olan iletişimdir. Dünya bir iletişim bozukluğu yaşıyor. Adına internet işte ne bileyim Facebook şu, bu falan denen şeyler iletişim araçları değildir. İki insan arasındaki gerçek iletişim, şu anki insan insana yapılan şeydir. Tek tiyatro kaldı elimizde, insan insana iletişim olarak. Tiyatronun seyircisi pasif bir birey değildir, tiyatronun seyircisi oyunu etkiler. Öksürüğüyle etkiler, alkışıyla etkiler bazen laf atar etkiler. Ritmini değiştirir. Her oyun yeni bir oyundur. 377 kere oynadığımız o oyunun 377’si de ayrıdır.”

Sanat için ne yaparsınız ne yapmazsınız?

“Sanatsal olan her şeyi yaparım, slogan atmam. Sanat, etik bir düşünceyi estetik kalıplar içinde vermektir. Sadece sanat için değil, yaşamak veya geçinmek için doğru bildiğimi saklamam. Onun sonuçlarını da aldım.”

Anlatır mısınız biraz?

“Bu sene 50’nci senem, en az oyunumu son 18 senede oynadım. Bu arada milli kültür şurasında, özel tiyatrolara destek komisyonunda üyelikler var ama garip bir şey. Ben böyle günleri tahmin etmezdim doğrusu.

Ben ve benim gibi yetişenlerin bütün hayatı tiyatroda illüzyonist tiyatroyla, klasik tiyatroyla savaşla geçti. Çünkü illüzyonist tiyatro -klasik tiyatro sinema da öyledir- insanlara hiçbir şey vermez. Sadece insanları duygusal olarak mıncıklar, ondan sonra bırakır. Önemli olan insanların aklına hitap etmektir, onlarla bir şey söylemektir. Sadece geçmiş dönemleri övmekle hiçbir şey olmaz ama geçmiş dönemlerden bugüne bir şeyler söyleyebilirseniz olur.

Ben tiyatroculuğumun 15 senesini diğer yakada, 35 senesini burada geçirdim. Bir sürü oyun yaptım, hiçbir zaman sahneye sarıklı sakallı, namaz kılan adamlar çıkartmadım. Böyle bir şey anlatılmaz çünkü insanlara. Söz gelimi kabzımalları eleştiren bir oyun yapsanız. Kabzımallar derneği de galasına gelsin, çıkarken ‘Hakikaten var böyle kabzımallar’ derler. Yahu sana söylüyorum. Hayır, üstüne alınmaz. Çünkü oyunun biçimi öyle değildir. O sadece uzaktan izler. Başarabildim mi? Pek öyle gözükmüyor. Çünkü ülkemizde siyasi ideolojiler de bir gençlik meşgalesidir. Üniversite bitince biter. Öyle çok güzel, coşkulu, salonları ayağa kaldırdığımız günler geçirdik ama onların gençlikleri geçti.”

“Türk sineması son zamanlarda teknik olarak çok ileriye gitti”

Gençliğin tiyatroya ilgisi nasıl?

“Bunu söylemek zorundayız, belediyelerin bedava oyunları mahvetti tiyatroyu. Biz para alıyorduk da seyirci bedava giriyor ya içeri. Hiç mi kıymet vermezler? Hatta ben bir keresinde silah patlatmam gerektiği için arkaya geçtim. 250 kişi var salonda, 200 kişi cep telefonuyla internetten oynuyordu. Hemen eve gittim ‘jammer’ları aramaya başladım, sinyal kesicileri. Sonra dedim ki sinyal kesiciyi kessen ne olacak, oyun oynayacak, fotoğraf çekecek. Bir tanesi böyle oyun esnasında film çekiyor, oyun da hiç müsait değil. ‘Başkasının Ölümü’nü oynuyoruz, valla çok kızdım, sahneden indim, aldım telefonu elinden. Bu cinnet gibi bir şey yani.”

