Zarifoğlu hem şiir, hem Allah dostu bir veli idi

Edebiyat
Engin Dinç’in röportajı Türkiye’de Kahramanmaraş, Maraş’ta da Zarifoğlu ailesi yetiştirdiği şairlerle ön plana çıkıyor. Türkiye’nin ve İslami camianın en önemli şairlerinden Ca...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı

Türkiye’de Kahramanmaraş, Maraş’ta da Zarifoğlu ailesi yetiştirdiği şairlerle ön plana çıkıyor. Türkiye’nin ve İslami camianın en önemli şairlerinden Cahit Zarifoğlu bunun en önemli göstergesi. İşte Cahit Zarifoğlu’nu yetiştiren o topraklar, bir başka şairi daha İbrahim Yavuz Zarifoğlu’nu da yetiştirdi. Cahit Zarifoğlu, İbrahim Yavuz Zarifoğlu’nun amcası. İbrahim Yavuz Zarifoğlu, halen İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalışıyor. Ancak lise yıllarında başladığı şiirden bir an bile kopmamış. İbrahim Yavuz Zarifoğlu ile Boyacıköy’de bulunan İSKİ Sosyal Tesislerinde güzel bir sohbet yapma imkanı yakaladık. Bu ortamı yakalayınca biz de, İbrahim Yavuz Zarifoğlu’yla sohbet fırsatı bulunca,  hem 25. vefat yıldönümünnde Cahit Zarifoğlu’nu, hem Maraş’ı, hem de şiiri konuştuk.

GENİMİZDE BİR ŞİİR DAMARI MEVCUTMUŞ

İlk olarak, okuyucularımızın sizi daha iyi tanıması için biraz kendinizi anlatmanızı rica edeceğim…
Zarifoğlu ailesinin İstanbul doğumlu bir ferdiyim. Baba tarafım Maraşlı yani yeni ifadeyle Kahramanmaraşlı. Anne tarafım İstanbullu. Anne tarafım birkaç göbek ilerisiyle yine İstanbullu. Ağırlıklı tarafım Maraş olmasına karşın, anne tarafım, yani şiire biraz daha yakın olan tarafım diyebiliriz. Bu yüzden İstanbul’a olan sevgim, muhabbetim şiirde daha ön plana çıkıyor.

1957 yılı Şubat’ının soğuk bir ikindisinde, İstanbul Fatih Hırka-î Şerif’de dünyaya gelmişim. O mübarek Hırka-ı Şerif’in tam karşısında minik bahçeli, eski bir gecekondu da. Zaten şiirlerimde hep o oturur dağarcığıma. “Akasya kokulu sokağım/ hırkayı şerifim/minik bahçeli evim/ ramazan kokulum ’’ dizeleriyle hep o zamanın küçüklüğünü terennüm ederim. Babam bir asker. Onun üç numaralı evladıyım. Babam rahmetlinin memur oluşundan bu güzel vatanın dört bir yanını gezme imkânımız oldu. Dedem rahmetli ise ağır ceza reisi idi. Maraş’ın tanınmış simalarından. Bu yüzden kültürü yoğun bir aile içerisinde ve zengin coğrafyanın alt yapısıyla büyüdük diyebilirim. Şiir harcımızın kokulu toprağı bu olsa gerek. Değişik özel müesseselerde idareci görevlerinde bulunduktan sonra, 1993 yılından itibaren İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde çalışmaya başladım. 1981 ve 1996 yılları arasında zaman zaman İstanbul’un değişik liselerinde ücretli edebiyat öğretmenliği yaptım. İstanbul İmam Hatip Lisesi’nde, Avcılar 50.Yıl İnsa Lisesi’nde, Beşiktaş Lisesi’nde… İçimde ukde olan o güzel hocalık deneyimimi, o huşu ve huzur veren zevki de böylelikle gidermiş oldum. Evliyim dördü kız, ikisi erkek olmak üzere 6 evlat babasıyım.

