Yazarlar Ayşe Şasa’yı yazdı

Edebiyat
İşte o yazılar… Salih Tuna: Bir kadın bilgenin ‘er kişi’ yolculuğu Kemal Karpat’ın ‘Dağı Delen Irmak’, Edward Said’in ‘Yersiz Yurtsuz’ ve Eric Hob...
EMOJİLE

İşte o yazılar…

Salih Tuna: Bir kadın bilgenin ‘er kişi’ yolculuğu

Kemal Karpat’ın ‘Dağı Delen Irmak’, Edward Said’in ‘Yersiz Yurtsuz’ ve Eric Hobsbawm’ın ‘Tuhaf Zamanlar’ının hemen ardından Ayşe Şasa’nın ‘Bir Ruh Macerası’nı okuduğumda şöyle demiştim:

Üç otobiyografik kitabın ortak özelliği, ‘yersiz yurtsuz’ hayatların ‘macera’sını anlatmaktır.

Kemal Karpat doğduğu Romanya’da Türk, Türkiye’de Rumen muamelesi gördüğünü anlatır ‘Dağı Delen Irmak’ta.

İskenderiye doğumlu Yahudi bir göçmen, büyük tarihçi Eric Hobsbawm da nihayetinde bir ‘yersiz yurtsuzdu.’

Gençliğinde girdiği Komünist Parti’den zihinsel olarak kopsa da, fiilen kopmamasının en önemli nedeni, ‘Komünist Parti’yi bir nev-i ‘yer – yurt’ edinmesiydi.

Hıristiyan bir Arap olan Edward Said ise, ‘Filistin Davası’na adanmışlığını ‘yer – yurt’ edinmiştir kendine.

Ayşe Şasa’ya gelince…

Daha derinlerde ve daha yakıcı bir şekilde yaşanmış bambaşka bir ‘yersiz yurtsuz’luktur onunki.

Öz be öz yurdunda ‘yurtsuz’, kendi evinde ‘yersiz’ bırakılmıştır.

İrfanla, hikmetle bütün irtibat telleri kopartılmış; öyle ki ‘toplumun ‘Tanrı’yı Allah ismiyle andığından’ bile habersiz bırakılmıştır.

Zira yabancı mürebbiyesi ‘Gott’ şeklinde öğretmiştir Allah’ı…

***

Ayşe Hanım onca çileli yolculuğun ardından Allah’ı ‘öğrendikten’ sonra son nefesine kadar hep onu zikretti, hep onu anlattı.

Vah vah, çok yazık; ne ihtilaçlı, ne yaralı, ne talihsiz bir hayat yaşadı diyen ‘muhteremleri’ de içine doğdukları ve içinde ense yapıp matine-suare horul horul uyudukları hakikatin kıymetini bilmeye çağırdı.

Adeta sarstı.

Uykularını kaçırdı.

**

Sosyal sınıfı kültür düzeyi ne olursa olsun Allah’ı anan ve anlatan kim varsa da müthiş bir tevazu ile dinledi.

Masivayı hatırlatan isterse bin Oscar, bin Nobel alsın zerre miskali itibar etmedi.

Necip Fazıl’ın, ‘Ellerime uzanan dudakları tepeyim / Allah diyen gel senin ayağından öpeyim’ dizesi haller içinde halinin hülasası gibiydi. (Bu arada yeri gelmişken belirtmek isterim: Necip Fazıl’ın ‘O ve Ben’ini senaryolaştırmıştı. Merhum Ahmet (Bayazıt) abi gerçekleştirecekti. İkisi de ‘Rahmet-i Rahman’a’ kavuştu. Çok güzel bir senaryoydu. TRT bir şekilde bu projeyi hayata geçirse bence çok güzel olur.)

İçine doğdukları hakikatin, yani bast halinin kıymetini bilip bir ömür şükredeceklerine, Ayşe Hanım’ın büyük bir lütuf eseri kurtulduğunu ifade ettiği ‘kabz halinden’ ibaret bir yaşama kapak atmak için kırk takla atan, fırıldaklar çeviren ‘muhteremleri’ en güzel, en etkili şekilde ‘uyardı.’

Ayşe Hanım’ın hayat hikâyesi aynı zamanda böylesi bir uyarının da ifadesidir.

Uyarının, yani irşadın…

***

Vefatı, yani vuslatı da, gasilhaneden dergahtaki vedalaşmaya, Fatih Camii’ndeki cenaze namazından büyük dayısı Rauf Orbay’ın da metfun olduğu aile kabristanlığında defnedilmesine kadar bambaşka bir irşat hikayesidir.

