Sinemaya Yön Veren Filmler

Filmler
Ana bireylerinin birbirine dokunmadığı soyut bir aşk filmi olarak görülebilir. Sofia Coppola’nın Avrupa’daki modern sinema atılımından ve çokça da Michelangelo Antonioni’den esinlene...
EMOJİLE

Ana bireylerinin birbirine dokunmadığı soyut bir aşk filmi olarak görülebilir. Sofia Coppola’nın Avrupa’daki modern sinema atılımından ve çokça da Michelangelo Antonioni’den esinlenerek kurduğu sinema dilinin katkısıyla yol alan “Bir Konuşabilse…” son 10 yılın en iyi aşk filmi. Bu noktada da özellikle ‘tercümede kaybolmak’ anlamının altını dolduran ve Tokyo’yu ruhani bir yabancılaşma merkezine çeviren, ‘yapma yan öğeler’in izinde de karakterlerin gözünden akan görsel bir dünya kuran, yepyeni bir film modeli. Henüz  yedi yılda takipçilerini yaratmaya başlaması da değerini perçinliyor filmin. İzlerken ‘Kayboldum!’ hissi yaşarsanız şaşırmayın zaten amacı bu!

Bob Harris (Bill Murray) tanınmış bir Hollywood yıldızıdır. Ancak yeni bir iş alır ve bu reklam çekimi için Tokyo’ya gelir. Charlotte (Scarlett Johansson) ise ünlü fotoğrafçılığı yapan kocasının izinde şehre yolculuk etmiş yeni evli bir kadın. Her ikisinin de belli sorunları var. Ancak bunların hepsi de Hollywood’un işsel meselelerinin ve sisteminin yarattığı yalnızlaşmaya çıkıyor. Peki bu ikili birbirlerini tanıyınca neler olacak?

Aslında “Masumiyetin İntiharı” (“The Virgin Suicides”, 1999) ile banliyö yaşamına bakış atan ve hatta çarpıcı da bir yorum katan Sofia Coppola’nın ikinci filmi. Beklendiği gibi iki aşık olacak karakterin birbirine tutulmalarını, onun sonrasında da mutlu olup ayrılmalarını veya ilişkilerini sürdürmelerini ele almamış. Bundan ziyade hikayeyi bir tarafa bırakarak Tokyo’yu yani kapitalizm ya da teknoloji başkentlerinden birini ‘tercümede kaybolma’nın merkezi olarak konumlandırıp ‘yabancılaştırılan bir mekan’ın üzerinden ruhani bir yolculuk yaptırmayı planlamış.

Öyle ki burada her iki karakterin de yaşadıklarının gerçek olup olmadığı bilmediğimiz, gerçek bir ‘kaybolmuşluk’ hissi ile yüzleşiyoruz. Bu durum ışığında da Japonca konuşmama ile gelen anlaşamama durumu iletişimsizlik üzerine devasa ve devrimci bir metafora dönüşüyor. Bize de bu minimalist bir yönetmenlikle çevrelenmiş soyut aşk filmi modelini kavramak kalıyor. Hollywood’un tersi istikametinde akan bir duygusal yolculuk var karşımızda uzun lafın kısası.

İşte 2000’lerin en iyi aşk filminin beş maddede işlevleri:

1-Tatlı Hayat ve Yedi Samuray ‘aşk’ına…

Sinefil bir yönetmen olduğu gerçeği ortada, ancak her sinemaseverin de Sofia Coppola kadar özgün şeylerle karşımıza çıkması mümkün değil. En azından şu ana gördüklerimiz arasında böylesi özgün formüller üretebilen bir isme ulaşmak için çok beklemek gerekebiliyor.

Öyle ki “Bir Konuşabilse…” (“Lost in Translation”, 2003) sinemanın en önemli aşk filmleri arasındaki yerini şimdiden aldı. Bunun da ana sebebi yönetmenin “Hiroshima Mon Amour”daki (1959) Hiroshima ve “Tatlı Hayat”taki (“La Dolce Vita”, 1960) Roma örneklerinde Alain Resnais ve Federico Fellini’nin yaptığı kadar işlevsel bir sinemasal şehir sunması esasen. Buradaki Tokyo kullanımı o kadar özgün ki sözünü ettiğimiz filmler gibi yeni bir film modeline dönüştürülmesi de zor olanı basite çeviriyor.