Sinema ne durumda?

“Sinema, bir kaç aykırı film dışında çok acıklı bir durumda. Türk halkı dizilerde ağlıyor, abuk subuk sinema filmlerinde gülüyor. Bu haldeyiz yani. Herkes Recep İvedik’i takmış ağzına. Ben de sinemada seyrettim. Ağabey adam çok uyanık. Adam ne yapmış biliyor musunuz? Hani ‘Türk zenciler’, ‘göbeğini kaşıyan adam’ diyorlar ya onların hıncını alıyor. Recep İvedik 5’te baştan sona onların hıncını alıyor. Entelektüellerin suratına tükürüyor, kusuyor, her türlü üçkağıdı yapıyor ama onlar onu aşağılıyor, o her şeyi kazanıyor. Adamın formülü geçerli. Kimse aşağılamasın. Akıllıca bir iş yapıyor, prodüksiyon, kostümler falan güzel, on numara. Türk sineması bunu becerdi, son zamanlarda teknik olarak çok ileriye gitti ama bunun dışında çok bir şey çıkmıyor.

Geçen yıl izlediğim filmler arasında bir ‘Kelebekler’ vardı çok enterasandı, bir ‘Yol Ayrımı’ vardı. Az film çekiliyor, devlet çok yardım ediyor. Devletin yardımı az gibi gözükebilir ama herkes film çekebilir hale geldi. Tabii dijital devrim sinemaya büyük bir katkı. Eskiden öyle 600 kopya falan mümkün değildi. Bu iş o zaman biraz da ayağa düştü. Cep telefonuyla bile artık film çekiliyor. Mesela Arka Sokaklar’da oynadım, güzel bir roldü. Orada kavga sahnelerini cep telefonuyla çekiyorlardı.”

“Solculuğumu da ciddiye alan biriydim. Bir de bir huzursuzluğum vardı”

15 yıl öbür taraf, 35 yıl bu taraf dediniz. 1984’e mi tekabül ediyor ? 1984’te bir değişim yaşadınız. Sizi İslam’a yönelten şey neydi? Çevrenizin tepkisi ne oldu?

“Ben İslama yönelişimi içinde bulunduğum sol çevreye borçluyum. Yani onların samimiyetsiz, donanımsız, palavra olduklarını gördüm. Sonra öyle bir dönem yaşadım ki 1984 öncesinde çok para kazanıyordum. Şener Şen’le, Ayşen Gruda’yla, Adile Naşit’le, Emel Sayın’la, Sezen Aksu’yla oynuyorum, filmler çeviriyordum. Hababam Sınıfı çok oynamak istediğim bir şeydi orada müzikalde oynuyorum falan filan. O kadar çok para kazanıyordum ki muhasebe şey diyordu mesela, abi almadın geçen hafta falan, sonra veremeyeceğiz, gel şu paranı al falan diyordu. 37 bin 500 lira kazanıyordum haftada oradan ayrıldığım sırada.