Şiire nasıl başladınız? Ailenizde çok önemli bir şair var ve Maraş şiirin başkenti…
Genimizde bir şiir damarı mevcutmuş diyeyim. Çünkü ilk şiir adına heveslerim hayli eski, çocukluk yıllarına kadar uzanıyor. Zorlamayla olan bir durum değil yani… 11-12 yaşlarındayken kendi kendime karalamalarım vardı. Gaziantep Lisesi orta kısmında okurken daha çocuksu şiirler, lise 1’den itibaren son sınıfa kadar yani -İstanbul Vefa ve Maraş Liselerinde- biraz daha edebi olan şiirimsiler yazmaya başladım diyebilirim. Üstat Necip Fazıl’ın yanında Maraş’ta “Müjde” şiirini okumuş ve beğenisini almıştım. Bu benim için hayat boyu kutsal bir kolye gibi taşıyacağım bir onurdur. Ve her şeyden önce beslenme hamurumuzun ilk mayasıdır Üstat. Maraş’ın şiir tarihinde çıkarılmaz bir köşe taşıdır. Maraş’la ismi örtüşen bir Salih mü’mindir Üstat.

1974 yılında İstanbul’da yayımlanan, Davet isimli aylık bir kültür ve edebiyat dergisi vardı. Hatırladığım kadarıyla Kamil Mehmet Oruç Bey çıkartıyordu. Bendeniz de o zamanlar karalama olarak nitelendirdiğim,- kendime göre tabi “büyük şiir!”dim- o şiirlerimi Davet dergisine gönderiyordum. Kamil Bey dergi her ay çıktığında 20 ya da 30 tane Maraş’a gönderiyor, bende muadili okullara bilhassa İmam Hatip Lisesine götürüp bir nevi fahri dağıtımcılığını yapıyordum. Bir gün bir baktım kapak arakasında şiirim… Artık Kamil Bey, bize liseli bir genç diye mi yaklaştı veya hakikaten bir şeyler sezinledi de öyle mi yayınladı artık orasını bilemiyorum.  O günü hiç unutamam!.. Şiirimin çıktığı o sayıyı koltuğumun altında akşama kadar taşıdım. Şiirimi ben diyeyim 30, sen de 50 sefer okudum! O günün hisleri… Kolay değil bir İstanbul dergisinde yayımlanmış!.. Yıl 1974.

Şiirinizi hatırlıyor musunuz? Kitaplarınızda var mı?
Uhrevi âlemden bahseden dizelerdi, aklımda birkaç satırı hâlen var : “Orada ne yalan ne gerçek /her şeyi defter seçecek. “… Hayır, kitaplarımda yok ancak ruhunda taşıdığı iz aynıyla vaki.

DERİNLERDE UYUYAN ŞİİRİ GÜN ÜSTÜNE ÇIKARTAN DEV

Rahmetli Cahit Zarifoğlu’yla olan ilişkinizden, şiir adına ondan nasıl etkilendiğinizden bahseder misiniz?
Şimdi sizlerle buluşmadan önce değerli dostum, amcamla yapılmış onu derinlemesine tahlil eden dergileri yeniden gözden geçirerek geldim. Amcam bildiğiniz gibi 7 Haziran 1987’de vefat etti. 27 Haziran’da ise “Cahit Zarifoğlu Mavera Özel Sayısı” çıktı. Ortalama 140 sayfalık bir dergi.
Bu dergiyi en az, 10-15 kere okudum desem mübalağa etmiş olmam. Ne adına? Rahmetli amcam Cahit Zarifoğlu hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak, daha yakinen tanımak adına… Cahit Zarifoğlu’nu, âcizane şöyle ifade ediyorum; “Derinlerde uyuyan şiiri gün üstüne çıkartan dev!” Uyuyan şiire, şeffaf ve karmaşık görünümlü bir elbise giydirdi ve bir şiir dâhisi olarak devrini tamamlayarak uhrevi âleme göçtü. Şiir adına “nevi şahsına ait bir kozası” vardı. Hiç taklit edilemeyen, bir başka şairin çalışmalarına benzemeyen…

Kişisel olarak kanaatim zor bir insandı.  Zor yaklaşılan bir insan… Fakat girildiği zaman, ucu bucağı olmayan, içerisinde sonsuz gizemler saklayan bir mağara, bir gizem dehliz. Yani şiiri ve karakteri örtüşen birisi. Bizler yapı itibarıyla öyle değiliz. Kendi adıma söylüyorum; bizi kapısı açık bir kümes gibi görebilirsiniz. Tevazu yapmıyorum sadece onunla -mukayese adına- söylüyorum bu hakikati. Çünkü çevre ve şartlar şiiri oluşturur, yani bir nevi karakter oluşması gibi… Ama o şiiri karakterine çeviren istisna bir insan, müstesna bir şair.