Bu durum ışığında da karşımıza odağına iletişimsizliği alan kapitalizm temalı soyut bir aşk filmi iskeleti çıkarıyor Sofia Coppola. Buna ulaşırken yabancılaşan bir şehir portresinin altından günümüz dünyasının Michelangelo Antonioni’si olarak parlıyor. Öyle ki sinemada ‘kaybolma’ gibi somut şeylerin altını soyut sinema dilleriyle dolduran ilk sinemacı o idi. “Macera” (“L’Avventura”, 1960) ve onun devamında yaptıkları da Coppola’nın kendi kimliğini belirlerken ana kaynağı olmuş olmalı.

Zira burada “Masumiyetin İntiharı”ndaki banliyö portresinin ardından devrimci bir aşk filmine imza atıyor yönetmen. Kimsenin alışık olmadığı derece ağır tempolu, minimal müziklerle örülmüş, uzun planların hakim olduğu, bunların hepsinin de bir ruh hali evreni çıkardığı aşk filmi formülüne çıkıyor sonuç.

Elbette bu noktaya uzanmanın ana amacı Coppola’nın birbirine aşık olacağını asla düşünmeyeceğiniz, sadece ‘belki arkadaş olurlar’ diye fikir yürüteceğiniz biri uzun, diğeri kısa iki bireyin soyut ilişkisinden güç alması. Babasının tam zıttı istikamette ilerlediği yolunda da kimseyi yanıltmayarak karşımıza postmodern bir yapı çıkarıyor.

Onun her kavramdan, kareden, sinema teriminden ve oyuncudan yabancılaştırıcı anlam yaratması da çoktan sinema tarihine yazıldı bile. Sinefil bir yönetmenin görüşleri olarak son filmi “Başka Bir Yerde”de (“Somewhere”, 2010) baba-kız ilişkisine, “Marie Antoinette”te (2006) kostümlü dramaya bakışı da olay olan bozucu tavrının başka başka örneklerini sunarlarken, sanatçılaşma ve auteur olma yolundaki adımlarını daha da derinleştiriyorlar.

2-Soyut aşk filmine uzanmak

Aslında yönetmen aşk filmi izleğinin ana yapısını bozar iken, uzak bir bölgeyi seçiyor. Ancak orada ‘uzak diyarlar’ ile ilgili ezberimizde yer etmiş destansı aşk filmi geleneğini devreye sokmuyor. Aksine hafif romantik-komedi tonuna yakın bir yapıyla karşımıza dikiliyor. Filmin Scarlett Johansson’un kalça orta planıyla açılması da onun beklenilir hareketlerinden biri. Öyle ki filminin yapısını ‘genel plan uzağı’nda bir gramerle dokumuş yönetmen.

Bu doğrultuda da karşımıza yakın, orta ve geniş planın, yani çekim ölçeklerinin ruh haline göre öznel olarak şekillendirildiği bir evren getirmiş. Buna ‘Sofia Coppolaesk’ bile dememiz mümkün artık. Murray ile Johansson’un ikili konuşmalarında sürekli bir tarafı netsiz yaparken, arada bu netsizliği tuvalin üzerinde de ‘bir anda açılan’ hale sokarak ruhsal kaybolmuşluğu vurgulamak için kullanmış.

Aslında “Bir Konuşabilse…”yi üretirken yönetmenin esaslı amacı kapitalizmin yabancılaştırdığı iki bireyin birbirine tutulmasını, ruhani bir aşk filmi ile karşımıza getirmek. Öyle ki biri iki milyon dolar teklif edildiği için buraya gelen bir tiyatro oyuncusu, diğeri çapkın fotoğrafçının eşi olan bu tiplemelerin Japonca, Tokyo halkı ve oranın teknolojisi karşısında yabancılaşmışlıkları var.