***

Tuğrul İnançer Beyefendi Fatih Camii’nde dün Ayşe Hanım’ın cenazesini ‘Er Kişi niyetine…’ diyerek kıldırdı…

İki anlamı var bunun. Biri ‘ilmihalle’ alakalı…

Diğeri…

Ayşe Hanım, ‘bezm-i elest’ sözünü tastamam tutan, masivayı yerden yere çalan bir yiğitti.

Yazının devamını okumak için tıklayınız! 

İbrahim Tenekeci: Ayşe Şasa için…

Ayşe Şasa vefat etti. Onu ilk kez, Dergâh dergisinde yayımladığı Yeşilçam günlükleriyle tanımıştım. Doksanlı yılların başı. Sonrasında bu yazılar kıymetli bir kitaba dönüştü. (Kasım 1993) Bu cümle, birçok açıdan kendisiyle ilgili ipucu verebilir: ‘Dilimden düşmeyen üç kelime var: İlham, keşif, fetih.’ (Yeşilçam Günlüğü, Küre Yayınları, sayfa 88) O kitapta altını çizdiğim yerlerden biri de Bülent Oran için kullandığı ‘rakibim ve kurtarıcım’ ifadesiydi. Ne kadar güzel. Yıllar sonra, onu, ‘müthiş merhamet sahibi bir insan’ olarak anar. (Bir Ruh Macerası, sayfa 119)

Kırklar dergisini çıkarırken, Ayşe Hanım’ın birçok yazısını yayınlama mutluluğu yaşadık. 2002 yılının haziran ayından başlayarak, dört bölüm halinde Bir Doğu Aristokratının Notları’nı. Bu yazıyı 1988’de kaleme almıştı ve ‘ölüm-süzlüğün baharı’ndan bahsediyordu. Hemen peşinden, Bir Dönüşümün Öyküsü geldi. (Ocak 2003, sayı 25) Sylvia Plath’tan İbn Arabi’ye, dokunaklı bir maceranın hasılasıydı bu. ‘Dünyayı modern batının sığ, hastalıklı, perişan ölçüleriyle değerlendirme çabası beni otuz yaşımda şizofreniye götürdü’ diyordu. Bana hep şöyle gelmiştir: Yahya Kemal, ‘gördüm ve anladım yaşamak mâcerâsını’ dizesini sanki Ayşe Hanım için yazmıştı, söylemişti. ‘Serada büyütülen’ bir çocuk, yolculuğunun sonunda, ‘hayret yaylası’nın bir sakini olup çıkmıştı. Hasanali Yıldırım’la yaptığı söyleşide, yolculuğunu şu şekilde özetler: ‘O kadar radikal bir değişim ki bu, bir ömürde iki ayrı hayat gibi…’

Ayşe Şasa, ‘hakikat kelimesine aşırı bir ilgisinin ve merakının olduğunu’ söyler. (Bir Ruh Macerası, Timaş Yayınları, sayfa 14) Bir baba olarak gördüğü ve aralarında kalbî münasebetin bulunduğu Kemal Tahir’i anlattığı yazısını dergimize gönderdiği vakit, bugün gibi hatırlıyorum, çok heyecanlanmıştık. Kemal Tahir için ‘hakikat arayıcısı bir ârif’ tanımını kullanıyordu. (Aralık 2002, sayı 24) Şimdi daha iyi anlıyorum; aynı ifade yahut durum, kendisi için de geçerliydi. Yine, Kemal Tahir’in ‘biz bu dünyaya çile çekmeye ve pişmeye geldik’ sözü onu derinden etkiler. (Bir Ruh Macerası, sayfa 110) Kemal Tahir, o ünlü sözünü, yirmili yaşların başındaki Ayşe Hanım’a söylemiştir: ‘Maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona göre seç.’

Kırklar dergisinin ikinci dönemine Ayşe Hanım’la söyleşi yaparak başlamıştık. (Mayıs 2003) Delilik Ülkesinden Notlar kitabı yeni çıkmıştı. Yazma gerekçesini / derdini şöyle temellendiriyordu: ‘Şükrümü ifade edebilmek için yazıyorum.’ Kendisini, akıllılar dünyasını seyreden bir deli olarak resmediyordu. O dünyanın anahtar kelimesi ise kibirdi. Bana kalırsa, ‘unutamamak’ da onun anahtar kelimelerinden biriydi.