Rahmetli ile –amcamız olmasına rağmen- tabi o Ankara’da bizler babamızın memur olması münasebetiyle İstanbul’da, Gaziantep’de ve değişik şehirlerde oluşumuzdan dolayı bir araya gelmek 18 yaşında nasip oldu. Ankara Kızılay’da, Mavera dergisi merkezinde tanıştım. Tanıştıran arkadaşımızda Maraşlı bir şair idi. İstikbal adına büyük şair olacağını kanaat ettiğim bir insandı, neden bilemiyorum, şiiri, yazıyı bıraktı. Hatta Mavera’nın okuyucu postalarını cevaplandırma işini rahmetli Cahit amcam kendisine vermişti. Kendisi şu anda pek bu cepheye girmediği, girmek istemediği için ismini zikretmiyorum. O arkadaşım beni götürdüğünde, Cahit amcam 1940 doğumlu, ben 1957 doğumluyum aramızda 17-18 yaş var. Ben 18 amcam 35 -36 yaşlarında… O dost, Rahmetliye, “sana birini tanıştıracağım” dedi. Tabi Cahit amcamı ben hiç göremedim. İletişim bugünkü gibi değil tabi, çok farklı o günler. Tabi, bu arada Amcam ileri seviyeye gelmiş, kitapları olan, yazan bir şair… Ama haberim yok eserlerinden ve bilhassa şiirlerinden. Zannederim 1972 veya 73 amcamın şiir kitabı çıkmış, ama haberdar değilim. Maraş’ta okuyorum, lisedeyim. 1974’de “İns” adlı eseriyle bundan haberdar oldum. 1974’te Davet dergisinde çıkan şiirlerimin, yani şiirimin başlangıç temasının, aslında hiç haberdar olmadığım fakat daha derinlemesine okuyup hissetmeye başladıktan sonra, çok büyük şekilde -haddini aşan yüksek bir cümle olacak bu ama- Cahit amcamla, rahmetliyle muazzam bir örtüşme sergilediğine şahit oldum. O ana kadar rahmetlinin hiç şiirlerini okumadım. Bu ifadeleri o zamanlar adına konuşuyorum. Şiirimiz bir yol tutturduktan sonra, yeni bir yol çizgisi oluştuktan, yani artık yavaş yavaş köşe taşlarını serpiştirmeye başlayıp kendine bir ark oluşturmaya başladıktan sonra, bunu daha net görür oldum.

Yani Mavera dergisinde, Kızılay’da tanıştık. Ben Cahit amcamın o derin gizemli bakışını, o sessiz duruşunu hiç unutmadım. İlk etapta tabi, çok zor aşılan o şahsi kapısını açmaya gücüm yok o anda… Çünkü hem amcamla ilk defa tanışıyorum, hem de dev bir şair var karşımızda yeğen olma adına kolay değil. İlk intibaım; ben o’nu sevdim eminim o da beni sevdi.

Ne hissettiniz o an?
Hissettiklerim, tabi bir şiir dağının yanında küçük bir çakıl taşının duruşu mesabesinde… Bir kibrit çöpü, bir çınarın yanında ne hissedebilir ki! Yeni yetme küçük bir tomurcuğun, koca bir gül ağacının yanında ölçüsü ne ise bizimki de o… Ama ondan bir parça gibi hissettim kendimi. Netice itibarıyla her şeyden önce amcam…

