Şiir, bu topraklara ait olanı söylemek zorunda

Edebiyat
Engin Dinç’in röportajı  Türkiye’nin geçirdiği siyasal ve sosyal gelişmeler edebiyatımızı ve şiirimizi de elbette etkiledi. Güçlü bir geçmişi olan Türk şiirinin Cumhuriyet sonrası macerası ...
EMOJİLE

Engin Dinç’in röportajı 

Türkiye’nin geçirdiği siyasal ve sosyal gelişmeler edebiyatımızı ve şiirimizi de elbette etkiledi. Güçlü bir geçmişi olan Türk şiirinin Cumhuriyet sonrası macerası aslında ilginç ve bir seyir izliyor. Türk şiirinin Cumhuriyet sonrası ve özellikle de İkinci Yeni sonrası yaşadığı dönüşümleri Yazar Selçuk Küpçük, “Modern Türk Şiirinde Bellek Arayışı” adlı kitapta altı şairi ve şiirleri üzerinden ele aldı. Granada Kitap’tan çıkan bu kitabı ve Türk şiirinin geçirdiği dönüşümleri Yazar Selçuk Küpçük’le konuştuk. 

CUMHURİYET BİR KOPUŞ DEMEKTİR 

Öncelikle Modern Türk şiirinin şekillenişi hakkında kısa bir bilgi verir misiniz? Cumhuriyet sonrası şiirimiz Osmanlı’dan aldığımız mirası sahiplenip, önceki dönemlerle bağını sürdürebilmiş midir?  

Cumhuriyet bir kopuş demektir zaten. Yeni bir ulus kurgusu için geçmişi hatırlatacak hemen bütün zihinsel ve nesnel verilerin üzerinin kapatıldığı ceberut bir Tek Parti dönemi vardır her şeyden evvel. Müzik üzerine dahi devrim yapıp, Osmanlı müziğini yasaklamayı akıl eden(!) politik bir fakirlikten bahsediyorum. Anadolu baştan sona şiir demektir. Ve şiirin bu topraklarda hepimizi şaşırtacak denli işlevi vardır. Tasavvufu, tarihi, irfani bilgiyi, geleneği, adap, erkanı, varoluşa ait derinliği şiir üzerinden taşırız. Cumhuriyet ideolojisinin pozitivist temelleri bütün bu devasa birikimi “gerici” bularak, ileri şeklinde kurguladığı Batı merkezli bir zihinsel kod inşa etmeye yöneldi. İşte bize kimliğimizi hatırlatan ve kuşaktan kuşağa aktaran şiir de maalesef bu ceberut müdahaleden payını almıştır. Geleneğe ilişkin halka kopmuş, geleneğin modern zamanlarda sağlıklı dönüşümü gerçekleşememiştir. Ta ki, İkinci Yeni’ye kadar. Ben, modern Türk şiiri diyebileceğimiz sistematik bütünü İkinci Yeni ile başlatıyorum.  

ŞİİR DEMOKRAT PARTİ’YLE KENDİ ALANINA DÖNDÜ 

Kitabınızda sık sık atıf yaptığınız İkinci Yeni aslında Türk şiirinin modernliği sorguladığı ve yeni bir form kazandığı bir şiir akımı. İkinci Yeni hangi sosyal ve siyasal şartlarda doğmuştur? İkinci Yeni Türk şiiri ne derece etkilemiştir? İkinci Yeni’nin günümüz şiiri üzerindeki etkisinin sürdüğü söylenebilir mi? 