Japonca bilmedikleri için denilenleri anlamıyorlar, kendileri için yapılanları algılayamıyorlar veya Japonların bulunduğu bir mekanda sürekli bir sakarlık yapıyorlar ister istemez. Aslında Coppola’nın bu ‘iletişimsizlik’ hissini, yani böylesi bir somut olayı soyut ruhsal evreninin içine yerleştirerek devreye soktuğu söylenebilir. Bu doğrultuda da Antonioni’nin ana çerçevesini alan film modelini kendi dünyasına transfer ederek postmodern hale getirdiğini söyleyebiliriz.

Zira ‘Lost in Translation’ yani ‘tercümede kaybolmak’ ismi de hem yönetmen hem de karakterlerin öznel dünyalarına gönderme anlamına geliyor. Zaten filmin de bu doğrultuda görsel yapısıyla iki karakterin gözünden ilerler hale sokulduğu söylenebilir.

Bu amaç ışığında akan devreye giren yabancılaştırıcı açı patlaması da, minimalize edilen müziğin hakimiyetiyle hipnotize edici bir yolculuğa önayaklık edebiliyor. Johannson’un transparan şemsiyesiyle bunlardan korunmak istemesi, Murray’nin ise Fedex ile gelen halı renklerini seçmeyle uğraşması da aslında bu duruma destek olan yabancılaştırıcılıktan korunma metaforları aslında.

3-Kapitalizmin yolları uzun

Zira Murray, odasında faks makinesinin sesi haricinde bir konformizme ve sessizliğe tutulmuş durumda. Zaman zaman da gecelik ilişkiye hapsolup içkinin etkisinde sekse mahkum bırakılıyor kapitalizm tarafından. Johansson ise eşinin kendisini Anna Faris’in canlandırdığı Keanu Reeves’in Midnight Run adlı yapma filmdeki rol arkadaşı ile konuşmasından rahatsız. Bir kıskançlık yaşıyor.

Murray’nin sorunu ‘Ailemi bırakıp para kazanmaya geldim. Tiyatro oyunundan para gelmiyor’ tümcesi, Johansson’unki ise biraz daha özel. Ancak bu iki üç boyutlu karakter de, Coppola’nın o çok sevdiği Hollywood kaybedeni ya da anti-kahramanı tiplemelerini temsil ediyorlar. Elbette karşımıza çıkarlarken “Tatlı Hayat” izlemeleri, yatakta birbirlerine dokunmadan yatmaları veya Çin lokantasında garsonun iki tarafında yalnızlaşmaları anormal değil.

Bunların devamında filmin sonunda ortaya çıkan ‘Murray Johansson’un kulağına ne söyledi?’ gizemi de aslında Coppola’nın o zamana kadar vermediği gerçekleri bir kez daha uygulamasına, soyut olan ile izleyicisini uğurlamasına yol açıyor. Çok sevdiği modern sinema atılımlarında yapılanın bir benzerini uyguluyor yani yönetmen.

Öyle ki iki kere dudaktan öpüşen bu ikilinin duygusallığı adeta hayalet kıvamında kalıyor. Sessizlikten gelen çekicilik, sürekli bir volüm patlaması yaşayan şehirde anlamlı hale gelirken, izleyici de iki aşık karakterin samimi eğlenceleri, yaptıkları seks veya yaşadıkları hüzün gibi beklediği şeyleri bir türlü elde edemiyor. Bunların tam tersi istikamete sıkıştırılıyor.

Zira Coppola’nın amacı daha çok soyut şeyler odaklı akan, bunu yaparken de hikaye anlatma geleneğini bozan filmler çekmek. Filmin bu noktada metaforlara bağlanmasını garip karşılamamak gerek. Bunun yanında el kamerasının sallantısı ile geniş planların yabancılaştırıcı halinin üst üste gelmesi de hipnotize edici bir hava salgılıyor. Tabii bunların ‘beyaz’ renk tonuyla bütünlenmesi ‘gerçek soyut yolculuk’ üzerine bir egzersiz sunuyor.

