Paralel Evrende Terörist Avı

Film Eleştiri
Senarist Ben Ripley’nin sinema külliyatına ‘paralel evrenler arası yolculuk yaptıran Source Code adlı bilgisayar programı’nı armağan etmesi açısından ilginç bir bilimkurgu denemesi b...
EMOJİLE

Senarist Ben Ripley’nin sinema külliyatına ‘paralel evrenler arası yolculuk yaptıran Source Code adlı bilgisayar programı’nı armağan etmesi açısından ilginç bir bilimkurgu denemesi belki. Ancak “Yaşam Şifresi”, bu vukuatına start verirken ‘zaman yolculuğu filmi’nin içinde farklı bir noktaya açılmasına karşın, bir Amerikan askerinin gözünden ‘terörist avı’na yönelip dünyayı kurtarma mizansenine hapsolmaktan öteye gidemiyor. İlk filmi “Ay” ile dikkat çeken Duncan Jones, ikinci eserinde yine alana hakim bir görüntü çiziyor çizmesine. Ancak nihai sonuçta 11 Eylül saldırısı sonrası sinemayı politik propaganda aracına çeviren eserlerden birine imza atmaktan kurtulamamış. Bu durumun üzerine hikayenin uzun metraja uygun olmaması sorunu da eklenince, temposal açmazlarla daha da ‘işlenememiş’ gözüken bir yapıt çıkmış karşımıza.

“12 Maymun”un (“12 Monkeys”, 1995) mahkum karakterini bir asker olarak düşünün, peşine düştüğü olayı da ‘terörizm vakası’ ile değiştirin, işte o zaman “Yaşam Şifresi”ni (“Source Code”, 2011) elde edebilirsiniz. Aslında “Ay” (“Moon”, 2009) ile uzay operası filmi alanında pastiş (birçok filmden öğeleri iç içe geçiren) bir saygı duruşu filmi veren Jones’un, burada kaldığı yerden devam ettiğini söylemek çok kolay değil. Ancak yine de paralel evren ve zaman yolculuğu kavramları üzerinden ilginç bir bilimkurgu seyirliğiyle yüzleştiğimizi itiraf edelim.

Zaman yolculuğu filmi görünümlü paralel evren bilimkurgusu

“Yaşam Şifresi”, öldükten sonra canlandırılıp o günün sabahı gerçekleşen terör vakasını önlemek için görevlendirilen bir adamın öyküsünü anlatıyor. Paralel evrene gönderilen bu asker, bir seriye dönüşebilecek saldırıları başlamadan bitirmek için bütün imkanlarını seferber ediyor. Film, ordunun bir biriminin görevlilerine ‘şunu yaparsan ölürsün, yapmazsan paralel evrende hapis kalırsın’ direktifini dayatması gibi bir dramatik damara yaslıyor sırtını. Buna paralel olarak bombayı patlatan kişiyi ya da ekibi bulma göreviyle tren yolculuğunu ona yakın kere, sekizer dakikalık periyodlarla yeniden yaşayan Colter Stevens’ın macerasını izliyoruz perdede.

Belki senarist Ben Ripley’in zaman yolculuğu izleğinin içine ‘uzay’ veya ‘evren’in daha farklı taraflarında görmeye alışık olduğumuz paralel evren motifini sokması açısından türsel zekası güçlü bir eser bu. Ancak gelin görün ki trenin içindeki bireylerin hangisinin bomba olayını gerçekleştirdiği konusunda hiç de zeki bir senaryosu olmaması, bazı dönüşlerinin heyecan aşılayamamasını sağlıyor filmin. Bunun üzerine temposal sorunlar eklenince de bir süre sonra Colter’ın yolculuğunun ne zaman biteceğini düşünmeye başlıyorsunuz. Zira buradaki senaryonun çatısı belli ki kısa film üretmek üzerine kurulmuş. Bu sebeple de teröristin kim olduğu dikkatli izleyiciler için çok kısa süre içinde keşfediliyor.

“Kartal Göz”ün politik motivasyonunu farklı bir noktaya çekmiş

Her şeye rağmen nihai finişini düzgün bir yere bağlayan eserin zaman yolculuğunun pörsümüş kalıplarından uzak bir noktada ‘paralel evren bilimkurgusu’na transfer olduğu söylenebilir. Fakat bu konuda esas trajik olan nokta son zamanlarda bilimkurgu alanında artan politik motivasyon gerçeği. Elbette de bu durumun kaynağında “Kartal Göz” (“Eagle Eye”, 2007) çıkıyor karşımıza.