Tabii solculuğumu da ciddiye alan biriydim. Bir de bir huzursuzluğum vardı, ‘Yanlış yaşıyorsun sen’ diye. Gidiş gidiş değil yani. Önceden kendimizi kandırırdık “Gol Kralı Sait Hopsait” oynuyorduk, bak bu dönem de Aziz Nesin oynuyoruz falan diye ama yok başka bir yere gidiyordu. Sonra 1984 senesinde, benim 35’inci yaş günümdü. Cahit Sıtkı Tarancı’nın kendisinden meşhur dizeleri var ya ‘Yaş otuz beş yolun yarısı eder’ diye, kendisi 47 yaşında ölmüş bilmiyorduk o zaman. Bak yanlış biliyordum ama yanlış bir şey sizi doğruya da sevk edebiliyor. Dedim ki ‘İnsanlar eskiden daha çok yaşıyorlarmış herhalde şimdi üçte ikisi ediyordur 35 yaş.’ Ölüm, ölümden sonrası o zamana kadar hiç düşünmediğim şeyler benim. Savı da yanlışmış insanın. Ömür uzamış mesela ama Allah bir şeyleri vesile ediyor, siz bilemiyorsunuz neyi vesile edeceğini. Ölüm, ölümden sonrası falan… Sonra şöyle bir düşünce yerleşti kafama; ‘Senin şimdiye kadarki huzursuzluğun inkarcılığındır, Allah’ı tanı ve kurtul, çok az vaktin var.’ Eyvah dedim kafayı yiyorum. Çünkü önceden de öyle arızalarım var. Sonra bir huzur geldi, otelimi değiştirdim. Ferhan Şensoy ile beraber ‘Şahları da Vururlar’ oynuyorduk, o da benim çok iyi oynadığım oyunlardan biri Ankara’da turnede. Ferhan tabii memnun oldu, bir boğaz eksildi. Çünkü kaidedir kendi arkadaşınız evinde kalırsınız falan, tiyatro size otel parası ödemez. Önemli olan herkesin bir arada olmasıdır çünkü. Bir Kur’an-ı Kerim aldım. Onun hikayesi matrak anlatayım biraz onu. Çok eskiden tanıdığım bir sol yayınevine gittim, tanıdığım biri. ‘Ben mealli bir Kur’an-ı Kerim istiyorum’ dedim. ‘(kısık sesle) Ağabey bizde yok ama ben sana bulayım.’ dedi. Üç gün sonra gittim kağıda sarmış, tezgah altından çıkartıp verdi. İşte ondan ‘Kırk Hadis’ diye bir kitap aldım falan, onları okudum. 2 Haziran’dı o zaman Ramazanın başlangıcı. Oradan Bismillah dedik başladık, ilk başlarda tabii çok utanıyordum, kimseye de bir şey soramıyorum. Milli Gazete almaya başladım, orada gündelik hayatımda değiştirebileceğim neler var diye. Çünkü doğuştan Müslüman olanlar bilmezler bunu ama bu toplumun içinde bile Müslüman olmaya karar verdiğiniz zaman ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Ben üstünde İslam yazan ne varsa okudum. Az kalsın gidiyordum, kafayı yiyordum yani.

Özellikle eski çevremden hiç tepki görmedim. ‘Eksantrik çocuktur, biraz da böyle takılsın.’ falan dediler. Hatta yardım bile gördüğüm söylenir. İlk oyunumuz ‘İnsanlar ve Soytarılar’ın yükseltilerini Ferhan Şensoy verdi. Kumaşlarını falan Tarık Papuççuoğlu temin etti bize. Hatta Ferhan Şensoy’un salonunda oynayacaktık. Sonra dedim ki, ya ‘Burası Beyoğlu, Müslümanlar gelecekler rahatsız olacaklar falan.’ diye. Ne kadar yanlış düşünmüşüm, niye rahatsız olsunlar? Bedava salonu bıraktım, parayla Çevre Tiyatrosu’nu tuttum, orada başladı ‘İnsanlar ve Soytarılar’. Ne zaman tiyatro yapmaya başladık, o zaman başladı şeyler. Bir yandan da şöyle diyorlar, belki de haklılar. ‘Oğlum bu ne, bu bizim işimiz…’ Ferhan ‘İnsanlar ve Soytarılar’ın ilk oynununu seyretti falan, sonradan güldüğünü inkar etti. Çok tuhaf bir şey. İlk zamanlarda, belki de o dönüşten gelen bir rüzgarla özellikle hiç tiyatro seyretmemiş seyirci bile bizi bağrına bastı. Yalnız acıklı bir şey var, hala yolda birine rastlarım, ‘Ağabey ya ‘İnsanlar ve Soytarılar’ güzeldi, sonra bıraktınız galiba tiyatroyu.’ Yok ya siz bıraktınız galiba. Nasıl yani? Hangi oyunumuzu seyrettiniz ondan sonra, biz hiç bırakmadık.”

