Ünlü yazarlar nasıl çalışıyorlardı?..

Edebiyat
Selim İleri’nin yazısı Ali Galip Yener, Rasim Özdenören, Hüseyin Su, Necati Mert, Cemal Şakar, Celâl Fedai, Cemil Kavukçu, Hece dergisinin Mart 2012 tarihli sayısındaki ‘dosya’...
EMOJİLE

Selim İleri’nin yazısı

Ali Galip Yener, Rasim Özdenören, Hüseyin Su, Necati Mert, Cemal Şakar, Celâl Fedai, Cemil Kavukçu, Hece dergisinin Mart 2012 tarihli sayısındaki ‘dosya’, "Yazarlar ve Yazı Mekânları". Hatice Bildirici, Mustafa Şerif Onaran, Merve Koçak Kurt, Âlime Kurt dosya için yazmışlar. Ben de bazı hatırlayışlarımı yazdım. Bu dosyanın edebiyatseverlerin ilgisini çekeceğini sanıyorum.

Gerçi Hece’deki yazıma alıntıladığım gibi, Ataç yazarların nasıl çalıştıklarının bilinmesini, hangi mekânlarda yazdıklarının öğrenilmesini handiyse ‘gereksiz’ bulmuş. Yıllar önce güncesinde veryansın ediyor! Okurların gelgeç bir merakı sanıyor; "çoğu öğrenmeleri unutmalarıyla bir olur" diyor.

Unutur muyuz, bilmiyorum. Tanıdığım yazarların, bugün çoğunu yitirdiğimiz şairlerin, hikâyecilerin, romancıların çalışma şekillerini, yazı mekânlarını, ‘kendine ait’ odalarını ben unutmadım. Üstelik sadece bir merak değildi. Bir yandan da bir şeyler öğrenirim, bir şeyler kaparım hayalindeydim…

Hemen başlangıçta değil, yine de yolun başındayken ‘şair’ler gönlümü çelmişti. Belki düzyazıda şiirle beslenmek istiyordum. Bu yüzden de şiir nasıl yazılır, şiir ‘nerede’ yazılır ilgimi çekiyordu.

İlk kitabım Cumartesi Yalnızlığı’nın sağladığı imkânla, tanıdığım ilk şairleri anımsıyorum şimdi. Elbette Behçet Necatigil’i anımsıyorum, Edip Cansever’i, Cemal Süreya’yı, Attilâ İlhan’ı.

"Ev-aile-yakın çevre üçgeni"nin şairi Necatigil Beşiktaş’taki evinin küçük çalışma odasında yine! Karşısında bir iskemlede tespih böceği gibi büzülmüş, tortop olmuş oturuyorum. Henüz yirmilerimdeyim. Türk edebiyatına, çağdaş edebiyatımıza eşsiz şiirler, radyo oyunları, çeviriler armağan etmiş Necatigil kim bilir neler anlatıyor!

Hayır, unuttuğumdan değil, hiçbirini unutmadım. Fakat şimdi hatırlayışlar hep iç içe geçiyor. Necatigil yine buruk gülümsüyor. Uzakta, pencereden görünen Süslü Karakol’u göstererek, "Süslü Karakol Durağı" adlı oyununu nasıl yazdığını anlatıyor…

Bu çalışma odası kitaplarla dolup taşardı. Şairin üstü kalabalık masası, daracık sedir, bol sigara dumanı, yazsa pencere aralık, sonra yorgun perdeler…

Yazı mekânı burası mıydı şairin? Daha doğrusu, ‘sadece’ burası mıydı? "Ev-aile-yakın çevre" ama, evlerden ırak yazdığı da oluyordu Behçet Necatigil’in. Beşiktaş’ta bir kahve köşesinde, bazan bir iki dize, sigara kutusunun arkasına çiziktirilmiş… Bazan ilk taslak, zaman içinde, artık evde, nice emekle işlenecek…

Edip Cansever’in son iki evini biliyorum. İlki, Bebek’te eski bir yalı apartmanın güzel giriş katıydı. Bakımlı bahçede oturduğumuz yaz akşamları… Kirada otururdu bu evde Edip Cansever. Sonra Etiler’de, yokuş başı, geniş bir daireye taşındılar ailecek.

Bebek’teki evin çalışma odasını görmedim. Son evin çalışma odası, büyük, aydınlık bir odaydı. Necatigil’in odasına bütünüyle tezat bir oda. Çok derli toplu. Kâğıtlar, defterler, kalemler, şairin o sırada okuduğu kitaplar masanın üstünde. Duvarda iki üç raflık bir kitaplık var. Şair herhalde önemsediği kitapları, ‘baş ucu’ kitaplarını raflara dizmiş.