Delilik Ülkesinden Notlar, ‘koyu bir inançsızlıktan yoğun bir inanca yönelen biri, yol üstünde neler yaşar, neler görür, neler söyler?’ cümlesiyle / sorusuyla başlar. (Sayfa 9) Fakat asıl şahitliğini Bir Ruh Macerası kitabında anlatmıştır. Bu kitap, ‘dünyaya dışarıdan bakmak zorunda kalan bir insanın iç dünyası’nı ortaya çıkarır. Çünkü ‘insanoğlunun kalbinde bir cennet var’dır. (Bir Ruh Macerası, sayfa 144)

‘Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti’ (158) diyen Ayşe Şasa; ikinci yarısında, ‘onlara baktığında Allah’ı düşünürsün’ (148) sözünü hatırlatan insanlarla karşılaşır. Yeni dünyasından / muhitinden memnundur: ‘Birbirini Allah için sevmenin nasıl bir şey olduğunu ben bu dönemde öğrendim. Hiçbir menfaate dayanmayan sevginin ne kadar derin ve kalıcı olduğunu…’ (153) Ve ‘mucizeler bir kere başladı mı bitmek bilmez.’ (141)

Füsusu’l Hikem’i okuduktan sonra, kendisine şöyle seslenir: ‘Ayşe, bugüne kadar okuduğun, öğrendiğin, sana yapılan her türlü telkin, öğretilen her şey yanlıştı diyorum.’ (128) Sonrası, muhasebe ve pişmanlık: ‘İnsanların gelenekle bağları kopunca her şey kopuyor, dünyayla bağı da kopuyor, olup biteni algılayamıyor.’ (43) ‘Hümanist dünya görüşü, esasen insanları geleneğe, vahye karşı kışkırtan bir akım. İnsanı ilah konumuna getiren, vahiyden ve gelenekten, ahiret düşüncesinden koparan bir şey.’ (67) ‘Asrın icabına göre’ yetiştirilmiş, Hıristiyan ve Yahudi mürebbiyelerin elinde büyümüş, daha çocuk yaşta kiliselerle tanıştırılmış, bir zaman kendini onlardan sanmış, Amerikan Kız Koleji’nden mezun olmuş bir insanın sözleri bunlar: ‘Medeniyetimiz, maneviyatı en doruk noktalarda yaşamış çok büyük bir medeniyet. Bunlarla tanıştırılsaydık, kim bilir ne kadar farklı hayatlar vücuda gele-            cekti, bunları düşünüyor, hayıflanıyorum.’ (81) Nihayetinde, ‘bomboş bir kalpten bambaşka bir dünyaya’ geçer: ‘Aynı mekânda, ne büyük bir ruh macerası geçirdim. Tam anlamıyla bir hicret olayı.’ (156)

Yaşadığı yalnızlık ve hastalık sürecinden dolayı yirmi beş sene sokağa çıkamaz. Dostlarıyla, telefonda görüşür, konuşur. Yüzünü görmeden, yeni insanlarla tanışır. O uzun telefon konuşmalarımızı unutmamın imkânı yok. Her biri, aziz bir hatıra olarak kalbimdeki yerlerini aldılar. Ayşe Hanım, telefon konuşmalarını şöyle yorumlar: ‘Dünyayla, telefon hattı üzerinden kurduğum bir rabıta var.’ (Delilik Ülkesinden Notlar, sayfa 136)

Yazımız boyunca, Ayşe Şasa’nın üç kitabına yer verdik. Dördüncüsü, Şebek romanı. Yayınlanmadan çok önce bu dosyayı okumuş, hatta bir bölümünü Kırklar’da yayınlamıştım. (Eylül 2004) Muhtemelen, müsveddeleri arşivimde duruyordur. Şebek romanını, Ayşe Hanım’ın şu cümlesi eşliğinde değerlendirmek gerekir: ‘Kafka’nın büyük bir etkisi var üzerimde.’ (Bir Ruh Macerası, sayfa 71)

Yazının devamını okumak için tıklayınız! 

Akif Emre: Bir gönül sakası

Ayşe Şasa’nın yirmi küsur yıl önce ilk karşılaştığımdaki halini çok iyi hatırlıyorum: Esmer, uzun boylu… Kot pantolonuyla daha da uzun görünüyordu. Simsiyah saçları gür ve beline kadar uzanıyordu. Zamanla hayatı değişti, tesettüre girdi. Hayata daha anlamlı bir yerden tutundu. O günden son anına kadar süren yüz yüze ama mutlaka telefonla da derin bir dostluğun temelleri atılmıştı.

Ayşe Hanım hakkında çok kimse çok şey yazabilir; umut beslediği herkese ulaşmaya çalışmıştır çünkü. Ancak onunla ilgili iki hususun mutlaka hatırlanmasını hem ahlaki bir zorunluluk hem de bir vefa borcu olarak görüyorum.

