Yeşil sinema ‘solcu’ muadilleri kadar kötüydü

Filmler
Engin Dinç’in röportajı Sinemaya, bugün verilen değerden çok daha başka anlamlar yükleyen ve hakikate ulaşmada bir araç olarak kabul eden bir yazar Enver Gülşen. Külliyat Yayınları’ndan çı...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı

Sinemaya, bugün verilen değerden çok daha başka anlamlar yükleyen ve hakikate ulaşmada bir araç olarak kabul eden bir yazar Enver Gülşen. Külliyat Yayınları’ndan çıkmış ‘Sinemanın Hakikati’ ve ‘Hakikatin Sineması’ iki ayrı kitabı bulunan Enver Gülşen, kitaplarında sinemanın fikir ve düşünce dünyamızdaki yerini sorguluyor. Enver Gülşen, sinemayla ilgili yazılarında sadece bu sorgulamayla yetinmeyip, İslâm medeniyeti ve tasavvuf, Doğu hikmet gelenekleri, Batı düşüncesi ve bütün bu medeniyetlerin sanat anlayışlarını irdeliyor. İslam sanatı ve sinemanın nasıl buluşabileceği ve yeniden yorumlanabileceği üzerine işaretler de bırakarak bir yol çizen yazar Enver Gülşen’le uzun ama bir o kadar da doyurucu bir söyleşi gerçekleştirdik. İlk iki bölümünü yayınladığımız söyleşimizin bugün üçüncü bölümünü yayınlıyoruz.

RÖPORTAJIN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!

RÖPORTAJIN İKİNCİ BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!..

KİMMİŞ İSLAMİ SİNEMA YAPAN? 

SİYAD Başkanı Tunca Arslan’ın “sinema kim yaparsa yapsın, çelişkiden, muhalefetten, eleştiriden besleniyor. Bizdeki İslami sinema ise iktidar için film yapma, iktidarın nimetleriyle film yapma peşinde daha çok” şeklinde bir eleştirisi var. Bu eleştiriye katılıyor musunuz?

Tunca Arslan’ı iyi tanımıyorum. Şimdiye kadar bir yazısını okuduğumu da sanmıyorum. Ama sizin aktardığınız kadarıyla fikrimi iletebilirim: Sanırım sinemadan değil de politikadan bahsetmiş Arslan! Zira cümlenin ilk kısmının, sinemayı ve onun hakikatini anlamak yönünde çok aciz, dahası anlamsız bir cümle olduğunu söyleyebilirim. İkinci kısma gelelim: İslami sinema diye bir şeyden bahsetmiş Arslan ama böyle bir sinema mı varmış? Kimmiş “İslami sinema” yapan? Eğer Yeşil sinemadan bahsediyorsa, bu filmler en az “solcu” muadilleri kadar “muhaliflerdi” ama birçoğu yine en az onlar kadar kötüydüler. Demek ki salt muhalif ya da iktidar yanlısı olmak çok önemli değilmiş. Kaldı ki ne muhalefet tek başına masumdur, ne de her iktidar her zaman “kötüdür”. 

Tunca Arslan genellikle Marksist toplumsal eleştirinin / gerçekçiliğin sanat için söyleye geldiği şeyi film sanatı için de kullanmış görünüyor. Son tahlilde, iktidarın yanında mı karşısında mı olunacak meselesi, bir filmin iyi ya da kötü olduğu meselesinde çok aydınlatıcı değildir. Politik eleştiri / angajman, film sanatı için tavşanın suyunun suyudur. Ama olur da bunu genellikle sol-sinemada olduğu türden “kör gözün parmağıma” yaparsanız, bu olsa olsa film sanatının hakikatini örten acentelikten öteye geçmez. Hâlbuki film sanatı bambaşka bir mecradan yürür. Arslan’ın bahsettiği sinema, olsa olsa en fazla ikinci kata kadar çıkabilen, ama orada çakılı kalan sinemadır; ki bu tip sinema çoğunlukla henüz film sanatının hakîkî imkânlarına açılamamıştır bile.

