Her Şey Var Ama Film Yok!

Filmler
Yazan: Selim Sebilci Yönetmenliğini Semir Aslanyürek’in yaptığı filmi doğrusu pişmemiş tavuğa benzetmiş olursak yersiz bir iş yapmış olmayız. Konu, her insanı rahatlıkla içine çekecek sıcak...
EMOJİLE

Yazan: Selim Sebilci

Yönetmenliğini Semir Aslanyürek’in yaptığı filmi doğrusu pişmemiş tavuğa benzetmiş olursak yersiz bir iş yapmış olmayız.

Konu, her insanı rahatlıkla içine çekecek sıcaklıkta bir konu. Ama film boyunca zirveye çıkan bir beğeni ya da patlama yaşayamıyorsunuz maalesef. En sonda söylememiz gerekiyordu bunları ama başta söylemiş olduk.

Konusu şöyle filmin: Eşkıyaların tecavüz ettiği yedi genç kız bir yolunu bulmuş ve kaçmıştır. Hayalet misali bu genç kızlar ruhsuz bir şekilde filmin esas oğlanı tarafından bulunur ve kasabasına getirilir. Kasaba bu kirletilmiş kızları istememektedir. Kızların hamile kalması ihtimali de gündeme getirilince “en iyisi bir kura çekelim ve siyah taşı çeken, kızları kan kuyusuna götürüp vursun” derler. Ve kasabanın pek de namuslu sayamayacağımız zenginlerinden Halit Ağa (Ali Sürmeli) bir hile ile kızları vurma işini yine filmin esas oğlanı Mahmut’a (Erdal Beşikçioğlu) denk getirir. Çaresiz, mecalsiz bizim yetim Mahmut da istemese de “erkeklik” davasına tamam der bu işe. İşte bütün her şey burada başlar. Yani hayat zaten tıkırında devam ediyorken, akıyorken birden felek vuracağı bir sille ile Mahmut’u çetin sınavlara yollayacaktır. Cinayet işlememek için sevdiğini (Melisa Sözen) ve evini bırakır ve kendini önce bir çiftlikte işçi olarak sonra da çöllerde asker olarak bulur. Birinci Cihan harbini Suriye cephesinde asker olarak geçirir. Yıllar süren bu eza-cefadan sonra evinin yolunu tutan Mahmut sevdiğine kavuşmanın hayalini kurmuş ve bu hayal ile hayata tutunmuştur. Hayat bu, öyle zor ki, Leyla’ya kavuşmak için dağlar aşılır da Leyla’nın saçının teli dahi yoktur nihayetinde. Bizim yetim Mahmut “emeksiz yemek olmaz” ve “ne ekersen onu biçersin” sözlerini kulağına küpe eylediği için de kavuşur Leyla’sına…

SEMİR ASLANYÜREKFilm bu. Semir Aslanyürek’in üçüncü filmi Eve Giden Yol 1914. İlk filmi Vagon, ikinci filmi ise Şellale idi. Tâbi, Semir Hocanın medyaya verdiği malumata göre Eve Giden Yol, Antakya Üçlemesinin ilk filmiymiş. Ama çeşitli maddi zorluklar filmi tehir etmesine sebep olmuş. Öyle olunca da önce Şellale çekilmiş. Beş yıl sonra da bu film geldi. Film için bir hayli zahmete girildiğini söyleyelim hemen: Bu film için Turizm ve Kültür Bakanlığı Sinema Destekleme Fonu’ndan 250.000 YTL alınmış. Filmin bütçesi üç milyon dolar… Film, Antakya ve civarında geçtiği için de oralara gidilmiş, Suriye’nin dört bir yanında çekimler yapılmış. Yaklaşık 2000 figüran görev almış savaş sahnelerinde. Film için altı yüzün üzerinde kostüm dikilmiş. Başta top arabaları olmak üzere o döneme ait eşyalar yeniden üretilmiş. Giysiler, ehramlar ve takılar için antikacıların yolu arşınlanmış. Hülasayı kelam epey bir emek verilmiş filme. Bu yönüyle takdire şayan bir işçilik konulmuş ortaya.

Görüntü yönetmenliğini Eyüp Boz, sanat yönetmenliğini ise Yeşilçam’ın tanıdık ismi M. Ziya Ülkenciler yapmış. Gayet de güzel çalışmışlar. Özellikle sahra çekimleri, savaş sahneleri ve dönemin mimarisindeki estetik ortamı tüm ihtişamı ile gözler önüne sermişler. Dönemin ayrıntıları ihmal edilmemiş, hem kıyafetler hem de yöre (olay Antakya ve civarında geçiyor) ağzı -bazı kusurları, yapmacık söylemleri dışarıda tutarsak- başarılı bir şekilde yansıtılmış.

Filmin hemen başında Mahmut ile sevdiği kızın, Safiye’nin, bir harabede cilveleşmesi, hafif yollu cinsel atraksiyonlarda bulunmaları, pek de beklediğimiz bir başlangıç olmuyor doğrusu. Bu soğuk duş ile seyirciyi –ya da beni- sarsan yönetmen haliyle temponun düştüğü, filmin eksik kaldığı, söylenecek sözün olmadığı araları ya da bir konudan diğerine geçiş için müstehcenliği “parça” olarak kullanmış yargısına varıyorum filmin sonunda. Film boyunca hepi topu üç müstehcen sahneyi öne çıkaracak ya da yiğidin hakkını yiyecek değiliz elbette; ancak kendini izletmeyi başaracak bir filmde bu tür sahnelere gerek var mıdır, onu da size bırakıyoruz.

