Sinemanın ‘Korku’ ile İmtihanı!..

Filmler
Hazırlayan: Selim Sebilci Bale öğrencisi, kaldığı pansiyondaki odasına girer, kapıyı kapatır… Dışarıda rüzgâr olanca hızıyla esmekte, müthiş bir uğultu içeriye sızmaktadır. Zifiri karanlı...
EMOJİLE

Hazırlayan: Selim Sebilci

Bale öğrencisi, kaldığı pansiyondaki odasına girer, kapıyı kapatır… Dışarıda rüzgâr olanca hızıyla esmekte, müthiş bir uğultu içeriye sızmaktadır. Zifiri karanlıktır dışarısı, bale öğrencisi kız sanki bu karanlıkta bir şeylerin hareket ettiğini, kıpırdağını görmüş gibi yavaş adımlarla yaklaşır pencereye. Pencere ile başı arasında bir iki adımlık mesafe kalmıştır, müzik hızlanır… Pencereyi kırarak içeri uzanan bir el bale öğrencisini cama yapıştırır…

İtalyan yönetmen Dario Argento’nun kült korku filmi Suspiria’da tekinsiz bir yurt ve ardı ardına işlenen cinayetler izleyicide gerilimi müthiş final sahnesine dek canlı tutar bu tür sekanslarla… Tam; hayat normale döndü denilen anlarda müziğin kanın akışını, kalbin atışını hızlandıran temposu girer devreye ve izleyici yakın çekimlerden, tepe çekimlerinden, arka çekimlerden yaklaşan kamera hareketlerinden anlar ki yine ölüm vardır, kan vardır…

ABD’nin, Avrupa’nın ve şimdilerde tekele karşı duran Japon ve Kore sinemasının ustalıkla yaptığı korku ya da korku/gerilim filmlerini biz bir türlü çekemiyoruz. Yani bizim korku sinemamız yok, özetle…

Hıristiyanlığın birçok mistik ritüele bulanmış olması, gotik edebiyat ürünleri ve tekinsiz, bencil yaşam tarzı Batılı insanın zihninde bir “korku” imgesi meydana getirmiştir. (Batı derken; Hıristiyan, Yahudi ve diğer inançları kapsayan bir kullanım var burada.) Deliren insanların diri diri ateşe atılarak yakıldığı ve buna da içine şeytan giren bedenin özgürlüğüne kavuşturulması adını veren bir uygarlığın yanı başında taç gibi parlayan İslam medeniyeti yer alır. Akıl hastalarının kuş sesi, ney sesi ve su sesi ile tedavi edildiği şifahanelerin bu toprağın bağrına rahmet gibi saçıldığı da tarihî kaynaklarda bulunmaktadır zaten. Çok uzakta değil Amasya’da bunun bir örneğini görmek mümkün…

Dini yaşayışı kilisenin otoritesine ve keyfine bağlı yani insanların ortaya koyduğu kimi kanunlarla dinin ikame edilmeye çalışıldığı bir uygarlıkta çatlaklıkların, sakatlıkların, sapıkların, katillerin, hırsızların olmasından daha doğal ne olabilirdi ki…

İnsanların kilise yönetimi ve halkını düşünmeyen kibirli, zalim yöneticilerin, soylu sınıfın eline terk edildiği bir ortamda filizlenen, serpilip gelişen bir tür oldu “korku edebiyatı” ya da gotik edebiyat. Bu tekin olmayan ortam, yaşayanların zihnine de ancak böylesi korkunç şeyleri ilham edebilirdi kuşkusuz…

İşte böylesi bir ortamda ortaya çıkan Karındeşen Jack’leri vardır Batının…
Karındeşen Jack‘in yöntemleri caniceydi. Kurbanlarını önce boğazlayarak etkisiz hale getiriyor daha sonra da boğazlarını kulaklarına kadar kesiyordu. Ufak tefek değişikliklerle beraber, kurbanların tamamına yakınının karnı ve cinsel organları deşilmiş, bazı organları çalınmış, bazen de burun ve/veya kulakları kesilmiş olarak bulunuyordu. Jack kurbanlarını, dizleri karnına çekilmiş ve bacakları açık bir şekilde düzenleyerek terkediyordu. İç organların çıkarılması nedeniyle katilin cerrah olabileceği iddiaları ortaya atıldı ancak kanıtlanamadı.

Karındeşen Jack‘in kimliğine dair onlarca iddia ortaya atılmıştır ancak hiçbiri kanıtlanamamıştır. Bu şüpheli listesi birçok önemli ve soylu kişiyi de içermektedir. Katil olduğunu iddia eden kişinin Merkezî Haberalma Örgütü’ne gönderdiği mektubu inceleyen uzmanlar mektubun yazarının alt tabakadan, eğitimsiz biri olduğu sonucuna varmışlardı. (tr.wikipedia) Üst tabakanın rahat, zengin, gösterişli yaşamı ve alt tabakanın buhranları…

Bu ve benzeri etkenlerin birikmesiyle ortaya çıkan hikâyeler, romanlar beyazperdeye aktarıldı sonra… Nosferatu (1922) ile başlayan bu acayip seri, bugün yüzlercesi ile devam ediyor.