İRAN SİNEMASI, SIRF İRAN İSLAM CUMHURİYETİ’NDEN DOLAYI “İSLAMİ” Mİ OLUYORMUŞ?

Yine Tunca Arslan, ‘İslami Sinema’nın kendine referans aldığı Tarkovsky, Bergman gibi isimleri kült isimler haline getirip onları örnek aldığını, oysa İran sineması gibi farklı kaynaklardan beslense çok daha farklı bir sonuç alacağını söylüyor. Gerçekten İslami sinema yanlış örnekler mi seçiyor?

Tunca Arslan çok yuvarlak cümleler kullanmış doğrusu. Hangi “İslami sinema”ymış Tarkovsky’yi Bergman’ı referans alan? STV dizileri mi yoksa propaganda ile film yapmayı birbirine karıştıran yeni dönem “mütedeyyin sinema” örnekleri mi? Yoksa sineması İslam sanatının bana kalırsa en güzel örnekleri hâline gelmiş Kaplanoğlu mu? Kimden bahsettiğini net olarak söylerse çok daha net cevaplar alabilirdi sanırım. Bana kalırsa Arslan’ın, hem İslam, hem de sinema konusunda daha ciddi okumalar yapmaya; ama okumaların hepsinden öte, ciddi anlamda düşünmeye ihtiyacı var.

Sorunun kalan kısmına zaten daha önceki sorularda yeterli cevaplar verildiğini düşünüyorum. Ama sadece küçük bazı hatırlatmalar yapmakla yetineyim.

Pergelinizi oturttuğunuz yerden emin olduktan sonra kimi / neyi oraya taşıyacağınız sadece sizin amacınızın gerçekleşmesi açısından önemlidir. Her şey size bir ilham, bir duruş kazandırabilir. Hele ki Tarkovsky gibi, manevi sinema, hakikat sineması denince bahsedilebilecek en önemli insandan, neden sosyalistler ilham alacakmış da Müslümanlar almayacakmış bunu anlayamadım doğrusu! Ve İran sineması, sırf İran İslam cumhuriyeti adından dolayı “İslamî” mi oluyormuş? Yoksa çokça festivallere götürülen ve kaba bir toplumsal eleştirinin ötesinde bir anlamı olmayan “İran filmlerinden” mi bahsediyor kendisi?

Sanırım bir refleks kendisininki. Zira Tarkovsky, Bergman, Bresson gibi isimler şimdiye kadar – hem de çoğunlukla onları hiç anlamadan, hatta doğru düzgün izlemeden – hep belirli kesimler tarafından sahiplenildi. Tarkovsky yaşasaydı kendisini sahiplenen kimi kesimlerden utanırdı bana kalırsa… Ve yakın dönemlerde, Tarkovsky’yi, asıl bulunduğu mecraya taşıyabilecek bir “gelenekten” “okuyabilen” sinemacılar / düşünürler çıkınca, kendi “entelektüel koltuklarını” tehlikede görmüş olacaklar ki, Süleyman Demirel’in bir zamanlar “Başörtülüler Arabistan’a” sözündeki gibi “Müslüman sinemacılar İran”a” diyebiliyorlar.

Bence asıl bilinmesi gereken şey, eğer Müslüman medeniyeti bir sinema geleneği oluşturacaksa, bunu, Tarkovsky’den de, Bergman’dan da, “İran sinemasından” da, Paradjanov’dan da, Ozu’dan da Mizoguchi’den de, Ray’den ve dünyanın tüm sanat, düşünce ve sinema geleneklerinden de faydalanarak yapacaktır. Zira biz ezeli ve ebedi olan hikmetin ve irfanın peşindeyiz. Bizim için her şey insanlığın yitik malı olarak değer kazanabilir. Yeter ki seçmeyi ve kullanmayı iyi bilelim…

İslam medeniyeti, en parlak çağlarında, diğer medeniyetlerle ilişkilerinde kendine güvenen bir komplekssizliğe sahip olduğu için, o kadar parlak sentezler ve orijinal büyük atılımlar yapabildi. Aynı şey yeni bir film geleneği kurulacaksa, aynen bizim için de geçerlidir.

