Bir Doğu-Batı meselesi

Film Eleştiri
‘Duvar’ yıkılıp engeller aradan kalkınca, cehennemden cennete mi geçtiler? Dışarıdan bakıp meseleye gerçekçi yorumlar getirmek zor tabii ki ama sosyalizmin uygulamadaki problemleriyle dolu...
EMOJİLE

‘Duvar’ yıkılıp engeller aradan kalkınca, cehennemden cennete mi geçtiler? Dışarıdan bakıp meseleye gerçekçi yorumlar getirmek zor tabii ki ama sosyalizmin uygulamadaki problemleriyle dolu yılların ardından ‘Yeniden doğuş’u deneyen ülkelerin çoğunda kapitalizmin tipik dertleri baş gösterdi. Ve ne yazık ki kabuk değiştirmeyi ruhlarında ve vücutlarında en çok hissedenler kadınlar oldu; çünkü onlar için ç‘fuhuş’ bile seçenekler arasında yer aldı.

Hikâyesi 1980’lerin Doğu Almanyası’nda geçen ‘Barbara’nın ön gösteriminin ardından sinema yazarı arkadaşım Cüneyt Cebenoyan, “Süreçte bir tek Doğu Alman kadınlar fuhuşa bulaşmadı, çünkü onlar zengin ‘Batı Alman’ toplumuna ve ekonomisine entegre oldular” dedi. Doğru bir tespitti kuşkusuz. Bendeniz de eski Doğu Almanya topraklarındaki tek somut deneyimimi 2006 Dünya Kupası sırasında, sabah Münih’ten bindiğim hızlı trenle akşam Leipzig’de oynanacak Arjantin – Meksika maçı için yaptığım yolculukta yaşamıştım. Trenin penceresinden akıp giden görüntüler sanki filmi başa sarıyor ve binaların görüntüsü vasıtasıyla ‘Şimdiki zamanın Almanyası’ndan geçmişe, 15-20 yıl öncesinin haletiruhiyesine uzanıyordum adeta.

Başka türlü bir Almanya
Bugün ise artık ortada Doğu ya da Batı Almanya yok; Merkel’in yönlendirdiği, yine ekonomisi güçlü üst düzey kapitalist bir ülke var karşımızda. Dışarıdan bakılıp yapılan okumalarda ise benim için en heyecanlı oluşum, Milli Takım’ın yapısında beliriyor. Çocukluğumuzun, ‘Ari Alman gençleri’nden oluşmuş, kusursuz, adeta robot nizamında oynayan futbolcuları gitmiş, yerine ilk kez 1998 Dünya Kupası’nı kucaklayan Fransa ’ya benzer, ‘multi-kültürel refleksler’le donanmış bir takım gelmiş durumda. Türkiye kökenli Mesut Özil, Polonya kökenli Podolski, Klose, Gana kökenli Boateng, Fas kökenli Khedira bu takımın temel direkleri ve asıl ‘Birleşik Almanya ’yı işte onlar temsil ediyor.
Bu uzun girizgâhı niye yaptım? Bu haftanın olduğu kadar, sezonun da bence en kıymetli filmlerinden ‘Barbara’ hakkında laflamak için… Bizde ticari sinema ağı içinde geçmiş yapıtlarından hiçbiri gösterime girmeyen Christian Petzold’un imzasını taşıyan film, rejim karşıtı Berlinli bir kadın doktorun, taşradaki ayakta kalma mücadelesine yoğunlaşıyor. Batı’ya gitmek isteğini yöneticilere bildiren ama aldığı ret cevabının akabinde ‘Sakıncalı piyade’ muamelesi görerek küçük bir taşra kasabasına sürülen Barbara Wolff, yavaş yavaş yöredeki hayatta kendisine biçilen rolü oynamaya başlar. ‘Stasi’ (Doğu Alman Polis Teşkilatı) tarafından sürekli gözetlenen ve ‘Ani baskınlar’la zaman zaman bezdirilen Barbara’nın da kendine ait ‘Gizli bir ajandası’ vardır. Sevgilisi Jorg’la birlikte yaptığı plan uyarınca, müsait bir zamanda Baltık Denizi üzerinden Danimarka’ya kaçacak ve bu yolla ‘Batılı’ olacaktır. Bu bir anlamda onun için özgürlüğe kulaç atmaktır ama hangi özgürlüğe? Mesela şık sigaralar, pahalı mücevherler sunan özgürlüğe mi?