HEM ŞİİR DOSTU, HEM DE ALLAH DOSTU BİR VELİ

Rahmetli Zarifoğlu’nu kendi pencerenizden nasıl görüyorsunuz?
Rahmetlinin, edebi ve sosyal arkadaş çevresinin çok zengin olması nedeniyle ilkokul devresinden vefat anına kadar gerek kendi yazdıkları ve gerekse adına yazılanlar, onu her yönüyle detaylı bir şekilde ele almış ve kayıtlara düşmüştür. Bu yüzden hastalığı dönemindeki hatıralarından başka ilave edeceğim pek yeni bir şey yok diyebilirim. Ancak nedense pek kayıtlara düşmeyen şu hususları müsaadenizle ilave etmek isterim; Rahmetli bilindiği üzere Merhum Van Müftüsü Kasım Arvasi hazretlerinin kızıyla evliydi. Nikâh şahidi ise Dedem Rahmetli Niyazi bey ve Merhum büyük şair Üstat Necip Fazıl Kısakürek’ti. Devin şahitliği de, yine devlerden oluşur diye düşünürüm. Kasım Hocaefendiyle görüşmelerimiz oldu, çok şükür diyorum. Onun lisanıyla söylemiş olmak adına ifade edeyim; Rahmetli Cahit Amcam “imanı kamil, Salih bir mü’min”di. Çünkü o yine Kasım Hocamın ifadesiyle, hayatında gıybet etmemiş bir insan olma büyüklüğüne, şerefine sahip kişiydi. Bunu bizzat kendisinden duymuşumdur. O İslam coğrafyasının bir şairi olarak anılmak isteyen ve Yunus olma arzusunu yürekten duyan birisiydi. Kayıtsız, şartsız cesur, fedakâr, alicenap asil bir mü’mindi. Yani şairliği, edebi kişiliği zikredilecekse -ki mutlaka edilmeli –bunlardan önce o’nun asil Müslümanlığı perverde edilmelidir. 80’li yılların başlarını bilenler; o günler adına büyük zulme maruz kalmış Afganistan, Suriye (Hama-Humus) ve diğer İslam coğrafyası mazlumları adına nasıl bir mücadele insanı olduğunu yakinen bileceklerdir. Çağdaş şiirin şahikası olmakla birlikte, asil tavırlı bir mücahit olmanın sızısını hep çekmiş ve hissettirmiştir. Sanatı kendi devingen kuytusu içerisinde ele almamış ve fildişi kulesinde koza örmemiştir. İçinde bulunduğu şartlar adına bir Necip Fazıl, bir Akif gibi mücadele ve hak insanı olmayı ısrarla sürdürmüştür. Eserlerini dikkatlice tetkik edenler çok net göreceklerdir ki o bir sanat devi olmanın yanı sıra Sünneti Resullah aşığı bir velidir… Hem şiirin velisi, hem Allah dostu bir veli…

Sonrasında ilişkileriniz nasıl devam etti?
Tabi Rahmetli Amcam, Ankara’dan 1983 Haziran’ında İstanbul’a geliyor. İstanbul Harbiye’de Radyoevine tayini çıkıyor. Çağlayan’da ilk ziyaretlerimi yapmaya başladım. O sıralar artık hastalığın yavaş yavaş başladığı yıllar. Bu döneme ait gerek iş, gerekse kişisel bilgiler açısından kendisiyle birlikte 5 yıl beraber çalışan, mesai ve edebi arkadaşı olan Mustafa Ruhi Şirin beyefendinin çok hassas ve derin anlatımları var. Bunu yukarıda bahsettiğim özel Mavera sayısında uzun uzun anlatır. İnsanlar kırık dökük parçalar halinde, herkes kendine dönük olan kısımlarını kullanabilirler, anlatabilirler ama büyük hacim Mustafa Ruhi Bey’de… Mustafa Bey, rahmetliyle ilgili anılarını gün gün, saat saat anlatır. Bu edebiyat adına çok büyük bir olay… Çünkü herkesin bilmediği öz paylaşılıyor.
Mesela, bir gün kapıdan içeriye girerek şöyle söylediğini ifade ediyor; “Kışın ölüm kolay ama haziranda ölmek zor!” Bakın amcam 1983’de bu cümleyi söylüyor, 1987 de vefat ediyor, 7 Haziran günü… Buradan anlaşılıyor ki, Cahit amcam rahmetli, devasa bir şair fakat aynı zamanda “o devasa bir mümin, bir veli, bir derviş… Şiirin velisi ve dervişi” 87’de rahatsızlandı, 1-1.5 ay gibi kısa bir süre içinde vefat etti.

Amcanızla hiç şiir konuştunuz mu?
Amcamla ben şiir konuşmadım, konuşamadım ancak çok yakinen hep takip ettim. Amcam büyük bir dev; küçük bir cüce, dev ile nasıl konuşabilir. Ama sonradan incelemelerimde yazmış olduğum acizane o kırık dökük şiirlerimde baktım ki, rahmetli amcamla şiirlerim çok noktada örtüşüyor. Bunun kıvancını yaşadığımı söyleyebilirim. Tabi onun o güçlü içe dönük, gizemli, devasa dizeleriyle bizim kırık dökük dizlerimizin mukayesesi söz konusu değil…

Yani şiirinizde akrabalık görüyorsunuz?
Evet, çok güzel ifade ettiniz… “Şiirlerimizdeki akrabalık” güzel bir benzetme. Aynı zamanda karakter benzemesi, örtüsü altındayız.