POLİTİK ANGAJMANLA YAPILAN FİLMLERİN PEK ÇOĞU KÖTÜ FİLMLER

Politik mesaj taşıyan filmler, özellikle de Sovyet devrim sineması ve İran’ın devrim sineması size göre genel olarak başarısız. Bu açıdan bakarsak, Türkiye’de politik filmleri, özellikle sol bakış açısıyla çekilen politik filmleri nasıl buluyorsunuz?

Yani öyle tek bir kovaya atılabilecek filmler olduğunu zannetmiyorum hiçbirisinin. Ama genel olarak angajmanla yapılan filmlerin çoğunun – Türkiye’de yapılan ‘sol politik’ filmler dahil – çok iyi filmler olduğunu söyleyemeyeceğim.

Yeri gelmişken bir iki örnek vereyim. Özcan Alper, bana kalırsa çektiği iki filminde bu yönde yapılması ve yapılmaması gerekeni birlikte yaptığı için örnek verilebilecek bir yönetmen. Sonbahar filmi epey değerli bir filmken, bir sonraki filminde açık propaganda ile ilk filminde aldığı tüm kredileri geri vermişti Alper. Zira ilkinde, yine de filmin içinde içkin olarak bulunan politik toplumsal eleştiriyi, asla filmin ana malzemesi yapmıyordu. Derin bir insan bakışı içindeki unsurlardan biriydi muhalefet… Ancak sonraki filminde, sudaki tuz olması gereken politik angajman, direk tuz hâline döndürmüş tuzlu suyu. Su uçmuş ve kaskatı acı bir tuz kalmış ortalıkta. Son tahlilde politik angajmanla, ister sol, ister sağ, ister Kemalist, ister, muhafazakar ya da Müslüman, yapılan filmlerin pek çoğu kötü filmler… Politik angajmanın ya da eleştirinin bir film içindeki yeri, ancak suyun içinde eriyen tuz gibi olmalı. Yoksa bunu açık bir angajmanla yaparsanız, epey alt kademede bir “makale” üretmiş olursunuz ve bu makale, o politik görüşün bağlılarına bir slogan basitliğinde çağrı yapsa da bizim arayışımız açısından herhangi bir önemi yoktur. Bana kalırsa bu tür filmler, film sanatının manevi imkânlarını değil, onun reklamcılık, propaganda ile ilişkili olan yönünü kullandıkları için film sanatının hakiki imkânlarına ihanet anlamı da taşırlar. Yeri gelmişken bir şeyi eklemem lazım. Sovyet Devrim sineması derken Eisenstein’i ve Vertov’u biraz ayırmak istiyorum. Zira o propaganda akımı içinde değerlendirilseler de, özellikle Eisenstein’in sanat arayışı bambaşka bir yoldan yürür ve diğer propaganda sinemacılarıyla aynı düzlemde değerlendirilemez. 

FİLM OBURLUĞU FARKI BİR ŞEYDİR FİLM SEVMEK FARKLI

‘Sinefil’ denilen bir kuşak ortaya çıktı. Bilgisayar ekranından sinema seyretmeye alışmış bu kuşak gerçekten sinemanın değerini bilmiyor mu?

Adı üstünde, bilgisayar ekranıdır o, sinema değil. Hepimiz bir şekilde sinema salonunda izleme imkânı bulamadığımız ya da yeniden izlemek istediğimiz filmleri sinema dışında bilgisayar ya da TV ekranlarında izliyoruz. Bunun için yapacak çok fazla bir şey görünmüyor, ama sinema perdesinin ve o ortamın “maneviyatının” yerini başka bir şeyin tutmasının çok zor olduğunu özellikle tespit etmek gerekir. Film seyretmek, biraz da “aramanın” ve uzun uğraşlar sonrası “aradığını bulmanın” verdiği manevi haz ile sinema salonunda oturmak demektir. İnternet çağında bu seyrin, aramak kısmı yok oldu. Artık herhangi bir filmi bulmak hiç mesele olmuyor. Bu da, arayışın derinliğini ve bulmanın hazzını yavaş yavaş ortadan kaldırıyor.