Korku filmlerinin başat ögeleri olan kan, vampirler, yarasalar, yaratıklar, mutasyona uğrayan insanlar ve canlılar, uzaylılar, sapıklar, zombiler, hayaletler, kâbuslar günün-zamanın ileri teknolojisine ayak uydurarak şekilden şekle, renkten renge girdi. Her korku filmi bir sonrakinin tetikleyicisi olarak düşünüldü. Korku filmleri içinde ayrı bir yer tutan 13. Cuma, 1980 yılında önemli bir gişe başarısı elde edince durmaksızın devam filmleri çekildi. Bugün 8. filmi yetmiyormuş gibi 9. film için de kollar sıvanmış durumda… Yakın dönemde çekilen Testere, Teksas Testere Katliamı, Son Durak ise gerilim unsurlarını da kullanarak yoluna devam eden seriler olarak duruyor…

Türk sinemasının korku türü ile tanışması 1953 yılında olmuş. Mehmet Muhtar’ın yönettiği Drakula İstanbul’da aynı zamanda ilk Drakula filmidir. Son bir iki yıl içinde korku filmi çekme merakı bizde de depreşti. Taylan Biraderlerin Okul (2004) ile başlattığı ama korku mu komedi mi olduğu pek belli olmayan bu filmi fitili ateşlemiş oldu. Doğu Yücel’in Hayalet Kitap romanından beyazperdeye uyarlanan Okul; kitapta yer alan olayları bir lise ortamına aktarıyor. Film ÖSS’ye hazırlanan ve tüm zamanını sınav çalışmalarına ayıran bir grup gencin hikâyesini anlatıyor. Aniden hayatlarına giren bir hayalet, küçük oyunlarla gençleri kışkırtmaya ve korkutmaya başlar. Onun tehditlerinden etkilenenler ise sadece öğrenciler değildir.

Okul’un hepsi birbirinden ilginç öğretmenleri de bu oyunların kurbanına dönüşür. Bütün bu hayalet hikâyesinin kökeninde ise olayların başlangıcından bir yıl önce intihar eden bir arkadaşları bulunmaktadır…

Medyanın popülerleştirdiği isimlerden oluşan oyuncu kadrosu ve reklâmların yüzü suyu hürmetine gişede pek de fena sayılayan bir başarı yakalasa da korku filmi olmaktan çok komedi havası vardı filmde. Zaten filmin daha sonra piyasaya sürülen DVD’sinde “korku/komedi” üst başlığını alması da bunu gösteriyor…

Büyü (2004), umutla beklenen bir korku filmi olmasına karşın beklenen performansı sergileyemedi. Büyü’nün diğer korku filmlerimizden farkı hikâyesini bu toprağın kültürüne, inanışına göre kurmak oldu. Ancak dünya sinemalarında çokça kullanılan “uyuyan bir laneti” uyandırma teması pek tutmadı.

Japonya’da sinema eğitimi alan ve korku filmlerinin çekiminde çeşitli görevlerde bulunan Hasan Karacadağ’ın Dabbe’si de beklendiği gibi klişeleri barındıran bir filmdi. Dünyayı saran intihar vakaları ile internet arasında kurulan bağlantının bir Japon korku filminden uyarlanmış olması, yani bir bakıma Japon kültürü içinde çokça yer eden lanet üzerine kurulu olması filmi Türkiye’de başarısız kılan etkenlerdendir.

David Carreras’ın 2004 yapımı Hipnoz filminden aşırma senaryosuyla eli yüzü düzgün bir korku/gerilim filmi olan Gen (2006), oyuncu seçimindeki yanlışlıklar yüzünden heba olmuş bir film…

Araf (2006), başarılı bir dans öğrencisinin evlilik dışı hamile kalması ve çocuğunu kürtajla aldırması sonucu girdiği bunalımı anlatıyor. Yine birçok klişeyi barındırması ve başrol oyuncusunun abartılı ve yapay oyunculuğu da filmi çekilmez kılmıştı.

Semum, Gomeda, Musallat, Münferit ve dalgayı başa saran Dabbe 2… Hiçbiri bir tür olarak korku sinemasının sınırları içine giremedi, girdiyse bile izleyici nezdinde beklenen ilgiyi görmedi. Tüm dünyada popüler bir tür olan korku sinemasının ülkemizde yeterli izleyici sayısına ulaşmaması, bu ‘tür sineması’nı ikame etmeye çalışanların anlamsız çabalarını da boşa çıkarıyor şüphesiz. Korku sinemasının ülkemizdeki son örneği Dabbe 2… Efekt ve bilgisayar teknolojisi olarak çıtayı yükselten Dabbe, öyküsündeki kopukluklarla olmamış bir film. Hasan Karacadağ’ın korku sineması adına bunca azmini takdir etsek de sonuç ortadadır.

Tüm bu denemelerden olumlu sonuç alınamadığı gibi ilerde yapılacak denemelerden olumlu sonuç alınacağını söylemek çok zor… Türk sinemasının; kendine yabancı olmayan, kültürünü bilen, ayağı bu topraklarda ama pergel gibi yetmiş iki milleti de gezebilen yönetmenlere ihtiyacı vardır.