Rahmetli Cahit Amcam hiçbir derneğin üyesi ve mensubu değil, olmamış. Hiçbir kimseyi dinlemeye gitmiş bir insan değil. Bakın size bu çok özel ancak Zarifoğlu’nun araştırmalarından sonra elde edilecek bilgiler vereyim. Bir gün Rasim Özerören’in çok zorlamasıyla; bir Alman Derneğinde –kendisi Alman Filolojisi mezunu- bir konuşmaya çağırıyorlar. Son güne kadar tereddüt içinde, o gün gidip bir konuşma yapıyor, herkesi hayran bırakan muhteşem bir konuşma. O konuşması ilk ve son oluyor.
Türkiye’de Cumhuriyet sonrası çağdaş şiirin yol alması manasında, İslami duyarlılığı olan beş özel şair varsa bunlardan birisi hiç şüphesiz amcam Cahit Zarifoğlu’dur.

İLK KARŞIMA ÇIKAN KIZA ÂŞIK OLACAĞIM

Türk şiirinde, Cahit Zarifoğlu’nu şiiriyle ayrı kılan nedir sizce?
Cahit amcam rahmetli ikinci dönem şiiri dediğimiz, çağdaş Türk şiirinin (1950 sonrası) en belirgin simasıdır. Şiir geleneğinde modern şiir olarak kabul ettiğimiz çağdaş şiiri zirveye taşımış birisidir. Kendisinin Alman Rilke’den büyük oranda etkilendiği savı yaygındır. Fakat kendisi bilahare şiirlerini yazdıktan ve şiirinin rengi oturduktan sonra Rilke’yi okuduğunu ifade eder. Şiirinin zirvesinde iken, köşe taşları oturmuş, arkı oluşmuş artık denize bağlanacak noktaya geldikten sonra edebi farklılıklara yöneliyor.  Evet, bir Necip Fazıl, Nuri Pakdil, Sezai Karakoç ve sol tandanslı ekoller var. Ancak bu ekollerden beslenmesine karşın kendisini onlardan ayıran çok farklı bir şiir tınısı var. Yani bu sabahlara kadar konuşulsa anlatılmayacak ayrı bir şiir özelliği. Nevi şahsına mahsus bir şair. Bahse konu dergide ta 1960’dan başlayıp vefat edene kadar olan şahsiyeti, edebi kişiliği ve her şeyden önce şiiri, ilmik ilmik irdelenerek ele alınıyor. Vardıkları netice şu; Cahit Amcam rahmetli, “okuyan bir şair değil!”

Mahalle baskısını asla kaale almaması çok önemli bir olay. Çevreden etkilenmeyen, çevreyi tamamen etkileyen. Korkusuz, güçlü bir alt yapı ve iradenin varoluşu. Yoksa nasıl özel olacaksınız? Bizler mahalle baskısından korkan şairleriz, gerçek şairler mahalle baskısından korkmaz mahalle baskısını yırtmış bir insan rahmetli amcam, onun için kişisel hareketlerinde de özel birisi.

Şimdi Erdem Beyazıt, Rahmetli Cahit amcamdan bahsederken “o hayatının hiçbir döneminde aşksız yaşamadı” diyor. Burada aşksız kelimesini fiziki manada objeye duyulan bir aşk manasında değil bir tutku manasında kullanıyor şüphesiz!.. Enfusi sevgi bağlamında kalıyor ve yaşıyor. Edebiyat hocası pervasızlığına kızarak onu lisede edebiyat dersinden bırakıyor. Bu durum iki yıl sürüyor. Edebiyat hocası onun dik duruşlu şahsiyetine kızıyor tüm edebi gücünü bilmesine karşın. İlginçtir en son Vali devreye girerek dersten geçmesini sağlıyor.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Filolojisi’ne kayıt yaptırırken “ilk karşıma çıkan kıza aşık olacağım seveceğim” diyor. İlk kızın adını öğreniyor ve sonra onunla arkadaş oluyor. Çok ilginçtir,  bir değişik tutku. Her şeyden önce sevgi, sevgisiz şair olmaz. Şair farklı pencereden bakan insan farklı seven insandır.