Sinefil kelimesi biraz sorunlu bir kelime hakikaten. Mesela, hayatında sinemaya gitmemiş ama her gün seçmeyi bile bilmeden bilgisayar başında oyun oynar gibi 5-10 film izleyen film oburları da kendine sinefil diyor. Halbuki film oburluğu farkı bir şeydir film sevmek farklı. Hayattaki her şeyde olduğu gibi, film seyretme tecrübesinde de asıl mesele seçmeyi bilmektir. Seçmek, insanı insan yapan en değerli şeydir. Zira insan, kendi varoluşunu bile kendi “seçen” varlıktır bir anlamda.

Her şeyde olduğu gibi film yapma, yazma ve seyretme tecrübelerinde de modalar vardır. Genellikle modalar geçince kalanlar içinden çıkar en değerliler. Ama özellikle son 3-4 yılda, ben film seyretmenin ve onlar hakkında yazmanın bir tip “internet modası” olduğunu düşünüyorum. Yani hayati bir varoluş meselesi olarak değil, ama entelektüel sayılmanın bir aracı olarak film seyretme biçiminin film sanatının değerini bilemeyeceği aşikârdır. Ama ne olursa olsun, bütün bu mahşeri kalabalık, modası geçip gidince, geriye kalanlar içinden mutlaka değerliler çıkacaktır. O yüzden her şeye rağmen özellikle Müslüman kesimde, bilgisayar ekranından da olsa, gelişmeye başlayan “sinema sevgisi” yine de güzeldir. 

ELEŞTİRİ, SANAT VE DÜŞÜNCE AÇISINDAN ÜRETİCİ BİR FAALİYET OLMALIDIR

Bugün Türkiye’de gerek internet ortamında, gerek basılı medyada birçok sinema dergisi, köşe yazarı, eleştirmen sinemayla ilgili yazılar yayınlıyor. Bu yazıların sinemaseverlere bir şeyler kattığını düşünüyor musunuz?

Sinemaseverlere katabilir de, film sanatına katıyor mu işte ondan emin değilim…

Sinema eleştirmenlerinin sinema sanatına yönelik yeni ve/veya farklı açılımlar sağlaması nasıl mümkün olur?

Öncelikle film eleştirisini ne için ve ne amaçla yaptığımız önemlidir. Bir filmi tanıtmak ya da eğlenceli bir uğraş mıdır film eleştirisi, yoksa aynı film sanatı gibi eleştiri de hayat ve hakikat üzerine düşünmenin bir yöntemi midir? 

Bir film ya da yönetmenin neyi nasıl yaptığını, neyi “amaçladığını”, ne “anlatmak” istediğini tahlil etmek, elbette film eleştirisinin bir yönünü oluşturur. Ancak bu yön, eleştiride amaçlamamız gereken en önemli yön değildir. Eleştiri, sanat ve düşünce açısından üretici / yaratıcı bir faaliyet olmalıdır aynı zamanda.

Bir sanat eseri veya özelde bir film üzerine yazarken, öncelikle amaçladığımız şey, bu eserin bize nasıl bir ufuk açabileceğini araştırmak olmalıdır. Filmi, kendi içine kapalı bir sistem olarak görüp “tahlilini” yapacak bir eleştiri yerine; bizatihi kendisi de bir düşünce ve sanat faaliyeti hâline gelebilecek bir “eleştiri” olmalıdır amacımız. Bunu başarıp başaramayacağımız meselesi talidir. Zira belirlediğimiz ufuk, aynı zamanda yolumuzun kalitesinin de belirleyicisi olacaktır. Yapmamız gereken şey, ele aldığımız eseri “mevcudu” anlamak için bir çıkış noktası kabul ederek, “mümkün” üzerine tefekkür etmek olmalıdır. Eğer dünyadaki bütün sanat, düşünce veya film akımları, teorileri arasında yolumuzu kaybetmek istemiyorsak, yapmamız gereken ilk şey bütün o bilgi yığını arasından nasıl çıkacağımızı bilmek ve o yığında ne aradığımızı tespit etmek olmalıdır. Bütün bu bilgiler bize “kaybettiğimiz şeyin” ne olduğunu söyleyemiyorsa ve kaybedilenin nasıl geri kazanılabileceği üzerine düşündürtemiyorsa, zaten gereksizler demektir. 