Belki onun gibi muhalif eserlerin, yani tech-thriller (teknolojik-gerilim) alanındaki bilinçli yapıtların yanındayız. Ancak işin ucu “Tanrının Kitabı” (“Book of Eli”, 2010), “Suretler” (“Surrogates”, 2009), “Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı” (“Battle: Los Angeles”, 2011) ve “Yaşam Şifresi” gibi politik damarı öne çıkaran ve tabiri caizse ‘dini’ ya da ‘emperyalist’ duran noktalara uzanıyorsa orada bir sorun var demektir.

Son dönemin din ve ordu destekli tür örneklerinden birine dönüşmüş

Zira Jones’un eseri de adeta 80’lerde ‘hackerlık mucizesi’ yoluyla karşımıza çıkan ‘dünyayı kurtaracak güç Amerikan toplumunun elinde’ motivasyonunun üzerinden ilerliyor. Bu bağlamda da “Yaşam Şifresi” kısa hikayesini senaryolaştırma konusunda yoğun bir çaba göstermediği için; ‘dünyayı kurtaran Amerikalı asker’, ‘onun aşkları’ ve ‘zeka patlaması’ ile ilgili sıradan bir dramatik çatıya teslim olmuş.

Filmin nihai mesajının bu noktaya bağlanmasıysa 2000’lerin ikinci yarısında artan farklı alt türlerdeki bilimkurguların amacını bir kez daha hissetmemizi sağlıyor. O da ya siyah bir peygamber ile ‘dini taçlandırma’ ya da askerler yoluyla ‘ordu propagandası’nın öne çıkması meselesi.

İleride türün terör konulu denemeleri arasında anılacak

İşte “Yaşam Şifresi” de böyle bir film. En kısa tanımıyla terör konulu paralel evren bilimkurgusu olarak anılabilir. Ümit edelim ki türlere hakim olduğunu ilk filmiyle kanıtlayan Duncan Jones, burada sadece para kazanmak için projeye girmiş olsun. Zira paralel evren ve zaman yolculuğu kavramlarıyla oynayışıyla bile son derece dikkat çekici bir zeka pırıltısı sunuyor burada.

Ancak dramatik yapısındaki açmazları önleyememe ve bilimkurgusal öğeleri kenara bırakma konusunda, benzer alandan seslenen son dönemin tonu tutmamış eserlerinden “Deja Vu”dan (2006) farklı bir yere çıkmıyor işin garibi. “Yaşam Şifresi”, boş bir koşuşturmaca izlediğimizi de hissettiriyor zaman zaman, hikayesinin kısa filme uygunluğu yüzünden…

FİLMİN NOTU: 4.4

Künye:

Yaşam Şifresi (Source Code)
Yönetmen: Duncan Jones
Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Michelle Monaghan, vera Farmiga, Jeffrey Wright
Süre: 93 dk.
Yapım Yılı: 2011

PERDEDE ‘SON GECE’Sİ OLABİLİR

Tek bir gecede geçen bir ‘dörtlü ilişki filmi’. Yani işte bildiğiniz gibi; iki kişi evlidir, onların arasına eski sevgili veya iş arkadaşı girince olanlar olur ve ‘Sadakat mi, cinsel tutku mu?’ sorusu ışığında belli noktalara ulaşılır. Ancak Kanadalı yönetmen Massy Tadjedin, “Son Gece”de bu durumdan ne bir sinemasal doku ne de oyuncu yönetimi odaklı bir inandırıcılık çıkarabilmiş. Böyle olunca da pazar sabah kuşağında TV’de izlenip tüketilebilecek, yola çıktığı soruları o mecranın düzeyinde tutan ve inadına feminizm yapıp küçük duruma düşen bir eserle yüzleşiyoruz.

Aslında filmin açılış sekansını izleseniz veya herhangi bir yerde görseniz “Gözü Tamamen Kapalı” (“Eyes Wide Shut”, 1999) dokusu hissedebilirsiniz. Zira Kanadalı yönetmen Massy Tadjedin; bu ikinci filminde, Keira Knightley ile Sam Worthington’ın evli bireyleri Joanna ve Michael’ı ele alma amacıyla yola çıkmış. Onları yüksek sınıftan izlenimi veren arabanın iki ayrı tarafına yerleştirip, bir ‘iletişimsizlik’ ve ‘yabancılaşma’ mizanseniyle açmış “Son Gece”yi (“Last Night”, 2010). Araya ara plan gibi giren ‘giyinme’ ve ‘eve gidip soyunma’ sahnelerinin de bu dokuya uyum sağladığı söylenebilir.