Ben İkinci Yeni ile Demokrat Parti iktidarındaki Türkiye arasında bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Bu ilişki kaba sosyalist gerçekçilerin ya da Attila İlhan’ın söylediği gibi Demokrat Parti’nin yedeğinde yapılanmış bir bütün değil. Bu çok sığ ve sosyolojik okuma yapamamış bir yaklaşım olur. Demokrat Parti, Halk Partisinin şair ve yazara yüklediği “devlet, rejim memurluğu misyonunu” terk etmiştir. Böylelikle şiir kendi alanına geri dönebilecek imkan bulmuş, dünya şiirinin geldiği noktayı kavramış, her şeyden öte zamanın ruhu dediğimiz sosyolojik, psikolojik izlenimleri çağdaş forma dönüştürmüştür. Tabi bütün bunlara rağmen İkinci Yeni’nin, modernleşmenin bu topraklarda ortaya çıkardığı arızalara yönelik işaret ettiği sahih bir çözüm önerisi yoktur. Ece Ayhan’ın anarşizmine kadar gidebiliriz ancak. Akım içerisinde -ya da dışarısında- Sezai Karakoç’un şirinde buluruz bu önerileri. Gelenek ile modern şiir bağlamında ilk ciddi teması ve bir medeniyet perspektifini Karakoç şiiri sayesinde okuruz. Bu ciddiyet doğal biçimde Karakoç’un ardından gelen kuşaklara bir yol haritası sunmuştur. Ben, İkinci Yeni’nin ürettiği şiirin etkilerinin hâlâ sürdüğü kanaatindeyim. Türkiye bir başka sosyolojiye evrilmedikçe bu etkinin de uzun yıllar süreceğini düşünüyorum.

ŞİİRDEKİ BELLEK ARAYIŞI SEZAİ KARAKOÇ’TAN İTİBAREN KURUMSALLAŞARAK SÜRÜYOR 

Kitabınızın adı ‘Modern Türk Şiirinde Bellek Arayışı.’  Türk şiirinin bir bellek arayışı söz konusu mu gerçekten? 

Biliyorsunuz bizim gibi toplumlar için Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç” dediği bir kavramsallaştırma var. Kendisi ile, geleneği ile ilişkisi gerek Batı, gerekse Batı’nın yerli elitleri, aydınları, jakobenleri tarafından kopartılan toplumlar arada kalmış, kimlik meselesi yaşayan, bilinç durumları zedelenmiş bir tarihsel kapana sıkışmıştır artık. Şiirin bu topraklar için önemini yeniden hatırlarsak, kaybettiğimiz bu belleğimizi bize hatırlatabilecek en işlevsel alan şiirin söyleyecekleri ile ilgilidir. Resmi ideolojinin bir kanon oluşturarak edebi pratiği kontrol altına alma girişiminin önemi burada zaten. Biliyorlar şiirin böylesi bir gizil gücünün olduğunu. O yüzden müdahale ediliyor. Kimlik arayışımızın en görünür alanlarından birisi olarak şiir, bu topraklara ait olanı, çağın formuna, diline uygun şekilde söylemek zorunda. Kaldı ki bir hat çizersek, Sezai Karakoç’tan itibaren bu bellek arayışı bence kurumsallaşarak sürüyor.

ASLINDA KİTAP BİR EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ İNCELEMESİ   

Kitabınızda farklı ideoloji ya da kimliklere sahip isimleri, Türkiye’nin farklı siyasi ve sosyal gelişmeleri bağlamında, örneğin darbe dönemlerine atıfta bulunup inceliyorsunuz. Sol görüşlü isimlerden İslamcılara farklı isimler söz konusu. Neden bu kadar farklı isimleri bir araya getirip, okuyucuya sunma ihtiyacı hissetiniz? 