Yazı mekânı burası ama, Edip Cansever şiirlerini damıta damıta bütünlüyor. Daha önce yazmıştım: Edip Cansever -hiç değilse bazı- şiirlerini yakın çevresine yüksek sesle okuyarak ölçüp biçiyor. Arnavutköyü’ndeki Kaptan lokantasında öyle güzel kimi akşamlar: Bir "yaz kırıkları" sözü geçiyor, dizelerden birinde. Dizeden "yaz kırıkları"nı ‘çalıp’, ille kitap adı yapmak istiyorum. Kirli Ağustos’un unutulmaz şairi, çok az yazarda rastlanabilecek cömertlikle, "Al, senin olsun!" diyor. Dizeden çıkarıp atacak…

Doğrusu Attilâ Ağbi (İlhan) öyle cömert değildi. Böyle Bir Sevmek’i ‘isteyeceğimi’ sezer sezmez, hatta biraz soğuk ifadeyle, sözü noktalamış, konuyu hemen değiştirmişti…

Edip Cansever şiirlerini yakın çevresine okuyarak bir etki gücü sınamasına mı girişirdi, kestiremiyorum. Sanmam. Yalnızca dalıp gider, dizelerin ses ahengini tartardı. Ama bizler, onun yeni bir şiirine tanık olmanın sevincini, mutluluğunu duyardık.

Cemal Süreya şiirlerini nerede yazardı, nasıl yazardı bilmiyorum. Kendi şiirinden pek söz açmazdı. Tanıştığımızda, gönül işi olarak, Papirüs dergisini yönetiyordu. Derginin yazı odası edebiyat mahfiliydi. Dünün verimleri, o günün verimleri, eski yeni, hepsi bir arada orada çokça konuşulur, tartışılırdı.

Attilâ İlhan yolda yürürken kurmaya başlarmış şiirini, romanını, yazısını, çizisini. Sıkı bir yürüyüşçüydü. Hangi yıldı, Ankara’dan İstanbul’a taşındı. Maçka’dan çıkar, yağmur mağmur dinlemez, sabah erken saat, Tarlabaşı’na kadar yürür, dönüşte, Elmadağ’daki Divan Oteli’nin pastanesinde bir iki saat oturur, sonra yine yürüyerek Maçka’ya dönerdi. Çalışmanın ham halinin mekânları buraları.

Çok çalışkandı Attilâ İlhan, çalışmayı severdi. Üstelik mekân ayırt etmezdi. Meselâ, Bilgi Yayınevi’nin Tunalı Hilmi Caddesi’ndeki yönetim yerinde, küçük odada, ‘roman’ına çalıştığını hatırlıyorum. Son dönem, hafta sonları, Çolpan İlhan’la Sadri Alışık’a misafir geldiğinde, akşam yemeğinden sonra odasına çekilir, bir iki saat gözden kaybolur, yazısını yazardı.

Mekân ayırt etmemek, nasıl bir kolaylık yazar için! Ben ille yazı masamın başında…

Hece’de Rasim Özdenören’in yazısını okuyorum; âdeta gözümün önüne geliyor:

"İstanbul’da Eyüp’teki Bostan İskelesi çay bahçesi, Beyazıt’ta Marmara Kıraathanesi, bir de Kapalıçarşı’daki Şark Kahvesi en çok ziyaret ettiğim mekânlardandır. Ankara’da da devam ettiğim farklı kıraathaneler olsa da en çok Karanfil Sokak’taki kıraathanelerden birini kendime yakın bulmuşumdur. Seyrek de olsa, o zamanın Gençlik Parkı’ndaki kapalı çayhanelere devam ettiğim de vâkidir. Hangi öykümü hangi kıraathanede yazdığımı çoğunca hatırlıyorum."

Gıpta ettim.

Rasim Özdenören "ünlü" bir yazarımızın "romanını yazmak üzere Büyükada’ya çekildiğini gazeteden" okumuş, yazısında anıyor. Acaba kimdi? Devam ediyor yazar: "Kahvehanelerin o sıkış tıkış hengâmesinden uzakta insan nasıl yazabilir, ne yazacağına nasıl karar verebilir düşüncesi beni yadırgatmıştı."

Mekân değiştirmenin, hele böyle Adalar’a Moda’lara çekilerek yazmanın yararlı olacağına inananlar geçmişte sayılıydı. Daha doğrusu, şairlerin, yazarların maddî olanakları enikonu kısıtlı, Büyükada’ya çekilmek kolay mı?!.

"Büyük" yazarların yaşamöykülerini özetin özeti anlatan bir kitapta okumuştum: Balzac iki üç romanı bir arada yazarmış. Çalışma odasında üç büyücek masa, her birinde bir romanın sayfaları. Birinden kalkıyor, öteki masanın iskemlesine oturuyor. Birinden yoruldukça, diğerine.

Denemeye kalkıştım. Şişli’deki bu, şimdiki eve taşındığımda, asıl yazı masam yine oturma odasında; Horhor’a gittik, eski, küçük bir çalışma masası aldım, arkadaki küçük odaya koyduk, sözüm ona o masada ‘öykü’ yazacağım. Hiçbir şey yazamadım. Horhor’un eski masasını da sonunda -yer kaplıyor diye- bir arkadaşıma hediye ettim.

Hatırlayışlar arasında Salâh Birsel’in de yazı mekânı var: Şiirin ince işçisi, denemenin büyük ustası Birsel, Çatalçeşme’deki evinde, yalın, işlevsel eşyayla döşenmiş odasında sessizlik gereksinerek çalışırmış. Görmüştüm o odayı. Geometrik düzen içindeydi.

Onun tadına doyulmaz günlüklerini okuyanlar bana katılacaklar: Salâh Bey şiirinde, düzyazısında fazlalıklara tahammül edemezdi. Başkalarının yazdıklarında da. "Safsata" diyordu fazlalıklara. Yazılardan çizilerden ille "safra atmak" gerekiyordu. İşte onun yazı odası da öyle yalındı…

Zaman