Karanlıktaki Renkler Parlayacak

Filmler
1976 doğumlu bir yönetmen… İlk filminde kendi kuşağından bir hikayeyi aktaracağını düşünürsünüz. Alman bir babayla Meksikalı bir annenin çocuğu olarak 1976’da doğan, çocukluğu İsviçre&rsqu...
EMOJİLE

1976 doğumlu bir yönetmen… İlk filminde kendi kuşağından bir hikayeyi aktaracağını düşünürsünüz. Alman bir babayla Meksikalı bir annenin çocuğu olarak 1976’da doğan, çocukluğu İsviçre’de geçen genç yönetmen Sophie Heldman, kendisinden beklenenden farklı bir yol izlemiş. Yönetmenin, bir İstanbul Modern ve Goethe Enstitüsü işbirliği; yeni Alman filmleri seçkisi ‘Ölüm Bizi Ayırana Dek’in açılışında gösterilen filmi ‘Karanlıktaki Renkler’, yaşlı bir çiftin hikayesini konu alıyor. Hali vakti yerinde, üst orta sınıfa mensup, ‘olgun’ bir çiftin hikayesinden nasıl bir film çıkar diyorsanız, ‘Karanlıktaki Renkler’in, sürprizi mahvetmemek için söyleyemeyeceğimiz finaline, kahramanların aldıkları radikal karara bakmanızda fayda var. Sophie Heldman’la niye ilk filminde kendinden farklı bir kuşağın öyküsünü anlatmayı tercih ettiğini, filmin Almanya ve İsviçre’de gördüğü ilgiyi ve bu hikayeye esin kaynağı olan yaşlı komşularını konuştuk.

‘Karanlıktaki Renkler’ fikri nasıl ortaya çıktı? Filme esin kaynağı olan gerçek hikayeden bahsedebilir miyiz biraz?

Her şey hikayeyle başladı. Hikaye gerçek bir olay üzerine kurulu. İsviçre’de annemlerin komşularının hikayesi bu ve ilk duyduğumdan itibaren beni avucunun içine aldı. Ben büyüme çağındayken, de bu çiftin aralarındaki ilişkiden hep etkilendiğimi hatırlıyorum. Çünkü 18 yaşından beri beraberlerdi. ‘Hayatımızın son aşamasına ölümcül bir hastalıkla baş ederek girmek istemiyoruz’ diyerek çok radikal bir adım attılar. Olayı duyduğumda hala Alman Film ve Televizyon Akademisi’nde öğrenciydim ve bu hikayeyi filme çekmem gerektiğini düşündüm. Okul da bu hikayeye kendi yaklaşımımı keşfetmem konusunda beni cesaretlendirdi. Okulun yöneticisi, bunun çok güzel bir hikaye olduğunu, çünkü çok fazla açıklama yapmam gerekmeyeceğini, insanların anlayacağını söylemişti. Benim de yaklaşımımı tam bu belirledi. Hikayeye kendimi yakın hissettiğim için sezgilerimi takip ettim.

İlk filminizde sizden uzak bir kuşağın dilini yansıtabilmeyi nasıl başardınız?

Alman filmlerinde olsun, İsveç filmlerinde olsun yaşlı insanlar hep demode giyinen, hayattan uzak yaşlılar klişesiyle gösterilir. Ama filmin prömiyerinde bu rolleri oynayanları kırmızı halıda gayet gösterişli şekillerde görüp ne oluyor burada dersiniz. (Gülüyor) Bence bu filmde yapabildiklerim, hikayenin yazımında karakterlerle aramda kurulan bağla alakalı. Kurgusal karakterlerdi ama onlarla ilişkim çok gerçekti.

Benzeri konuları işleyen filmlerden etkilendikleriniz oldu mu?

Hem gerçek bir hikaye hem de yaklaşık 10 yıl önce üzerine çalışmaya başladım. 2001’de bu konuda çok da film yoktu. Senaryoyu yazması birkaç yıl, gerçekleştirmesi daha da uzun sürdü. O dönem herkes, genç bir sinemacısın, niye yaşlılarla ilgili bir film çekmek istiyorsun diyordu. Hem de varlıklılar, kim varlıklı insanların hayatını görmek ister ki sinemada da diye düşünüyorlardı. Ben de “Bu toplumda varlıklı insanlar da var” diye düşündum. Özellikle Almanya’da ekonomik refahtan dolayı o kuşağa mensup orta sınıflar gayet varlıklı. Eski Doğu Almanya’da yetişmiş bir arkadaşım da hikayeyi çok depresif, kahramanları da çok egoist bulmuştu. Filmin farklı bakış açılarına olanak sağlaması çok güzel. Hikaye kendi adına konuşuyor. Yani o dönem herhangi bir filmden etkilenmedim. Ama o sıra Woody Allen’ın ‘Interiors’ını seyredip çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Agnes Varda’nın hafif dokunuşlarından ise her zaman etkilenmişimdir.

‘Genç bir sinemacısın, niye yaşlıların hikayesini çekmek istiyorsun’ gibi yorumlardan dolayı hiç cesaretinizin kırıldığı oldu mu?