NEREYE BAKSAM İSTANBUL!..

Sizin şiirinize dönersek, özellikle kendinizi ifade ederken aşk, sevgi, İstanbul temaları ağırlıkta olan şiirler kaleme alıyorsunuz.
Malum bunları ifade etmeye gerek yok. Şairin kendisine göre bir dünyası var o fildişi kulesine kimseyi sokmaz. Zaten tarifte edilmez sevginin yüceliği. Acizane bir şiirimde, “Cam kırığı köşelerin./ Hep içimi acıtır./ Bir kara gelin uğurlanır Sirkeci’den/. Derbeder eder yüreğimi / ruhum incinir.”
Nedir cam kırığı köşeler? Hep anılarım var. Nereye baksam İstanbul. Her köşesi anılarla dolu. Hep görüyorum bu yüzden cam kırıkları batıyor. Tabi şiir izah edilmez anlatılmaz ama mevzu olduğu için söylüyorum. Aşk var, anı var, dertleniş var, içsel sızı var, serzeniş var, şiir deresi içine girip çıkma var, geri planda geldiğiniz bir Maraşlılık var, Zarifoğlu sülalesinin bir ferdi olmak var, okumak var, şiiri sevmek var, edebiyatı sevmek var, hayata farklı bir pencereden coşkuyla bakmak var, ince seziş var, yüksek oranda duygu var, ağlama var, gözyaşı var, hasret var, kara treni sevmek var ve her şeyden önce hayatımızın içinde şiir var.

İstanbul’un ayrı bir yeri var şiirlerinizde… İstanbul’u konuşalım isterseniz.
İstanbul’a aşık olan herkes gibi her şair gibi şüphesiz bendenizde aşık birisi sayılırım.  Bu ifadelerimde haklılık payım yüksek. Çocukluğum ve yetişkin hayatımın şiir kozasının örüldüğü bir yer İstanbul. Bu yüzden vefa borcumu, İstanbullu şiirler diye isimlendirdiğim iki adet şiir kitabım çıktı. İnşallah “İstanbullu üç şiir” diye yayımlama niyetindeyim. Her yazarın, hatta İstanbul’u hiç görmemiş şairlerin bile İstanbul’a dönük şiirleri var. Bendenize diyeceksiniz, “İstanbullu üç tane kitap olur mu?” Olur efendim hatta yüz kitap bile olur. Çünkü az önce de söyledim “cam kırığı köşelerin içimi incitir/hep acıtır.” Her yeni acı yeni bir şiir demek bu minvalde. Devam edersem İstanbul sergüzeştliğine, hem bir belediyeci olmanın getirdiği bir münasebette var ayrıca. İstanbul’un gözüken o asitane vasfının, o payitaht olmasının, o veliler beldesi olmanın yanı sıra İstanbul’un birde gözükmeyen kendine has sakladığı saklı hazinesi var, sırlı bohçası var. Bir başka şiirimde öyle ifade ediyorum; “Deniz içerisinde iğne oyası saklı hazinem/ sırlı bohçam/. Kız kulem,/ adalardan yüreklere esen ılık meltem /marmara’ya ışıl ışıl serilen renk seccadem/ her akşam eminönünden Kadıköye özlem taşıyan vapurum/ gri kanatlı rakkasem Sirkecili martım çığlığım /senin sinemde doğdum senin sinende yoğrulacağım.”

Böyle vasfediyorum  İstanbul’u. İstanbul’u sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar oturup, -“Beldetün Tayyibetün” diyorlar ya- konuşsak bitiremeyiz. Bu tayyip olan, bu övülmüş, asitane, veliler diyarına, değil üç kitap üç bin kitaplık şiir yazılsa İstanbul anlatılmaz. İstanbul’a olan tutkum ne şiirlerimde son bulur ne tutkumun belli bir mesafesi var. Bu kendine has mesafesiz gidişte gidecek gittiği yere kadar. İstanbul’un gözükmeyen taraflarını bir belediyeci, olmak münasebetiyle geziyorum görüyorum. İstanbul çok farklı güzellikte bir şehir, Koca Mimar Sinan’ın Kırk Çeşmeler diye yaptığı,  Belgrat ormanları içinden getirmiş olduğu ve İstanbul’un kırk ayrı yerine su indiren, o kendine has muazzam çeşmelerin serinliğini, nasıl dillendireceğiz. Ki o zamanlar Kanuni Sultanın , “Bre Mimarbaşı İstanbul’a su gelir mi?” sualine, “Gelir sultanım, zamanında altın sikkeleri yan yana dizmek gerek” dediğinde, Kanuni’nin “Bre Mimarbaşı gerekirse üst üste koyarız!” dediği bir şiir evrenselliği hazzını nasıl ifade edebiliriz. O günlerde döşenen o kendine has künkleri de gördüm. O kadar çok heybet, o kadar çok güzellik var ki İstanbul adına, hangi birini arz edeyim.