Peki, amaçladığımız eleştiri nasıl bir eleştiri olmalıdır? Her şeyden önce işe “muhkem merkez” belirlemekle ve film sanatının, o merkezden dalga dalga yayılan bitimsiz bir “seyr u süluk” çabası olduğunun farkına varılmasıyla başlanmalıdır. Zira bilgi yığınları arasında yolunu kaybetmemenin ve o bilgilerin hakikat yolunda bir araç olarak anlam kazanabilmesinin ilk yolu, her şeyin kendisine akacağı ve orada temizlenip anlam kazanacağı o muhkem merkezi tespit etmektir.

Türkiye’de, sanat, edebiyat ve film eleştirisinde genellikle “muhkem merkez” olmamış, uçucu moda akımlar muhkem merkezin yerini almıştı. Batı akademisinde dönemin moda eleştiri, sanat veya felsefe akımları, daha “ciddi” ama epey “kuru” olan akademik eleştiriyi belirlerken; günlük gazete ve dergilerdeki eleştiriler, günlük siyaset ve toplumsal durumların eleştirisi üzerinden kuruldu. Filmlere biçilen rollerle, makalelere, sosyolojiye, psikolojiye veya siyasete biçilen roller böylece eşitleniverdi! Filmlerde, ya “iktidarın ne kadar güzel eleştirildiğinden” bahsedildi, ya da Batı’da modernliğin bir çıktısı olan “yabancılaşma” bir şablon gibi Türkiye sanat filmi eleştiri literatürünü işgal etti. Her gördüğümüz filmin içine mutlaka bir “yabancılaşma” etiketi yerleştirdik. Aslında yabancılaşan, kendi insanı, kültürü, medeniyeti ile hiçbir ilgisi kalmamış aydın kesimdi; ama bunu görebilecek bir içtenlik ve derinlik mevcut değildi intelijensiyamızda.

“Yerli” olmak ve o yerlilikten inşa edilebilecek bir “evrensel” üzerine düşünmek yerine, kabaca Batı’dan, genellikle de hiçbir özgün düşünce arabirimine ihtiyaç duyulmadan, ithal edilen biçim ve kavramlar olduğu gibi kullanıldı. Bu da her dönem değişik türden eleştiri veya düşünce akımlarının hâkimiyetine bağlı olan modalar anlamına geldi. Marksist eleştiri, yapısalcılık, post-yapısalcılık, göstergebilim, psikanaliz, fenomenoloji vs… Şablonlar Batı’dan ithal ediliyor ve burada entelektüel hâkimiyet alanında yürürlüğe konuyordu. Bir “grubun” içine dâhil olmak için, o grubun eleştiri yöntemine de biat etmek gerekiyordu! Bu da, genellikle Batı’da yapılanların üçüncü sınıf birer taklidi olan eleştirileri ülke entelektüel ortamına hâkim kılıyordu. Ezbere bir “evrensellik” iddiası, zorbalıkla, bu ülke insanlarının kültürünü, medeniyetini velâkin duruşunu belirleyen “yerlilik” üzerine bir demokles kılıcı olarak oturtuluyordu. Bu da cehaletin kusursuz cinayeti demekti!
 