İletişim ya da iletişimsizliği anlatma konusunda bir yönetmen dokunuşu eksik

Fakat ne hikmetse Tadjedin bu girişin devamını getirme konusunda bir hayli başarısız bir görüntü çizmiş. Üstelik Clint Mansell gibi bir besteci, Peter Deming gibi bir görüntü yönetmeni ve Susan E. Morse gibi bir kurgucuya sahip olmasına karşın. Zira bu noktadan sonra ‘tek gecede bir ilişkinin analizini yapma’ filmine dönüşen eserin dışarıdan sinsice yaklaşan iki yasak ilişki bireyiyle bir noktalara gitme hevesi var. Ancak bu ‘dörtlü ilişki’ konseptine yönetmenin yaklaşımı ‘elini korkak alıştırma’ düşüncesinden öteye gidememiş.

Böyle olunca da bir noktadan sonra ne meslek seyahatine çıkan Michael’ın iş arkadaşı Laura’yla (Eva Mendes), ne de evinde kalan Joanna’nın eski sevgilisi Alex (Guillaume Canet) ile bir gece geçirme durumu bir yerlere bağlanabilmiş. Anlayacağınız ne bir yalnızlık, ne bir iletişimsizlik, ne bir tutku, ne de bir bıkma durumu görebiliyoruz. Bu da yönetmenin amacına ulaşırken ya da ulaşamazken adeta oyuncuların ‘Nasıl olsa yatacağız, frankenstein gibi dolaşırız olur biter’ gibi bir görüş ışığında katkı verir düzeye gelmesine yol açmış. Zira oyuncu yönetimi konusunda da Tadjedin’in bir hayli acemi olduğu söylenebilir.

Belli ki kinle yola çıkması ters tepki yapmış

Sadece bu noktada bir seçenek var ise hep aldatanın erkek olabileceğini, bunun yanında teşhir edilenin de erkekten seçildiğini vurgulama gibi bir derdin izini sürmüş. Bu da ‘feminist’ düşünceyi küçük duruma düşüren bir söylem getiriyor. Yani Tadjedin’in, böylesi filmleri erkeklerin çekmesinden bıktığı için “Son Gece”yi üretmiş olma ihtimali yüksek.

Uzun lafın kısası yönetmen, Woody Allen hayranı olduğu için ‘ilişki filmi’ konseptine kendini uyduramamış ve onun aynen “Barselona Barselona”da (“Vicky Cristina Barcelona”, 2008) düştüğü açmaza sürüklenmiş. Oraya inerken de 2.35:1’de (sinemada en son sinemaskop formatı) TV dokusuyla ilerleme başarısını gösteren filmini, mantık boşluklarıyla yürüyen tesadüfler odaklı bir senaryo ile bütünlemeyi de becermiş. Zor iştir öyle demeyin!

FİLMİN NOTU: 3.8

Künye:

Son Gece (Last Night)
Yönetmen: Massy Tadjedin
Oyuncular: Keira Knightley, Sam Worhington, Eva Mendes, Guillaume Canet
Süre: 102 dk.
Yapım Yılı: 2010

PAPAĞANLARIN DÜNYASI

Fareler, deniz hayvanları, baykuşlar, solucanlar, kaplumbağalar derken şimdi de papağanların evreninde alıyoruz soluğu. ‘Buz Devri’ ile atılım yapan Blue Sky Studios, “Robotlar” ve “Horton”un ardından bu sefer “Rio” ile karşımızda. Şen şakrak, kitlesini memnun eden ve bol müzikli bir bilgisayar animasyonu bu.

Hayvan animasyonlarının ‘yeni nesil’ evrenini yaratma konusunda bir hayli becerikli olan Carlos Saldanha, bunu son iki ‘Buz Devri’ (‘Ice Age’) filmi ile ispatlamıştı hatırlarsınız. Bu bağlamda da Fox’un yeni hedefi onu “Rio” (2011) adlı ‘papağanların renkli evreni’nin izini süren bu projeye yönlendirmek olmuş. İşin doğrusu Rio’ya göçü ele alan tipik bir hikayenin ışığında ilerliyor bu eser. Bu bağlamda da eğlenceli bir bütünü var.