Aslında kitap bir edebiyat sosyolojisi incelemesi. Türkiye’nin temel meselelerini edebi zemin üzerinden görmeye ve göstermeye çalıştım. Bu açıdan şiirini çözümlemeye yöneldiğim her isim ülkenin politik ve sosyolojik bir çatışma alanına karşılık geliyor. Kuşkusuz farklı isimler ile de yürünebilir. Bu, benim baktığım yerden çekilen bir fotoğraf. Yani alevilik meselesi, Kürt meselesi, sol ve resmi ideoloji ile hesaplaşma meselesi, İslamcılık meselesi ve özellikle Kemalist solun darbecilik ile yakın teması meselesini şairler ve dergiler üzerinden açmaya çalıştım. Cemal Süreya’nın Papirüs dergisinin, daha da öte neredeyse bütün bir sol edebi birikimin 27 Mayıs darbesini açıktan ve coşkuyla desteklediğini görmeden, Türkiye’de demokratik alanın neden stabil hale gelemediğini kavramaya yönelmek anlamsız bir çaba. Resmi ideolojinin yedeğinde bir konsepte oturmaya çalışmak, bir bakıma ortodoks sağın da meselesi. Açın bakın 12 Eylül sonrası Türk Edebiyatı dergisinin Nisan 1985 sayısını. Kenan Evren’in Türk Dil Kurumu’ndaki konuşmasının nasıl övgü ile tam metin olarak yayınlandığını görürsünüz. O dönem Evren’in abartılmış bu konuşmasının yan sayfalarında ülkücü kökenli şairler şiir yayınlarken, Mamak’ta dava arkadaşları işkenceden kırılıyordu. Hatta iki arkadaşları işkencecilerin elinde kaldı. Birisine intihar etti diye tutanak tutuldu. Henüz geniş sağ kesimin ve özelde ülkücü edebi çevrelerin 12 Eylül karşısında aldıkları kafası karışık pozisyonu yazmadım. Onu bir önceki yıl çıkan Yüzleşmenin Kişisel Tarihi isimli kitabımın ikinci cildi için düşünüyorum. 

İSLAMCI CAMİA ZİHİNSEL BİR KRİZ YAŞIYOR 

Özellikle Erdem Beyazıt bölümünde Sezai Karakoç ve onun çevresinde toplanarak şiir yazan önemli bir kuşaktan söz ediyorsunuz. Cahit Zarifoğlu da bu isimler arasında. Bugün böylesine önemli ya da umut vadeden bir İslamcı kuşak görüyor musunuz? Geçmişte bu derece önemli isimler ve eserler vermiş bir akımın bugünkü ‘göreceli’ sessizliğini neye bağlıyorsunuz?  

Ben politik olarak İslamcı şeklinde kavramsallaştırılan camianın bugün zihinsel bir kriz yaşadığı kanaatindeyim. Ancak bunu söylerken Türkiye’de özellikle son 10 yıldır demokratikleşme girişimlerinin anahtarının bu düşünce geleneğine sahip bir iktidar tarafından taşındığını da görüyor ve hakkını teslim ediyorum. Kurgusu belki Tanzimat’a kadar uzayan ve Batı ile tarihsel ittifak yapan bürokratik ve ekonomik katmanın devlet ve toplum üzerindeki tahakkümünü bozan, bu savaşı millet adına hepimizin bildiği hayati risklere karşı veren bir düşünsel gelenek var karşımızda. Bunların önemini bir yere not edelim. Ancak öte yandan hiçbirimizin dergilerinde yazmadığı, ev sohbetlerinde tavsiye etmediği, risalelerimize, külliyatlarımıza giremeyen kaba bir dünyevileşme hırsı yaşanıyor. Buna sonradan görmeliğin arızaları da eklenince bizatihi hayatın kendisine dair estetiğin olmadığı bir durum çıkıyor karşımıza. Sorunuza buradan giriş yapmayı yeğledim. Eğer İslamcı bir edebi kuşaktan bahsediyorsak, 70’lerde, 80’lerde yine bu camia içinde çıkan edebiyat dergilerimizde kümelenen isimleri taşıyan bir politik ve sosyolojik ortam söz konusuydu. Oysa şimdi dün bu dergilerde ürün yayınlayan çoğu isim iktidarda. 80’lerde şiir-edebiyat dergisi çıkartan isimlerin çoğu bugün medyada, bürokraside önemli yerlerdeler. Bugün bu dergilerde toplanan genç kuşak arkadaşların da çoğu iktidarın bu imkanlarından zamanla yararlanacaklar. İslamcılık bu politik arenada test olacak işte. Ya da halen test olmakta. Bir sessizlik var ise meseleyi devlet, iktidar ile kurulan ilişkide sorgulamak gerekli belki. Bu sorunuzun çok netameli alanları söz konusu. Ancak kısaca ben şunu söylemek isterim. Darbe tehditleri ve demokratik olmayan yöntemlere giren oluşumlar karşısında her zaman, meşru yollarla iktidara gelmiş ve toplumun haklı taleplerinin taşıyıcısı bir İslamcılığın yanında yer alırım ama içeriden yapılan eleştirileri görmemek ve bu eleştirileri yapanları darbeciler ile aynı fotoğrafın içine sokmak sağlıklı bir işleyiş değil. Özeleştiri kanallarını kapatmış her yapılanma kendisini test edecek bir sahih zeminden uzaklaşır. 