Film eleştirisinin (edebiyat, sanat eleştirileri ve düşüncenin tüm alanları dâhil) nasıl yapılması gerektiğini anlayabilmek, şimdiye kadar nelerin yanlış yapıldığını anlamaktan geçiyor. Şimdiye kadar, genellikle Batı’dan yapılan tercümelere biat eden tercüme aydınının yerini (ki tercüme aydını, dili bilmeyen ve tercüme üzerinden hareket eden aydın değildir kabaca; daha çok, tercüme ettiği ya da edilen şeyin üzerine kendi damgasını ve tefekkürünü vuramayan sadece kopyalayan aydındır) kabaca Arapça, Farsça gibi İslam medeniyeti dillerinden tercümeler yapabilen ilahiyatçı-akademisyenlerin gelmesiyle de çözülebilecek bir durum değil bu. Zira her iki anlayış da temelde aynı dertten muzdarip, aynı akademik / uzman saplantıdan sorumludur. Orijinal eleştiri, tüm medeniyetleri muhkem noktanıza / geleneğinize akıtarak oradan yeni bir ufuk açabilecek patikalar bulabilmektir. Yoksa bir şeyi “olduğu gibi” kopyalayan hiçbir düşünce, “yeni” soru(n)lara yeni cevaplar üretemez. Olsa olsa başka (genellikle de Batı) mezarlıklardaki ölü kemiklerini kendi mezarlıklarımıza aktarmaktan ibaret olur tüm yaptığımız (ki genellikle Türkiye akademisini bu cümle son derece net tarif edebilir). Özetle, film eleştirimizin orijinal kavramlarını üretebilmemiz için, önce film sanatı ile eleştirinin arabirimini nasıl bir “şiir” üzerinden inşa edebileceğimizi düşünmeliyiz.

KÜLTÜR / SANAT İKTİDARI, ÖZELLİKLE DE SİNEMA BASINI BİR KAST GİBİ İŞLİYOR

Sinema eleştirmenleri arasında zaman zaman yaşanan ideolojik kamplaşmaların bazen çok sert polemiklere yol açtığını görüyoruz. Hatta kimi zaman ideolojisi/dünya görüşüyle farklı saflarda olması nedeniyle jüri üyeliklerinden istifa etmek zorunda kalan eleştirmenler olduğunu dahi biliyoruz. Türkiye’de sinema eleştirmenliği, bir dernekte köşe kapmayı, bir gazetede köşe yazarı ya da bir festivalde jüri üyesi olmayı sağlayan tabiri caizse bir rant kapısı olarak mı görülüyor?

Bana kalırsa tam da böyle oluyor. Maalesef bir kasta tabi olursanız “değer kazanıyor / kazandırılıyor” ve o kastın rant mekanizmaları içinde yer buluyorsunuz. Bugün Türkiye’de film sanatı ile biraz ilişkili olan herkesin bildiği bir şey vardır: O da Türkiye’deki iktidarların ona değişmesine, son on yıldır bir “Müslüman” duyarlıklı olduğu varsayılan bir iktidar olsa da, film ve genelde sanat iktidarı hiç değişmez, değişmemiştir. İşte bu kültür / sanat iktidarı bugün Türkiye’de özellikle sinema basını, jürisi vs. çoğu şeyi belirleyen bir kast gibi işliyor. Kasttan içeri girmek, tümüyle biat mekanizmasına bağlı olmakla ilişkili. Bu kastların simetrik “Müslüman” ya da “mütedeyyin” versiyonları da var aslında ama bunlar, esas kültür / sanat iktidarı kadar güçlü değiller. Bu, o “film iktidarı” olan kesimlerin kalitesiyle değil, gruplaşma ve organizasyondaki başarılarından kaynaklanır. Türkiye’de “sol”un belki de “başarabildiği” en önemli şey, organize olmaktaki ustalığıdır. Ve özellikle film iktidarı, o “sol”un “burjuvatik sol” diyebileceğimiz bir “zengin” kanadını temsil eder. Propagandada sol, yaşantıda kapitalist…

Ancak bu meselede beni asıl ilgilendiren, organize olmakta usta, Abdurrahman Çelebileri bile sanat dahisi olarak sunabilen bu kesimler değil, bunlara hâlâ büyük bir değerle yaslanan AKP ve Müslüman cemaatlerdir. Özellikle konu film olduğunda, Kültür Bakanlığının da, ya da organizasyonlar yapan Müslüman cemaatlerin de ana eğilimi “biz bunu yapamayız” deyip, ünleri kapasitelerinden çok çok büyük insanların kapısına gitmeleri bu “kültür / sanat / film iktidarı” kesimi adeta büyük bir şehvetle kibre yöneltiyor. Ali Murat Güven’in Malatya Film Festivali jüriliğinden adeta kovularak el etek çektirilmesi, bunun en traji-komik örneklerindendir. Trajiktir, zira AKP iktidarının, ayağına giderek hizmet dilendiği kültür / sanat iktidarının “Müslüman” alerjisini bilmezden gelecek kadar ikiyüzlü bir durum söz konusudur. Komiktir, çünkü kendisini her fırsatta aşağılayanları, her fırsatta taltif edecek bir siyasi iktidar vardır!