Sonda Murray’nin ABD’ye gitmek isterken Japonca yazan tabelalarla kaplı yolların yakın planının alınması ve müziğin yükselmesi de ‘Kapitalizmin yolları uzun. Böylesi ufak duygusallıklarla bitmiyor’ görüşünü hareket geçiriyor. Hayatın devam ettiğini özetleyen bir duruş getiriyor “Bir Konuşabilse…”ye. Bu durum, bir diğer yandan toplumun içinde rolü olmayan karakterlerin arayışını da vurgulamaya yarıyor.

Bunu yaparken ‘caz şarkıcısı’, ‘fahişe’, ‘reklam yönetmeni’ gibi karakterleri adeta kafası olmadan ve sahnede yokmuş gibi kullanması da Coppola’nın yapmak istediğini ortaya koyan bir durum. Ana amaç burada ‘kaybolan iki bireyin öznel dünyası’na odaklanmak. Bu sebeple de bu öğeler ‘yabancılaştırıcı motifler’ olarak yönetmenin dünyasını zenginleştirmeye yarıyor daha çok.

Zira Johansson’un eşi ve onu kıskandığı kadın da bir süre sonra ortadan kaybolunca, gerçek anlamda ‘kaybolma’ gerçekleşmiş oluyor. Murray’nin de sonda bu motivasyona tabi tutulması, ikilinin arasındaki şeyin de soyut, ruhsal ve belki de hayali olduğunu vurguluyor aslında. Her şey sinema dünyasının içinde gerçekleşiyor. Tokyo ise gerçek bir kahramana dönüşüyor. Yalnızlık meselesi de aslında aşağıya Johansson’un yanlız indiği tatbikat sahnesinden itibaren daha bir somut hale geliyor. Her mükemmel olan ise bir hayal gibi sanki.

4-Havuz, karaoke ve seks

Tabii bu ruhani bütünün ya da iletişimsizlik portresinin içinde belli metaforik anlamların da önemli bir rolü var. Öyle ki Coppola’nın burada yarattığı ve izi sürülen film modeli bunlar odaklı yürüyor işin doğrusu. Adeta bir makinenin dişlileri işlevi görüyorlar. Böylece Coppola’nın ‘metafor’ kullanma güdüsü de farklılaşmış oluyor. Bir bütünün özlü parçaları olan bu öğeler de hipnotize edici bir bütüne ulaşılırken lime lime örülmüş bir evrenle yüzleştiriyor seyirciyi.

Bu doğrultuda da ilk olarak “Başka Bir Yerde”de de karşımıza çıkan havuz ve seks kavramlarının Coppola karşılıklarına bakış atmakta fayda var. Öncellikle yönetmen, seksi Antonioni’nin “Cinayeti Gördüm”ünde (“Blow-up”, 1966) olduğu gibi bir yozlaşma yolu olarak görüyor. Bu sebeple de burada sadece ‘striptiz kulübü’nde abartılı bir şekilde kullanıyor. Bunun devamında da aşk üzerine o kadar konuşulsa da seks sürekli arka plana itiliyor. Dalga geçilip burjuvanın zengin zevki ya da sistemin sömürücü aracı olarak kullanılıyor.

Kapitalizmin ya da modern şehirlerin onu bir sömürme aracına dönüştürmesi anlatılırken ise elbette sömürülen şey kavram olmuyor. Aksine seks, bir anlamda çok boyutlu hale geliyor. Zaten Marie Antoinette gibi 19 yaşında tahta geçip bakireliğini bozan bir kraliçenin hikayesini anlatırken de aynı görüş hakim olmuştu. Ancak bu konuya en çarpıcı ve rahatsız edici yaklaşımı yönetmenin son filmi “Başka Bir Yerde”de görebiliyoruz, onu da eklemek lazım.