BEJAN MATUR ARKAİK BİR BELLEKTEN BESLENİYOR 

Kitabınızda özellikle Bejan Matur çözümlemeniz ilgi çekici. Bejan Matur’un dizelerinin aslında modernlik öncesi bir dönemden beslendiğini ve böyle söylendiğini dikkat çekiyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? 

Bejan Matur’un şiiri bana göre kanon dışı bir şiir. Arkaik bir bellekten besleniyor. Bilginin ilk ve yalın haline ulaşıp, insanı, kültürü ve hatta dini dahi oradan yorumlayan bir bellek bu. Ayrıca şiirinin mekanı kent değil mesela. Kırda ve tabiatın özünde dolaşan bir şairin, adeta modernlik evveli zamanlardan konuşan bir şamanın şiiri gibi. Matur’un şiirini oluşturan temel omurga bana göre böyle. Bu, tabi günümüz modern şiirinin dışında bir söylem. Dolayısı ile ilginç ve üzerinde düşünülmeye değer bir şair. Kürt meselesini O’nun şiiri üzerinden görmeye çalıştım. Ayrıca bu mesele bağlamında bir karşı ideoloji olarak Kürt milliyetçiliğinin kapanına sıkışmayan, daha evrensel duyarlılık ile donanmış bir bellek var karşımızda. 

ÇAĞIN RUHUNDAN KOPAMAZ ŞİİR 

Kitabınızda modernliğin ve modern şehrin insanın düş ve imge dünyasını daraltacağından bahsediyorsunuz. Bununla birlikte Türk şiirinde bir tıkanma olduğuna dair bir düşüncenizde söz konusu. Şinasi Tepe örneği de bu açıdan önemli size göre. Sizce şiirimizdeki bu tıkanmanın nedeni modernliğin hayatımızı iyiden iyiye işgal etmiş olması mı? Bu tıkanmada modern şehrin etkisi nedir? Bu tıkanmayı aşacak, umut vadeden isimler olarak kimleri görüyorsunuz? 

Paradoksal bir durum tabi bu. Tartışmasız biçimde modern şiirin mekanı kenttir. Orada doğmuştur, oranın sosyolojik, ekonomik, psikolojik, politik verilerine göre form ve izlek kazanmıştır. Her şeyden evvel çağ değişmiş ve insanoğlunun mekanı kırdan kente akmıştır. Bu değişim doğal olarak kentte yeniden kurgulanan belleğin psikolojisini belirlemiştir. Bütün bunlar hepimizin bildiği meseleler. Ancak herkesin şiirinde bu arızi durumları okumak bir iç daralım getiriyor. İnsan zaman zaman başka bir mekan, başka bir bellek arayışı kovalıyor. Bejan Matur’un şiirini bu açıdan önemsedim. Şinasi beyin şiirini de bu başka şiire, belleğe eklemlemek mümkün. Çok güçlü bir ekolojik tahayyül çıkıyor orada da karşımıza. Kuşkusuz yaşanan çağın ruhundan kopamaz şiir. Bunu bir kenara yazalım ama hemen herkesin çoğalmış formlarla birbirini tekrar eden bir belleği taşıdığı şiirsel ortam karşısında da yeni kanallar bulmak gerekli. Bu Türk şiirinin geleceği açısından önemli.