EDEBİYATTA SOLA ÇOK FARK ATTIK

Türkiye’de Edebiyat dergilerini nasıl buluyorsunuz. Takip ettiğiniz bir dergi var mı?
55 yıllık ömrümde, kendimizi anlamaya başladığımız 17’li yaşlardan itibaren edebiyatın güzellikleri içerisindeyim. Rahmetli gibi diyebilirim hiç bire yaslanmadan, kuvvet ve güç almadan, çok renkli ulusal değerler içeren dergileri hep takip etmekteyim. Ancak üzülerek belirteyim ki; her duruşun kendine has ekolu ve grubu var. Hayatın her deminde geçerli olan bir şey bu. Pek yadırgamıyorum. Bu genel dünya adına oluşmuş bir konsept. Edebiyat adına olduğu gibi her türlü sivil yaşamın bir tezahürü. Bunu modern çağdaş dünya kendine has bir takım isimlerle gruplandırdı. Sendikal faaliyetler adında yönlendirdi, sosyal kuruluşlar olarak yönlendirdi vs. Tabi bu durumdan edebiyat da nasipleniyor. Demin Cahit Zarifoğlu, merhumu anlatırken aslında bu sorunuza kısmen ve zımnen bir cevap vermiş oldum. Hiç bir yere mensup değildi derken… İddialı bir şey, hiç kimseyi de kolay kolay dinlemiyordu, bir yere mensubiyetsizlik insanı zorluyor. Yalnız kalıyorsunuz. Bu durum her beşeri zorlar. Mesela geçenlerde şiirin başkenti Maraş’ta Belediye’nin, Türkiye’nin değişik yerlerinden 100’e yakın şairi topladığı dört gün süren bir etkinlik oldu. Masrafları da üstlenerek Maraş’ta muazzam bir şiir festivali organize edildi. Orada 50- 60 tane şairi ilk kez bir arada gördüm. İlk defa hayatımda bu dört gün boyunca ve ayırt etmeksizin, hiç sektirmeden mümkün olduğunca onlara yaklaşarak konuşmak, girebildiğim kadarıyla o kapalı tuttukları kapıları biraz aralamaya gayret ettim. Bunu şunun için söylüyorum;  şairler biraz ilginç insanlar malumunuz kapılarını zor açıyorlar. Orada, sanki biraz hafif bireysellikler taşıyan duygular hissettim. Olması gereken belki buydu. Ama ben biraz ekolleşme hissettim. Bu durumu edebiyat adına, aynı paydada buluşanlar adına pek tasvip etmiyorum. Olabilir bunlar belki ama şahsım olarak bir ekole mensup olmayı hiç kabul etmiyorum. Sol bu işi sahiplenmiş. Birbirlerini tutup, yüceltme adına!  Sevincim şu oldu ki; günümüz iç donanım ve dinamiği İslam algılı şiiri, solu fersah fersah geçti. Solun bundan haberi yok. Edebiyatta çok fark attık. Onlar hala bir takım cinsel objeli, günlük polemikler içinde boğuşuyorlar, farkında değiller. Bunu belki 15-20 sene sonra fark edecekler ama o zamana kadar yüzyıllık mesafe alacak İslam donanımlı şiir.

Ben elimden geldiği kadar, bütün edebiyat dergilerini gerek internet ortamında gerekse yazılı basın ortamında yakın takip etmeye çalışıyorum. Dev bir nehir gibi akıyor şiir. Ancak içinde belki serinleyebilir, bir nebze yüzebilirsiniz. Kocaman adımlarla ilerleyen bu gelişmiş, teknolojik dünyada edebiyat her zaman yol gösteren bir kılavuz, zarif bir mihmandar olarak tarihi değerini, güzelliğini koruyacaktır.