Burada otelin altındaki havuz ise Murray’nin içeriden kamerayla, Johansson’un ise geniş plan ile çekildiği birer sahneye ev sahipliği yapıyor. Görsel yapının beyaz ile yakaladığı doğal ve ruhani dokunun bir devamı nitelğinde bu kısım. Adeta yegane zevklerden biri olarak gösterilmesi, Coppola’nın sanayileşme, küreselleşme ve şehirleşme gibi konularla gelen kapitalizme göndermesini betimlemeye yarıyor. ‘Doğal su mekanı’ denizin yerine, ‘içine su doldurulmuş kapitalist eğlence’ olan havuzun devreye girmesi ‘yapma zevk’in de yarattığı yalnızlığa vurgu yapıyor.

Karaoke yani ‘göstermelik performans’ da aslında filmin kelime anlamına dolduran bir şey. Öyle ki Japonlarla sadece bu partide anlaşabiliyor Murray ve Johansson. Bu durum da kapitalizmin iletişimsizlik sorununun en bariz şekilde ortaya konmasına yarıyor. Burası aynı zamanda kurgu ve müzik tonunun yükseldiği anı da vurguluyor. Seyirciye bir an soluklanma hissi verse de sürekli yakın plan ve dar açı objektifiyle yine beklenene doğru gitmiyor.

Zaman zaman yorarken yüksek volümüyle dikkat çekiyor. Tempoyu ise fazla yukarılara yükselmeyip klasik dramatik yapının izini sürmekten özellikle kaçınıyor. Ancak İngilizce müziğin evrensel anlamına dikkat çekilmesi, Tokyo’nun ABD versiyonları olarak görülebilecek New York ve San Francisco gibi küreselleşmiş kapitalist şehirlerin kıvamında olduğunu vurguluyor. Bu da Batı toplumunu da hedef alan bir noktaya gidiyor elbette. Alegorik bir duruş salgılıyor.

5-Takipçileri

Başta “Evrendeki Son Yaşam” (“Ruang rak noi nid mahasan”, 2003) olmak üzere Taylandlı Pen-Ek Ratanaruang’ın bütün filmleri.

Anand Tucker imzalı “Aşkı Ararken” (“Shopgirl”, 2006), buradaki yapıyı ilişki filmi moduna sokan “Downloading Nancy” (2008), Jane Campion’ın bu formülü kostümlü drama formatına uyarlama arzusunun ürünü “Parlak Yıldız” (“Bright Star”, 2009), Urzula Antoniak’ın ilk filmi “Özel Hayatlar” (“Northing Personal”, 2009) ve hipnotize edici dokusuyla Jonas Pate imzalı “Terapist” (“Shrink”, 2009) gösterilebilir.

Türkiye’den “Uzak İhtimal” (2009), birazcık mistik ve dinsel yolculuğu tercih eden haliyle, sessiz ve dokunmasız bir aşk filmi.

Nereden bulabiliriz?

Türkiye’de Türkçe altyazı ve dublajlı DVD’si var.

Kimlik:

Bir Konuşabilse… (Lost in Translation)
Yapım yılı: 2003
Yönetmen: Sofia Coppola
Oyuncular: Bill Murray, Scarlett Johansson, Giovanni Ribisi, Anna Faris, Akikı Takeshita, François du Bois, Catherine Lambert
Senaryo: Sofia Coppola
Önemli Ödüller: Oscar’2004: En İyi Senaryo; Altın Küre’2004: En İyi Film (Müzikal-Komedi), En İyi Erkek Oyuncu (Müzikal-Komedi), En İyi Senaryo; BAFTA’2004: En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kurgu; Bağımsız Ruh Ödülleri’2004: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo; Ulusal Eleştirmenler Birliği’2004: Özel Başarı Ödülü; Venedik Film Festivali’2003: Lina Mangiacapre Ödülü, En İyi Kadın Oyuncu; Senaristler Birliği’2004: En İyi Senaryo
Önemli Ödül Adaylıkları: Oscar’2004: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu; Altın Küre’2004: En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu (Komedi-Müzikal); BAFTA’2004: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo, En İyi Müzik; Yönetmenler Birliği’2004: En İyi Yönetmen; Oyuncular Birliği’2004: En İyi Erkek Oyuncu
Bütçe: 4.000.000 $