Detaycılığı ve temposuyla eğlenceli bir vakit vaat ediyor

Evcil papağan cinsinin şansını gerçek yuvasında araması meselesini doğrusunu söylemek gerekirse gerçek bir çocuksal varoluş serüveni çıkarıyor karşımıza. Carlas Saldanha’nın özellikle papağan cinslerini yaratmaktaki detaycı becerisi, işin içine bir şekilde müzikal koreografilerini bodoslama sokması ve farklı türlerle haşır neşir olması, tempolu ve keyifli bir 90 dakika izlememizi sağlıyor.

“Rio”nun bu renkli evreni de Brezilyalı Saldanha’nın kendi ülkesinin zihnine uygun kafa yapısından güç almasından kaynaklanıyor kuşkusuz. Karşımızdaki belki derinlikli, mesajları olan ve bunlardan bir düşünme seansı oluşturmak isteyen eserlerden biri değil. Ancak bu Brezilya macerasına eğlenmek için gidilebilir. Bu bağlamda da şen şakrak bir bütünü olduğunu söyleyebiliriz karşımızdaki animasyonun. Fazla söze gerek var mı?

FİLMİN NOTU: 5.2

Künye:

Rio
Yönetmen: Carlos Saldanha
Seslendirenler: Jesse Eisenberg, Anne Hathaway, Jamie Foxx, Leslie Mann
Süre: 96 dk.
Yapım Yılı: 2011

 

BURADA MI KALMIŞTIK?

Bundan 16 yıl önce Danimarka’da Lars Von Trier ile Thomas Vinterberg’in başlatıığı ‘Dogma akımı’, aslında ‘gerçeklik’ olgusu ışığında yola çıksa da her şeyiyle ülke sinemasında yeni bir yönetmen jenerasyonu doğurdu. Christoffer Boe da bu durumu lehine çevirerek özgünleştiren yegane isim, Lukas Moodysson ile beraber. Ancak nedendir bilinmez yönetmenin “Yeniden Sev Beni” ve “Allegro”yla tescillediği çığır açıcı film modeli, iki filmdir ortada yok. Evet “Her Şey Güzel Olacak”, gerçeküstücü öğelere sahip gizemli bir eser ve münferit olarak bakınca ‘eli yüzü düzgün’ tanımıyla anılabilir. Fakat yönetmenin kariyerinin içinde ‘ufuk açıcı üslubuyla David Lynch ekolünü uygulama denemesi’ olmaktan öteye gidemiyor.

1995 yılında Danimarka’daki Dogma akımından beri herhalde sinemaya en büyük darbeyi Christoffer Boe vurmuştur. Bunu olumsuz anlamda söylemiyoruz yanlış anlaşılmasın. Belki o eğilime mensup Lars Von Trier farklı şeyler yapmıştır. Ancak Boe’nun “Yeniden Sev Beni” (“Reconstruction”, 2003) ile aşk filmine; “Allegro” (2005) ile ise bilimkurguyu getirdiği vizyonu kimse yadsıyamaz.

Kendini tekrarlamama hevesine düşmesi sıradanlaşmasını sağlamış

Zira yönetmen gerçek-kurmaca arasında kalan bir dünya servis eder. İlk olarak da bir anlatıcı sesinin katkısıyla ‘adeta döndürülen bir kibrit çöpü gibi lineer olmadan ilerleyen’ ‘yeniden yapım’ bir aşk hikayesini ziyaret etmiştir. 16 mm’nin getirdiği doku ve sinemaskop oranını kullanış şeklinin yanında son filmindeki ‘bölge’ meselesi ve ‘animasyon’ eklemesi de sinemasını geliştirmesine olanak tanımıştır.

Ancak her ustalıklı yükselişin bir de düşüşü var derler. Özellikle Boe’nun kendini tekrar ettiğinin iddia edilmesi üzerine zihninde ‘farklı şeyler üretiyim ben’ görüşünü harekete geçirdiği söylenebilir. Yönetmenin 2006’da çektiği deneysel film “Ekran Dışı”ndan (“Offscreen”) sonra “Her Şey Güzel Olacak” (“Alting bliver godt igen”, 2010) ile kendi görsel ihtişamını geri getirdiği gerçeği ortada. Ancak bunun devamında esas önem arz eden o ‘yenilikçi olma’ güdüsünü elinin tersiyle itiyor adeta.