Özetle şunu söylemek istiyorum: Hiçbir siyasi iktidar, şu ya da bu fikir grubuna pozitif ya da negatif ayrımcılık yapmasın. AKP iktidarı ve Müslüman cemaatler de yapmasın. Ama olan şey, kesimler arasında bir denge kurmak ve her kesimi bir şekilde bu kültür / sanat alanı içinde temsil edilir kılmak değil, açıkça iki yüz yıllık aşağılık komplekslerinin, kültür / sanat iktidarının kibrini daha da büyütecek raddede görünür kılınmasıdır. Bu yüzden, zaten buldukları her fırsatı büyük bir oburlukla kullanan bildik kültür / sanat iktidarına kızmıyorum ben. Kızdığım ana şey, komplekslerini bir türlü aşamamış, hâlâ kendi onayını bile “komplekslendiği” kesimlerin ayağına giderek, onların işaretleriyle alan AKP gibi “Müslüman” iktidarlardır. Ve o kültür / sanat iktidarının bir mensubu “şunu jürilikten atacaksın” dendiğinde, “emredersiniz paşam” diyebilecek kadar komikleşmeleridir.     

EMEK SİNEMASI MESELESİ, MEKÂNLARIN RUHUNA YÖNELİK LİBERAL-DEĞERSİZLİĞİN TECAVÜZÜNDEN BAĞIMSIZ OLARAK ANLAŞILAMAZ

Son olarak Emek sineması protestolarıyla ilgili görüşlerinizi merak ediyoruz. Bazı kültürel dernek, vakıf veya organizasyonların Emek sinemasını bundan böyle ücretsiz kullanamayacağı için bu gösterileri örgütlediği yönünde eleştiriler var. Bu eleştiriler hakkında ne söyleyeceksiniz?

Bu konuda bir yazı da yazmıştım aslında. Size de kısaca fikirlerimi ileteyim. Bana kalırsa mekân, işlevinden çok önce, o mekâna ait tarihi, ruhu ve kolektif bilinci bünyesinde taşır. Ultra-modern çağların mekâna yaptığı ilk kötülük, mekânı, önce tarihinden, sonra da ruhundan soyutlayarak, tümüyle işlevselliği içinde değerlendirmeye almasıydı.

Bugün özellikle AKP yöneticilerinin ve Müslümanların pek çoğunun neoliberal siyaset biçimleriyle girdiği ilişkinin bir sonucu olan hoyratlığından bahsetmemiz gerekiyor. Yani çuvaldızı kendimize batırmak! Bu hoyratlık, kendi geleneğinde mekânın ruhunu anlamaya yönelik çok ciddi bir birikim olan modern Müslümanları, o gelenekten bi-haber ediyor. Bu yüzden mekânın ruhuna yönelik tecavüzün farkında olmamak, sadece “seküler” modernlerin değil, aynı zamanda o mekânlara ruh katmış geleneklerin modern mensuplarının da en önemli sorunu. Mesela bu yüzden Mimar Sinan’ın cami mimarisini taklit ederek modern camilere ruh katabileceğimizi sanıyor, bu yüzden bütünlük içinde değil, parçalılığın egemen olduğu işlevsellik içinde bakıyoruz her meseleye. Bu aşamadaki estetik, tam anlamıyla bir taklit estetiği hâline dönüşüyor. Ruhu olmayan ama şekli “ruhu varmış gibi yapan” yapılar etrafımızı kuşatıyor. Bu yüzden “Ottoman plazaları” “diriltici” olarak görecek kadar körleşebiliyor, bu yüzden dünyaya liberal soytarılığın dışında orijinal bir şeyler söyleyemiyoruz.