İyi hoş bir film olmuş dediğim gibi… Ama o kadar emeğin meyvesi de böyle olmamalıydı. Film, fonda birinci dünya savaşı yıllarını kullanıyor. Zaten Mahmut’un cepheye gitmesi, askerliği ve cepheden dönüş ile yıl 1914’ten 1918’e gelmiş oluyor. Yani birinci dünya savaşının sonu ve sulhun ilanı… İşin ilginç yanı cepheden bir kahraman olarak değil de “hain” olarak dönmesidir Mahmut’un. Hatta Mahmut ile beraber Şam istasyonunda tutuklanan diğer askerler idam cezasına çarptırılır. Askerlerin kimisi gerçekten firaridir; ancak Mahmut ve yanındaki diğer iki asker esir alındıkları Arapların ve İngilizlerin elinden bir yolunu bularak kaçmış, çölde binbir zorluğa dayanarak ve kum tepelerini aşarak varmışlardır Şam’a. Hal böyleyken askerlerin tamamını da aynı ceza ile cezalandırmak kararını veren paşa dahi, bu kararı vatanı için almış olmanın huzuruyla veriyor. Nitekim öne çıkarak çektiği zorlukları dile getiren Mahmut, demirci ustasını dahi kafasına sıktığı tek kurşunla hemen oracıkta infaz ediyor. Doğrusunu elbette ki tarihçiler bilecektir, ancak bu tür “sert” bir yönetimin uygulanmış olduğunu düşünmeye zorluyor bizi yönetmen. Osmanlıyı temsil eden bir paşanın bu tür bir fiili irtikâp etmesine akıl vermek mümkün müdür, sormak lazım.

Tecavüze uğrayan günahsız, suçsuz kızlara verilen ceza da düşündürücüdür doğrusu. Adı üzerinde tecavüzdür bu, kızların ölüm fermanını bütün bir kasabalının –Derviş ve Mahmut dışında tabii- imzalaması da akıldan uzaktır. Kasabalının tecavüze uğrayan kızların doğuracağı çocukları düşündükçe ölüm kararına biraz daha yaklaştıklarını da ifade edelim. Sonuç itibariyle bu kızlara bir Müslüman çıkıp da el uzatmaz; ama dağ başındaki bir dergâhta yaşayan Alevilerin sahip çıkıyor olması da ilginç bir nokta. Yönetmen ne demeye bunu dile getiriyorsa artık! Mahmut dönüş yolunda son durak olarak bu dergâha varır ve buraya emanet bıraktığı kızların huzur içinde yaşadığını görür. Tabii sevdiği kız dahi burada ikamet etmektedir. Yetime, fakire, darda kalmışa el uzatmayı inancının bir gereği sayan Müslüman portresi yoktur bu filmde; bu filmde dünyası inancı için var olan Müslüman portresi yoktur, bu filmde “inancı dünyası için var olan Müslüman portresi” vardır.

Filmde seyirciyi metafizik gerilim olarak zirve noktaya taşıyacak sahne ise Türk askerinin İngilizlere karşı yaptığı hücumdur. Malzemesi ve cephesi oldukça yetersiz bir ordu askerlerini feda ederek sonuca ulaşmayı deneyecektir. Paşanın sözleri: “Askerlerin yarısını feda ederek kalan yarısını kurtarabiliriz” Bir başka seçenek ise teslim olmaktır. Tabii ki teslim olma seçeneği düşünülmeyecektir bile. Bedenlerin feda edildiği taarruzda bir an bin dört yüz yıl öteye götürür bizi yönetmen: Asker bir elde Türk bayrağı bir elde süngü ile ileri atılır; ancak o vurulur başka bir şehit namzedi devralır bayrağı, biraz sonra o da vurulur ve bir başkası bayrağı yere düşmeden alır eline ve nihayet İngilizlerin bayrağının dikili olduğu tepeye ulaşılmıştır, o bayrak sökülür oradan ve Türk bayrağı dikilir. Bayrak dalgalanmaktadır ve kamera yavaşça aşağı kayar: Bayrağı tutan bir askerin kolu kopmuştur ancak kol hala bayrağı sımsıkı kavramış vaziyettedir.

Bu gerilimi filmin devamında sağlayamıyor Semir Aslanyürek. Film sürekli iniş ve çıkışlar arasında gidip geliyor. Ve sonuçta izleyici izlediği filmin bir aşk filmi hissine de kapılmadan ayrılıyor salondan. İzlenen ne bir başarı öyküsü ne bir aşk filmi ne de intikam öyküsü… Ortada bir film var ama tadı yok işte. Fazlasıyla “cold” bir film. İzleyiciyi içine çekmeyen, dışarıda tutan, araya sürekli mesafe koyan bir film. İki saati aşan bir film ve on beş yirmi dakika öyle hızlı kurgulanmış ki sanki “aman film yeterince uzun oldu zaten burada senaryoyu keselim, kısaltalım” demiş birileri izlenimi veriyor film.

Filmin Künyesi
Yönetmen-Senaryo: Semir Aslanyürek
Oyuncular: Erdal Beşikçioğlu, Melisa Sözen, Metin Akpınar, Emre Altuğ, Ali Sürmeli, Erdinç Olgaçlı, İrem Altuğ, Ege Aydan
Görüntü Yönetmeni: Eyüp Boz
Sanat yönetmeni: M. Ziya Ülkenciler
Müzik: Engin Düzyol