Adeta bir ‘Siyah kuğu’
Yörede adeta bir ‘Siyah kuğu’ gibi duran Barbara, genç hasta Stella’ya ilişkin doğru teşhisi ve tedavisiyle başta hastasının, sonra da benzer şekilde yolu taşraya düşmüş meslektaşı Andre’nin güvenini kazanır. Daha da ötesi Andre ona duygusal açıdan da yakınlık duymaya başlamıştır. Barbara içinse etrafındaki herkes bir anlamda düşmandır ve sistemin adamıdır. Kadın doktorun bu bakışı, Andre için de geçerlidir.
 

Yönetmen Christian Petzold (ki kendisi, Almanya ’da yaşayan gurur kaynağı vatandaşlarımızdan belgeselci Aysun Bademsoy’la evlidir ve bu yüzden uzak akrabamız da olur!), hüzünlü, melodramatik bir dil tutturduğu ‘Barbara’da, anlara ve küçük detaylara odaklanan son derece başarılı bir çalışma ortaya koymuş. ‘Barbara’ ister istemez önce ‘Başkalarının Hayatı’nı, sonra da ‘Elveda Lenin’ ya da ‘Berlin Almanya ’dır’ gibi yapımları akla getiriyor. Lakin Petzold bu ayki Altyazı dergisinde, söz konusu yapımlarla kendi filmi arasındaki mesafeyi şöyle tanımlıyor: “O filmler, bitmiş meselelere şimdiki zamandan ve Batı’dan bakış atmayı yeğliyorlar.” Bu görüş bence daha çok ‘Elveda Lenin’ için geçerli, ‘Başkalarının Hayatı’ ise ‘Barbara’yla çok daha fazla örtüşüyor ve sanki güzergâhları çok yakın. Keza hüzünlü yaklaşımları da…
 

Bana kalırsa Petzold’un filmini önemli kılan yanı, benzerleriyle olan kıyaslamadan çok kendi kişilikli duruşu ve yukarıda da belirttiğim gibi ‘ayrıntılardaki’ ustalığı… Mesela kafasında ve ruhunda sürekli bir kaçış fikriyle dolaşan Barbara, bu psikolojiyle Andre’yi bile doğru bir yere oturtmakta zorlanırken Batı’nın kendine özgü illüzyon ve çekiciliğine ilişkin ilk şüpheye, kendisi gibi kaçmayı kafasına koyan ve bu uğurda cinselliğini kullanan genç kızla yaptığı konuşmalarda düşüyor. Akabinde kataloglardan yansıyan ‘Batı’nın özgürlüğü’ de bir anlamda ‘En güzel, en pahalı kolyeyi ya da takıyı seçme noktasındadır yani tüketimdedir’ fikriyatı, seçimini yeniden tanımlamaya itiyor onu.

‘Yeşilci’ babanın kızı…
‘Barbara’nın etkileyiciliğini sağlayan bir başka unsur da karakteri canlandıran Nina Hoss’un varlığı. Petzold’un önceki üç filminde de rol alan Hoss, dirençli bir kadın portresini muhteşem bir performansla taçlandırıyor. Aynı zamanda Alman Yeşiller Partisi üyelerinden ‘rahmetli’ Willi Hoss’un kızı da olan sanatçı, yönetmen Petzold’un ifadeleriyle filmde Doğu Alman halkının çok sevdiği Romy Schneider havasında sunulmuş, bana ise daha çok Amerika doğumlu İtalyan yıldız Sydney Rome’u hatırlattı. Öte yandan Andre’de de Ronald Zehrfeld, Hoss’la başarılı bir takım oyunu sunuyor. Ülkesi Almanya ’da daha çok TV dizilerinde boy gösteren 1977 doğumlu oyuncu, fiziğiyle Russell Crowe’u da andırıyor.
Sonuç? Christian Petzold’a bu yıl Berlin Film Festivali’nde ‘En iyi yönetmen’ ödülünü kazandıran ‘Barbara’yı kesinlikle kaçırmayın derim…

BARBARA
Yönetmen: Christian Petzold
Oyuncular: Nina Hoss, Ronald Zehrfeld, Rainer Bock
Yapım: 2011, Almanya
Süre: 105 dk.

Uğur Vardan
Radikal