ABDURRAHİM KARAKOÇ ULU BİR ÇINAR İDİ

Ben yeniden Maraş’a dönmek istiyorum. Geçtiğimiz günlerde yapılan şiir etkinliğinde neler oldu, neler konuşuldu? Bir de bize Maraş’ın ünlü şairleri hakkında bilgi verir misiniz? 
Şairler ve şiir adına çok hoş güzellikler yaşandı. Türkiye’nin her yöresinden gelen şairler kaynaşması oldu. Şairler birbirlerini biraz daha yakinen tanıma fırsatı buldu. Şairler Parkı, Şairler konağı ve çok değişik etkinlikler yaşandı. Maraş Belediyesine ve bu hizmette samimi olarak koşturan tüm değerli dostlara kendi şahsım adına ne kadar teşekkür etsem az. Bizlere her şeyden önce şair olmanın hazzını tattırdılar. Tebrik ediyorum şiir adına bundan böyle büyük açılımlar yapılarak kapılar açıldı. Bu asla yadsınamaz bir durum.

Sorunuzun ikinci kısmı cevabi manada çok uzun anlatımlar gerektiriyor.  Maraş şiirinin gövdesini tabi ki Cumhuriyet döneminden sonra ele alarak değerlendirmek gerekiyor. Öncesi, Osmanlı’ya uzanan kısmı biraz daha örtülü. Harcın rengini Üstad Necip Fazıl Kısakürek oluşturuyor hiç şüphesiz. Önemli isimleri serdedersek Nuri Pakdil, Erdem Beyazıt, Rasim ve Alaaddin Özdenören kardeşler, Cahit Zarifoğlu İsmail Kıllıoğlu, Osman Sarı ve uzayan bir liste. İlave edersek Maraş’a gelip okumuş olma adına Akif İnan, Diyarbakırlı olmasına rağmen Sezai Karakoç, gibi misafir Maraşlıları da sayabiliriz. Bizim mensup olduğumuz bir jenerasyon da var tabi, 50’li yaş grubu. Yakında kaybettiğimiz Abdurrahim Karakoç  ve Bahattin Karakoçları da saymamız elzem.  Abdurrahim Karakoç merhumu Allah’tan  gani gani rahmet diliyorum.

Abdurrahim Karakoç hakkında bize neler söylemek isterseniz?
Abdurrahim Karakoç 80 yaşında vefat etti. Hece ağırlıklı, heceye dayanan gerçek bir halk şairi, teması hep İslam olan, aşk olan, sevgi olan cesaret olan, kahramanlık olan, vatan olan, millet olan yani sanatı sanat adından ziyade bunlar adına yapardı. Zaten rahmetli kendisi de bizzat ifade eder, “içerisinde insan olmayan şiiri, sanatı sanat kabul etmem” diyen, böyle bir Maraşlıydı.

Maraş’ın gerçek hece ve halk şairi diye ifade ettiğimiz ulu bir çınarı idi. Dev idi. Allah gani gani rahmet etsin. Onunla alakalı ne söylersek az. Türkiye’de kendisini sevmeyen yok. Bugün neyle anılıyor; “Kör dünyanın göbeğine, Kuşların göz bebeğine hak yol İslam yazacağız.” Bizler o sloganlarla büyüdük.

Son olarak sizin okuyucularımıza söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Sanatı insan gönlüne açılan bir pencere açmak saadetinde değerlendiriyorum. Yani gönle asılmış çok renkli bir tabloda diyebilirsiniz. Faydası olan ruha güzellik ve zindelik arzeden bir tablo. Suyun kıvrılışı gibi akışkan ve zinde bir ruh taşımalıdır kelimeler, şiir adına özenli ve seçici olmalıdır. Zekâ taşımalıdır. Zevk ve temaşa duygusunu kabartmalıdır. Aziz olmalıdır kelimeler. Bu yüzden şiir has bahçenin nazenin gülü olmalıdır. Kokusuyla, varlığıyla her dem hoş, her dem alımlı. Ve şairiyle değil varlığıyla var olmalıdır şiir.

Bendenize vaktinizi ayırdığınızdan dolayı müteşekkirim.” Baki kalan bu kubbede hoş bir seda bırakma adına” sağolun, varolun diyorum.
 

on5yirmi5.com