Bu yaklaşımı hiç anlamıyorum. Hepimiz insanız ve her yerde bir hikaye var. Önemli olan, bu hikayelere nasıl yaklaştığınız. Bir de bildiğim bir şeyin hikayesini yapmak istedim. Gerçekçi bir yaklaşımla, bunu niye yaptıklarını yargılamadan anlamaya çalıştım. Çünkü sinemada karakterlerin gerçek hissini vermesi çok önemli. Onlarla ilgili yargıya seyircinin varması gerek. Benim yönetmen olarak onları yargılamaya hakkım yok. Bence Almanya’da, maddi yönden endişesi olmayan orta üst sınıfa karşı böyle yargılayıcı bir tutum var. Televizyonlarda hep olağandışı büyüklükteki evlerde yaşayan klişeler şeklinde resmediliyorlar. Sinemada ise genelde daha alt toplumsal sınıflardan insanların hikayesi, bu yöndeki toplumsal meseleler aktarılıyor. İsviçre’de, Fransa’da büyüdüm ve gayet varlıklı bir yaşam süren büyük bir üst orta sınıf nüfus var. Onlara bakmak, yaşamlarını görmek istedim. Aslında bu filmi kendi kuşağım için çektim. Bunu duymak insanları şaşırtıyor ama. (Gülüyor)

Gerçek hayattaki çiftin de çocukları var mıydı? Seyrettiler mi filmi?

Evet, iki oğulları var, filmin San Sebastian Film Festivali’ndeki prömiyerinde seyrettiler ve haliyle çok etkilendiler. Ve allaha şükür, çok iyi bir tepki verdiler. Bu gerçek bir olaya dayalıysa olayın kahramanlarının hissiyatını iyi yakalamalı diye düşünüyordum. Onlar da anne babalarını hatırlattığını söylediler. Olayın hissiyatı bir anlamda kurmacaya da nüfuz etti. Sanki filmin çekiminde hepimiz aynı odanın içindeymişiz gibi hissettim bir anlamda.

Bruno Ganz ve Santa Berger, hikaye hakkında ne düşündüler?

Bruno Ganz, hikayeyi ilk okuduğunda çok ciddi bir meselenin ele alındığını ve bu meseleye gayet olgun bir şekilde yaklaşıldığını söylemişti. Filmin, izleyiciye ahlaki bir ders vermeye çalışmayıp onlara üzerine düşünecekleri bir şey verdiği fikrindeydi. Karakter üzerine konuştuğumuzda karakterlere, sundukları zenginlik açısından çok yakın hissettiler.

Belli bir yaşın üzerindeki oyuncular için böyle roller bulmak zor mu?

Evet ama gayet umut verici bir şekilde bu durum değişmeye de başladı bugünlerde. Bence o yaşta bir ilişkinin nasıl devam ettiğini görme fırsatı sunması, yaşlanmayı nasıl karşıladığımıza dair olasılıkları ortaya koyması da bu hikayeyi filme çekmek istememde güçlü bir motivasyon kaynağıydı.

Film, gösterildiği ülkelerde ötenazi tartışmalarını alevlendirdi mi?

İsviçre’de de Almanya’yla aynı tarihte gösterime girdi ve orada da ilgi gördü ama tamamen başka sebeplerden. İsviçre’de insanlar, kahramanlar arasındaki ilişkiyi görmek için filmi izlediler. Filmin sonu ise o kadar olay yaratmadı. Çünkü İsviçre, bu konuda gayet ileri düzeyde kanunların yürürlükte olduğu bir ülke. Bu, bir suç olarak kabul edilmiyor. Almanya ise henüz o aşamada değil. Kendi ölümüne karar vermenin tamamen yanlış olduğunun düşünüldüğü bir aşamada. Ki bu ahlaki tartışmayı da çok doğal buluyorum. Çünkü Almanya Nazi rejimindeyken ötenazi uygulaması had safhadaydı. Bu yüzden de Almanya için işkilli bir mesele ötenazi.

New York’ta Tisch’e de gittiniz, Berlin’de Alman Film ve Televizyon Akademisi’ne de… İki kurumun sinemacılık anlayışı arasında büyük bir fark var mı?

Tisch’e sadece birkaç dönem gittim. ABD’de yönetmen asistanlığı yaptığım sırada iki ders aldım Tisch’ten. Ve evet bence arada büyük farklar var. Tisch’de her şey paraya tabi ve çok pahalı. Bütün program üç sene sürüyor ve ABD pazarının baskısı çok büyük. O okula gidip kendi tarzının mücadelesini verebilmek için çok güçlü, olgun bir sesinin olması lazım. Benim için Berlin’de olmak çok daha iyiydi. Devlet okulu olduğu için bedavaydı, dolayısıyla üzerinizde öyle büyük bir baskı yoktu. Ve pazar ne kadar sert koşullara sahip olursa olsun, sizi kendi tarzınızda işler yapmaya cesaretlendiriyordu. Bence de doğrusu bu. Bu yüzden, ilk filmimde bu kadar iyi oyuncularla çalışma şansı yakaladım. Yoksa masaya, Bruno Ganz’ı oynatacağım bir film çekeceğim diye otursaydım bu mümkün olamazdı. Kendinizden bir şeyler koymanız gerekiyor ortaya.

‘Karanlıktaki Renkler’ yarın 13.00’te İstanbul Modern’de.