İnsanlar ve Soytarılar’ın önemi neydi ?

“Önemi şuydu. Hiç beklenmedik bir şeydik. İkincisi 1980 ile 1985 arasında ne bir toplantı ne bir miting ne yürüyüş hiçbiri yoktu, yasak. Üçüncüsü bizden hiçbir şey beklemiyorlardı. Bir ben belki biraz biliniyordum, İbrahim (Sadri) biraz bir şeyler yapmıştı ama o da bilinmiyordu pek, her biri ilk defa çıkan şeylerdi. Hele ilk oyunlardaki coşku, samimiyet… Seyirci bunu anlar, bunu oynamanıza gerek yok, olması lazım samimiyet falan. Müthişti yani. Turneye 11 oyun için çıktık, 3 oyunumuz sıkıyönetim komutanlığı tarafından yasaklandı Gaziantep, Kilis ve Adana. Sonra başka turneler de yaptık ve 100’üncü oyunu havamız olsun dedim Şan Tiyatrosu’nda yaptık. Ayrıca bir 4-5 şarkılık resital ve bir dia gösterisi, o zamana kadar hiç yoktu bizim camiada, Afganistan üstüne. Ayrıca Afganistan ile ilgili bütün kitapları satıyorduk biz fuayede. Yani öyle komple bir işti. 100’üncü oyunu da öylece bitirdik, videosunu falan çektik, bitti. “İnsanlar ve Soytarılar”dan sonra çok daha güzel oyunlar da oynadık biz ama tabii herkes gençliğinde ilk onu seyrettiği için onun gibisi yoktu, ulan başka bir şey seyretmemişsin ki sen.”

“Bizim hep tiyatro hayatımız, emniyette, mahkemelerde geçti”

Günümüzde de o oyundaki hikayeyle örtüşür bir durum var dünyada. Şimdi olsa tekrar sahnelemek ister misiniz “İnsanlar ve Soytarılar”ı?

“Mazhar Neye Mazhar? diye, şimdiyi anlatan çok daha iyi bir oyunumuz var. Onu denedik -hatta yine ben koydum ismini, birincisinin ismini de ben koymuştum- ‘İnsanlar ve Soytarılar Global’ diye. Hatta (İbrahim) Sadri yazdı yarısından fazlasını. Vallahi niye yarım kaldı, bilmiyorum. Bir sürü arkadaşı da topladık ‘İnsanlar ve Soytarılar’da rol almış. Güzeldi ve dediğim gibi biz ‘İnsanlar ve Soytarılar’dan mesaj olarak yahut sanat olarak çok daha güzel oyunlar oynadık. Mesela “Efendi Hayrettin Süper Star”, rahmetli Hasan (Nail Canat) ağabey de çok güzel oynuyordu, çok cuk oturan bir roldü ona. İnsanlar ve Soytarılar’da millet zannediyordu ki biz Afganistan’ı anlatıyoruz. Onun için geliyorlardı. Aslında bir bakıyorlardı ki biz Türkiye’yi anlatıyoruz. Benim tiyatromun biçimi çok değişmedi. Biz eskiden de politik tiyatro yapıyorduk. Bizim hep tiyatro hayatımız, emniyette, mahkemelerde geçti yani. Neyi, nasıl söyleyeceğimizi biliyoruz. Zannedildiği gibi sanat özgür ortamlarda yeşermez, gerçek sanat baskı ortamlarında yetişir. Çünkü baskı ortamında siz sözünüzü sanatsal olarak söylemek zorunda kalırsınız. O zaman sanat olur, diğeri slogan olur. Baskı ortamında her zaman bir şeyi söylemenin yolu vardır, gerçek sanatçıysa o yolu bulur.”

Başka bir oyun var mı unutamadığınız ve yeniden sahnelemek istediğiniz?