David Lynch ekolünü izleyen bir kara film denemesi

Bunun da ana sebebi belli ki bu dönemde ödül almaması ve eleştirilmesi. Evet “Her Şey Güzel Olacak” yine bir adamın gerçek-kurmaca arasındaki macerasını aşk ve sinema duygusu ile açığa çıkarma peşinde. Ancak bunu yapış şekli hiç de Boe sinemasındaki gibi değil. Aksine yönetmen David Lynch’in “Mulholland Çıkmazı”nda (“Mulholland Dr.”, 2001) iyiden iyiye oturttuğu o iki hikayeli film modelinin izini sürüyor. Sub-noir alanında belleğin içinde yol alan gerçeküstücü bir kara filme imza atıyor burada.

Dogma sonrası çıkan Danimarkalı yönetmenlerin düşüşünü araştımak lazım

Belki paket patlaması ve kaza sahnesinin heyecanı ya da ilginç sonuyla bir nebze dikkat çekici olabiliyor bu eser. Ama hem fazlaca özenti kokuyor, hem de o zamana gelene kadar inandırıcılığını koruma zaafından mustarip. Yaratıcılık krizi dönemi formülüne girer gibi yapıp girmemesi ise olumlu bir hareket.

Ancak yönetmenin aynen Lukas Moodysson gibi tükendiğini belgeleyen bir eser olarak anılacak ileride bu. Nedendir bilinmez Dogma’yı yenileyen yönetmenler 2-3 film sonra çöküyorlar. Bunun temelini ayrı bir yazıda araştımak lazım. Ama tabii “Her Şey Güzel Olacak”a yönetmen kariyerinden bağımsız bakınca eli yüzü düzgün ve oturaklı bir eser, onu es geçmemek lazım.

FİLMİN NOTU: 5

Künye:

Her Şey Güzel Olacak (Alting bliver godt igen)
Yönetmen: Christoffer Boe
Oyuncular: Jens Albinus, Özlem Sağlanmak, Paprika Steen, Igor Radosavljevic, Marijana Jankovic
Süre: 90 dk.
Yapım Yılı: 2010

 

KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

127 Saat (127 Hours): 7
72. Koğuş: 3
Arı Kovanına Çomak Sokan Kız (Luftslottet som sprängdes / The Girl Who Kicked The Hornet’s Nest): 4
Aşk Tesadüfleri Sever: 5.4
Atlıkarınca: 6
Ayin (The Rite): 2.4
Bağlanmak Yok (No Strings Attached): 3.9
Ben Dört Numara (I Am Number Four): 2.1
Benim Hikayem (Barney’s Version): 4
Bir Avuç Deniz: 4
Biutiful: 4.3
Çalgı Çengi: 0.5
Çınar Ağacı: 2.4
Dört Aslan (Four Lions): 2
Dövüşçü (The Fighter): 5.6
Dünya İstilası: Los Angeles Savaşı (Battle: Los Angeles): 3.4
Eyyvah Eyvah 2: 3.5
Gerçeğin Parçaları (Winter’s Bone): 3
Gölgeler ve Suretler: 4
Güneşin Karanlığında (The Lincoln Lawyer): 3.9
Hayatım Yalan! (Just Go With It): 5.4
İki Kadın, Bir Erkek (The Kids are All Right): 6
İncir Reçeli: 4.9
İntikam Yolu (Drive Angry 3D): 4
İz Peşinde (True Grit): 4
Kaçış Planı (The Next Three Days): 3
Kader Ajanları (The Adjustment Bureau): 5.5
Kan Kokusu (Somos lo que hay / We Are What We Are): 5.2
Kaybedenler Kulübü: 6.3
Kız ve Kurt (Red Riding Hood): 6.2
Kir (Qirej): 0.9
Kolpaçino: Bomba: 3.8
Kurtlar Vadisi: Filistin: 2.7
Limit Yok (Limitless): 6
Megazeka (Megamind): 5.3
Press: 0.8
Rango: 5.4
Saklı Hayatlar: 3
Sevimli Hayvanlar (Konferenz der Tiere / Animals United): 5
Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak: 2
Siyah Kuğu (Black Swan): 9
Sokak Dansı 3D (Step Up 3D): 4.5
Şampiyon (Secretariat): 3.4
Ya Sonra: 1.2
Yeşil Yaban Arısı (The Green Hornet): 6.4
Yürüyüş (Meş): 4
Zoraki Kral (The King’s Speech): 6.5

Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

HT