Emek Sineması meselesi, ister “muhafazakârlar” eliyle, isterse de başkalarının eliyle olsun, mekânların ruhuna yönelik liberal-değersizliğin tecavüzünden bağımsız olarak anlaşılamaz bana kalırsa. Emek Sineması, hepimiz, internet çağının doyumsuz ve hızlı film izleme alışkanlığına kapılmadan önce, “hakîkî” sinemanın peşinde gidenlerin vardıkları bir noktaydı. Aramanın meşakkati, Emek’te, film başladıktan sonraki karanlığın kucaklayıcı huzuruna bırakırdı kendini. Uzun yıllar merak edip de izleyemediğimiz filmleri, görmek için neler vereceğimiz yönetmenleri görmek için Ankara’dan, Bursa’dan İstanbul’a film festivallerine, kısıtlı imkânlarımızı sonuna kadar kullanarak gider ve kendimizi Emek’te bulurduk. Kendi şahsıma Paradjanov’u, Tarr’ı, Angelopoulos’u ve böyle önemli birçok yönetmeni hep oralarda gördüm / tanıdım ben. Heyecanla aramanın sonucunda karşılaştıklarımız genellikle huzurlu ve keyifli bir sinema deneyimine eşlik eden hayat değiştirici “kırılmalar” olurdu. Mekânın ruhu, ruhumuza bir sağaltıcı olarak eşlik eder; izlenen filmin büyüklüğüyle mekânın ilişkisi, birbirinden ayrılamayacak bir huzur deneyimi yaratırdı.

AKP’nin kültür politikasının genellikle liberal bir “işlevsellik” üzerinden yürüdüğünü tespit etmek, Emek’te olanları anlamak için özellikle önemli. Sizin sorunuzda geçen “bir daha ücretsiz kullanamayacakların itirazı” meselesi de bence bununla ilgili. Zira AKP ve modern Müslümanlar, her şeyde maddi bir ücret / karşılık aramaya başladılar ki Müslümanların kaydıraktan aşağıya kaymaya başladığı milattır bu. Ve maalesef en aşağıya düşüp kafa göz yarıncaya kadar devam edecek gibi görünüyor bu düşüş.

Bu ülkede Müslüman kesimin, çok yakın zamana kadar sinemaya yönelik ilgisizliği bilinen bir şeydir zaten. Yakın zamanlardaki ilgi ise, daha önceki sorulara verdiğim cevaplarda biraz açmaya çalıştığım gibi, film izlenen sinema salonu ile filmin ruhu arasındaki bağı koparan internet film alışkanlığından ibaret. Bu yüzden AKP’li yöneticiler ve “Müslüman” entelektüeller, Emek’in bir “ruhu”, bir “tarihi” olduğu fikrine inanmak istemiyorlar. Kendi yaşamadıkları bir şeyin “yokluğuna” hükmediyorlar. Bunu, bir Bakan’ın “Emek, olduğu gibi duracak, sadece olduğu gibi üst kata alınacak” açıklamalarındaki “işlevsellik” eğiliminden de; sizin sorunuzda aktardığınız ve Müslümanların geneli tarafından kullanılan Emek’in yıkılmasının savunulma argümanlarından da anlamak mümkün.

Emek’in mücadelesi, bugün, her değeri, ruhu, para ve güç karşısında dize getiren ultra-modern işlevsellikle, mekânların ruhu olduğuna –hâlâ- inanan ve o ruhu korumak için uğraşanların mücadelesidir bana kalırsa. Bu meseleyi AKP ile onun muhalifleri arasındaki kör dövüşe indirgeme, meseleyi çözmeyi imkânsızlaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda meselenin asıl önemli noktasını anlamayı da zorlaştırıyor. Son olarak Müslümanların, kendilerini temsil ettiği düşünülen parti ya da cemaat liderlerinin her yaptığının / söylediğinin iyi, güzel olduğu yönünde biatının çok tehlikeli bir yöne evirildiğini ve Emek meselesindeki hoyratlığın da bununla ilgili olduğunu düşündüğümü ifade edeyim.

RÖPORTAJIN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!

RÖPORTAJIN İKİNCİ BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!..

on5yirmi5.com