İslami hayatı yeniden keşfedenlerin, ‘ben Müslüman oldum’ diyenlerin arasında yaygın bir tavır vardır. Her konuda söz söyleme yetkisini kendilerinde bulmaları ve muhafazakar kesimin her konuyu onlara sormak istemeleri gibi bir zaaflarının bulunması. Geçmiş dönemindeki şöhretlerini Müslümanlara fatura edercesine hep önde görünmeyi hak sayan bir tutum yaygındır. Ayşe Hanım samimiyetle ömrü boyu bedel ödediği hakikat arayışının bir yolcusu olmaklığını Müslüman olduktan sonra da bırakmadı. Müslüman oluşunun bedelini hiç bir şekilde fatura etmedi. Sinemadan gelmesini, Cumhuriyet döneminin varlıklı ailelerinden birine mensubiyetini, muhafazakâr kesimin çok da öykündüğü çevrelerden olmasını ne öne çıkardı ne de o çevrelerle ilişkisini kesti. Samimi bir Müslüman olarak eski arkadaşlarıyla insanca ve müslümanca arkadaşlığını sürdürürken yine hakikat peşinde olmaktan geri durmadı.

Önemsediğim ikinci husus onun bir hakikat avcısı olarak samimiyeti ve bu uğurda bedel ödeyecek cesareti göstermiş olmasıdır. Eğer sağlığı yerinde olsaydı muhteşem zihni ve tefekkür kabiliyeti ile yarınlara kalacak eserler verebilirdi. Yazdığı kısa metinler bile bunun ipuçlarını verir. İlk defa karşılaştığı bir hakikati, tespitiyle anında kavramsal bir çerçeveye alır, adeta yeniden üretirdi. Manevi bir derinlik, tasavvufi bir neşe ile hayata yaklaşır, hikmeti arar ve her şeyin iyi, güzel tarafını görmeye çalışırdı.

Uzun yılların dostluğundan yazılacak çok şey var. Ancak Yeni Şafak’ta 1996 ve 2003 yıllarında yazdığım ‘Ayşe Şasa’nın telefonları’ ve ‘Şamar yemiş büyük devlet’ başlıklı iki yazımdan yapacağım alıntılar onu özetler gibi:

‘Sinemacı Ayşe Şasa ile tanışmıyor olabilirsiniz. Ama hiç ummadığınız bir anda sizi arayabilir, eğer bir şekilde ‘iletişim’ ağının içinde iseniz uğraşlarınız sizce çok önemli olmayabilir ama şöyle veya böyle başka biri ile ilintili ise, bir derde deva olacaksa mutlaka telefonunuzda müşfik bir ‘alo’ duyarsınız. Artık listeye girdiniz demektir.

Yüz yüze görüşmediği, telefonla en duyarlı iletişim kurduğu pek çok dostunun olduğunu biliyorum. Bir cümlenizin bile karşılığının olduğuna inandığı an o cümle ulaşması gereken numarayı bulur ve işlevini yerine getirir.

Mekanik iletişim aygıtı olarak telefon ‘metateleks’e dönüştüğü yeni bir sürece girmektedir. Ayşe Şasa’nın evinde yüz yüze belki aylarca görüşmediği dostları ile yüz yüzeliğin yakınlığı kurulmaktadır.’

Ve ‘Şamar yemiş büyük devlet’ başlıklı yazıdan…

‘Aslında Ayşe Şasa delilik ülkesi dediği modern aklın sınırlarını aşmanın, gemisini yalçın kayalıklara çarparak batma noktasına geldikten sonra başka bir aklın varlığını keşfedişin serüvenini yazmış. Maddi aklın dibe vurduğu anda gemisini sahile getirecek olan şey; modern dünyanın görmediği, kavrayamadığı, dahası yok saydığı inancın, irfanın kılavuzluğudur. Ayşe Şasa’nın modern dünyanın tek düzlemde ele aldığı, tek boyuta indirgediği insan tekine karşı bir tür kurtuluşa götüren modern dünyanın dışladığı, modern aklın anlamakta zorluk çektiği aşkın boyutu dile getiriyor.

… Ayşe Şasa’nın bireysel deneyimi, modern aklın esiri olan insan tekinin kurtuluşunu bir tür delilikten, başka bir deyişle divaneliği göze almaktan geçtiğini söyleyenleri haklı çıkarıyor. Ayşe Şasa’nın seyir defteri aslında 68 kuşağının bir başka öyküsüdür. Hakikat sandığı idealler uğruna gemisini kayalıklara sürme cesaretini göstermiş bir neslin farklı bir hikayesi bu. Ne moderniteyi kavrayabilmiş ne de gelenekle sağlıklı ilişki kurabilmiş nesilleri üreten çağdaşlaşma projesinin tükendiği noktaya işaret ediyor; kendi bireysel deneyimi ışığında.’

Yazının devamını okumak için tıklayınız!