“Bu sene Mehmet Emin Kazcı senesi olacak. Ömrümüz vefa ederse 5 tane oyununu oynayacağız. İki tanesi zaten oynanıyor, 3 tane daha katacağız. ‘Ceberrut Kaynana’ isimli 28 Şubat dönemini anlatan bir oyunumuz var. 28 şubat dönemi geçti ama zihniyet geçmedi, onu oynamayı çok arzu ediyorum. Mehmet Emin ‘Ya boşver’ diyor, neden bilmiyorum ama onu oynamayı gerçekten çok istiyorum. Çünkü çok eğlenceli bir şeydi, çok basit başlıyordu. Bir adam bir kıza talip oluyor, evleniyor falan filan. Sonra birisi aklına giriyor, namaza başlıyor adam. Namaza başlayınca kaynana -ki biz devleti anıyorduk veyahut kurulu düzeni- kıyameti koparıyor. ‘Misafir odasında namaz kılamazsınız. Niye? Burası kamusal alan.’ diyor. Ya neresi kamusal alan. Buraya bir yabancı girse ne olacak? ‘Kamusal alan’ diyor. ‘İbadet de kabahat de gizli. Ben de eskiden namaz kılıyordum ama bir baktım kendimi görüyorum, bıraktım.’ “

“Şener Şen en dürüst en namusu oyunculardan biridir”

Türkiye’de filmleri çok izlenen, oyunlarına gidilen birçok isimle çalıştınız. Bu isimlerden en önde gelen kimdir?

“Şener (Şen) dünyada örnek gösterilecek bir oyuncudur. Neden derseniz dünyada senelerce küçük rollerde oynayıp da sonra başrol oynayan tek bir kişi daha gösteremezsiniz. Şener, kendisiyle de çok uzun uzun konuşmuşuzdur bunu, Kemal Sunal’ın, İlyas Salman’ın düşürüldüğü tuzağa düşmemiştir. Her filmde başka bir şey oynuyor. 7 senedir film yapmıyor adam, kızıyorlar Şener Şen’e, niye yapmıyor niye güldürmüyor falan. Ne kadar onurlu bir adam ya, benimseyemiyor yapmıyor adam 7 senedir, düşünebiliyor musun? Çok iyi bir oyuncu. Ben Şener’i 1967 senesinden tanıyorum. Şehir Tiyatrolarında küçücük bir oyuncuyken. Sonra beraber oynadık hem Hababam Sınıfı’nda hem Sezen Aksu Aile Gazinosu’nda.

Şener Şen en dürüst, en namusu oyunculardan biridir. Fakat öyle bir şey yaşıyoruz ki -belki güme gitmiştir onu ben söyleyeyim- ‘Yol Ayrımı’ diye bir film yaptı en son. ‘Yol Ayrımı’ bizim ‘Mazhar Neye Mazhar’a çok benziyor, benzemesini bırakın başrol oyuncusunun ismi Mazhar. Birden biz bunu duyunca, oyunda çalışıyoruz ne yapacağız dedik. Önce hani öncelik kazanalım dedik, sonra dedik ki neyse ne, baktık var benzerlikler ama çok değil. Fakat adamın ismi Mazhar. Mazhar böyle çok bilinen bir isim değil niyeyse. Bence güzel film abi. Hele eskiden tanıdığım bir solcu arkadaş vardı. ‘Şu şuradan arak, buradak arak…’ Diyorum ki bunun başka bir nedeni var, bu kadar karşı çıkılmasının. Sonra bulduk, 2 sene önce Şener Şen Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’nü aldı. Geçtiğimiz sene de Yavuz Turgul aldı. Biri yönetmeni biri oyuncusu. Bu ne ya? Bu nasıl bir, artık düşmanlık mı desem paranoya mı desem, ne bu yani? Üstelik de gitsinler Şener Şen’in konuşması var ödülünü alırken, ona baksınlar. Gayet de eleştirel ama dozunda bir konuşma yani. Bir adamı mı siliyorsun sen? Şener Şen’i mi siliyorsun? Yavuz Turgul’u mu siliyorsun? Yavuz Turgul, Türk sinemasına Ertem Eğilmez’in en büyük armağanıdır. Belki Ertem Eğilmez’in rahat gitmesine sebep olan adamdır. Onun öğrencisidir ve gerçekten de ustadır.”

“Kemal Sunal sırf Balalayka’da oynamak için uçağa binmeyi kabul etti”

Şener Şen’in düşmediği tuzak neydi?

“Hep aynı rolleri oynamak. Kemal Sunal da istemiyordu, ben şahidim. Hiç konuşmayan etmeyen adamdı. Burada otursa böyle ismini söylemezdi, gayet ciddi bir adamdı. Nasıl oldu bilmiyorum bir gün yanıma oturdu ve 3 saat tiyatro konuştu, aklı tiyatroda kalmıştır. Daha komedi olsun ama daha küfretmediği filmlerde oynasın istiyordu. Prodüktörler müsaade etmiyordu. Hatta bizim Sümer Tilmaç’la bir araya gelmişler böyle kerli ferli tipler. ‘Sen onun arkadaşısın söyle ona öyle ciddi filmler çekmesin ha.’ Türk seyircisi tembel ağabey tembel, kızan kızsın. Seni bir yere oturttuğu zaman hep böyle ister. Şimdi belki biraz değişiyor televizyonla falan. Kemal Sunal öyle bir oyuncu ki Progadanda’da çok güzel oynadı. Ben oyuncuyum, bilirim yani güzel oynayıp oynamadığını. Çok güzel oynadı kimse beğenmedi. Niye? Kafalarındaki kalıba uymuyor. Psikastenisi, bir sürü korkuları falan vardı. Sırf Balalayka’da oynamak için uçağa binmeyi kabul etti.”

Yurtdışından 24 saatliğin yanınıza gelen bir dostunuzun hangi izlenimlerle ayrılmasını isterdiniz? Nerelere giderdiniz? Kimlerle görüştürürdünüz? Neler izletir, neler dinletirdiniz?

“Alman Lisesinde, İstanbul Erkek Lisesinde falan okudum. Biz gelenleri o zamanlar lüks mahalleler, 4. Levent’e filan götürürdük. Hiç hoşlanmıyorlar öyle şeylerden. Onlarda alası var zaten. ‘Kardeşim siz ahşap evlerinizi yıkıyorsunuz yerine apartmanlar yapıyorsunuz. Biz savaştan sonra Almanya’yı tanıyamadık.’ diyen bir fizik hocamız vardı. Türkiye’ye gelen Avrupalının en hoşlandığı şey nedir biliyor musunuz? Vapurla karşıdan karşıya geçerken çay içmek. Bayılıyorlar ağabey. Bir toplu ulaşım aracında giderken o manzarada çay içmeye bayılıyorlar. Adalar’a, Balat’a götürürdüm. Çünkü onlar için enteresan olan şeyler oralar, anlatabiliyor muyum? Kuzguncuk’a götürürdüm, sinagogu ve camiyi yan yana görsünler. Muhteşem şeyler onlar için. Camilere bayılıyorlar. Yani dini olarak değil belki ama o onları sarıp sarmalıyor. Çünkü kiliseyle cami arasında temel bir fark vardır. Kilise korku üzerinedir. Hristiyanlığın ilk günahı korkutmak üzerinedir. Işık yoktur, içeride karanlıktır. Bizim camilerimiz öyle değildir, ferahtır, aydınlıktır.

Bir kadın gezmiş Türkiye’yi, İstanbul’u falan. ‘En çok neyi beğendiniz?’ demişler. ‘En çok şarkı söyleyen füzeleri beğendim demiş.’ Yine bir Alman küratör, Bodrum’da tanıştık. Tam caminin dibinde bir ev tutmuş. ‘Herkes bana caminin dibinde rahatsız olmuyor musun? diyor. Ben de ne rahatsız olması, sabaha kadar çalışıyorum. Sabah namazında ezan sesi geliyor, bir de güzel okuyor, içim ferahlıyor.’ diyor kadın. Galiba bizim gibi bakmıyorlar.

“Dünyada bir Türkiye, Tayyip Erdoğan paranoyası var”

Artık dünyada bir şey var, 15 Temmuz’dan bir hafta sonra gittim, çok şaşırmıştım. Dünyada bir Türkiye, Tayyip Erdoğan paranoyası var. İnanılır gibi değil. Der Spiegel ya da Focus dergisinin kapağında Tayyip bey bir tanka binmiş. Demokrasiyi eziyor. Yani para versen bu kadar propaganda yaptıramazsın. Berlin’de zaten Cem ile Can var. Can Dündar’a özel bir gazete çıkartıyor tiyatro. Devamlı konuşuyorlar. Hele şimdi kim bilir ne kadar azmışlardır. Biz madem dışarıdakilere karşı koyamıyoruz, içimizde bari birbirimizi tiftiklemesek.”

Geçmişe nazaran çok canlı bir kültür hayatı var Türkiye’de. 10 yıl sonra nasıl bir Türkiye hayal ediyorsunuz?

“Tayyip Bey söylüyor, 2017’nin başında bir konuşma yaptı ve dedi ki ‘Biz havaalanları yaptık, yollar yaptık. Fakat kültür ve sanatta geri kaldık. Taklitten ileri gidemedik.’ dedi. Tespit budur fakat bir çaba, uğraş da yok. Dedim Türk tiyatrosu yok diye ama Türk tiyatrosu bizim batı tipi kurumlarımızın içerisinde en iyi taklittir. Devlet sanatçı yetiştiremez. Bunu unutalım. Nerede görülmüş devletin bir sanatçı yetiştirdiği? Sovyetler bile bunu yapamadı. Sanatçılar devrimi yaptılar, devrimden sonra bir tane bile sanatçı yetişmedi ama yolları açabilir. Belki sanat, sanatçı kavramından başlamak lazım işe. Bir kere ben eskisi gibi bütün liselerde oyunlar oynandığı, hatta liseler arası tiyatro yarışması olan bir şey beklerim bundan sonra. Televizyonun, dizilerin düzene girmesini isterim.”

Yazmaya devam ediyor musunuz?

Yazı benim için biraz yan ürün gibi ama yazımdan tanınmayı çok seviyorum. Çeşitli yerlerdeki yazılarımdan beş kitabım çıktı. Ancak esas üzerinde durduğum, bitirmeden de inşallah emr-i Hakk vaki olmaz, hayat hikayemi yazıyorum. Ama epizot olarak yazıyorum ve internete koyuyorum. Belki internette olan kadar, belki tamamladığım kadar… Konuştum da yayıncıyla, basılacak inşallah. Çok enterasan şeyler var. Büyük bir aileye mensubum bir sürü yerlerde bulundu ailelerim. Bir tanesi büyükelçiydi, bir tanesi senatördü. 27 Mayıs’tan itibaren bütün melanetleri gördüm. Kitabımın ismi 3. kere değişti. İki ismi başkaları aldı. Onun için şimdiki ismi ‘Hayatta Oynamam’. O da insanlar birisini kötü rollerde gördüğü zaman kötü, iyi rollerde gördükleri zaman iyi zannediyorlar. İyi zannetmeleri daha kötü. Ben de ‘Biz oyuncuyuz’ diyorum. Televizyonda, sahnede, sinemada oynarız. Esas siz hayatta oynayanlara bakın. Onlar bizden daha fazla dürüst rolü, namuslu, aile babası rolü yapıyorlar ve bizden daha çok kazanıyorlar. Ben? Hayatta oynamam.”