Şair popüler kültürün neyi olur?

Edebiyat
Emine Kocabaş Kılınç’ın yazısı  Şiir, metin olarak söylediği ve söylemediğiyle mi bizim için bir değerdir, yoksa yazılmasına sebep teşkil eden hikayesiyle mi? Sezai Karakoç’un "M...
EMOJİLE

Emine Kocabaş Kılınç’ın yazısı 

Şiir, metin olarak söylediği ve söylemediğiyle mi bizim için bir değerdir, yoksa yazılmasına sebep teşkil eden hikayesiyle mi? Sezai Karakoç’un "Monna Rosa" isimli şiiri çerçevesinde yapılan bir röportajı okuyunca düşündüğüm ilk şeydi bu.

"başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
bakıp başkasının başkayla kurduğu bağlantıya
aşka dair diyoruz ilk anı bu olmalı"
der İsmet Özel "Yusuf Masalı"nda. Başka, başlı başına dikkat çekicidir. O başka, bir de aşk kelimesiyle yanyana yürüyorsa dikkat orada misliyle katlanır. Çünkü orada bir hikaye başlamıştır. Sözlü anlatılara ve efsanelere aşina bizler için bu çok garipsenecek birşey değildir.Hayatı boyunca bir hikayesi olmamış insanların, sadece ölüm anlarından geriye iyi bir hikaye bırakmak için nasıl çaba gösterdiklerini bilen bilir. Ama bir şiirin hikayesinin, şiirden önde yürüdüğüne ya da bunun böyle olması yolundaki girişimlere ilk kez şahit oluyorum ve bu gerçekten de çok garip birşey. Şiir metniyle yetinemeyip hikayenin peşine düşen zihnin vardığı yer; mahremiyetin perdesini araladığı için, yazınsal ve edebi bir ürün olarak değil kişisel ve magazinel bir olay olarak şiire yaklaştığı için ve şairin hassasiyetini hiçe saydığı için oldukça vahim.

Bir şiir kendi varoluşuyla altı çizilmeye yetecek değere haiz değil midir? Ki bahis mevzusu edilen şair Sezai Karakoç gibi ömrün büyük bölümünü şiirle geride bırakmış, derin duyuşlu, "ben öteliyim" diyebilmiş bir şairse… Sürekli geçmişin külleri arasından efsaneler üretmek kime ne fayda verir anlaşılır bişey degil. Sözkonusu olan geçmiş, toplumsal bir olgu da değil oldukça kişisel bir yaşam kırıntısıysa üstelik… Şiiri bırakıp hikayesinin peşinde koşanların beklentisi nedir acaba? Şiirden daha öte, daha üst birşey mi? Söyleyebildiği en son şeyi şiirle söylemiştir şair. "onlara anlat insan kelimelerden ve şiirden yaratılmadı" diyerek söylenenlerin bile ifadede güçsüz kaldığı bir "söylenemeyen"e doğru yürümeyi göze almıştır. Hal böyle iken geçen geçmiş, yaşanan yaşanmış ya da yaşanamamışsa küllerinden bir şarkıyı tekrarlamaya çalışmak popüler bir safsatadan ileri nedir…

Bugünün hız ve haz merkezli terminolojisinde şiirin ve şairin tüketim kelimesine dönüşmüş olması ne denli trajikse, şiirde susan bir şairin şiirinin bedenlere dönüştürülerek kişilerinin konuşturulması, "tarihsel meselelere" dizilerin ışığında yaklaşmaya alışan bizler için o kadar da bildik ki… Popüler kültür- efsanesever ortak yapımı bir dizi gibi. Hikayeye nasıl tutkunsak artık şiiri bile hikayesi olmadan sevemiyoruz. Magazin ilelebed, dedikodu durmadan. Biraz dursak mı acaba?

Defalarca şahit oldum Türkiye’de şiir bitti, şiir yok diyenlere. O zamanlar çok anlamsız gelirdi, şimdi ise-onlar aynı gerekçeyle mi söylerlerdi bilmiyorum ama- çok anlamlı buluyorum. Şiiri yazanlar bitirmiyor çünkü anlamayanlar bitiriyor. Magazinel boyut kazanan bişeyin ömrü ne kadar uzun olabilir ki. Ancak hikayesi kadar.

Hikayeseviciler olarak türlü hikayenin peşinden koşabiliriz, popüler hazlarla inanılmaz şeyleri tüketebiliriz, bin surette görebiliriz görmek istediklerimizi, ışık hızını bile aşabilirizi ama -Sezai Karakoç gibi- bir şairin duyarlılıklarına ulaşma bilgisini nereden edinebiliriz. Sadece ona ait olan geçmişinden mi. Yoksa şiirinin, fikri yazılarının işaret ettiği yerlerden mi. Belki de hiç bir yerden ulaşamayız buna. Bu gayretle ancak Sezai Karakoç’un "Balkon"’undan düşer, Rene Magritte’nin"Perspective. Le Balcon de Manet"indeki tabutlara dönüşebiliriz ama yazık ki o tabutların bile içini dolduramayız.

Yıllar önce onunla kısa bir sohbet etme şansım olmuştu. Tanışma, hal hatır sorma faslından sonra İlk sorduğu şey; "İzmir’in denizi hala kirli mi" sorusuydu. İstanbul’daki bir şair için İzmir’deki kirlilik önemliydi çünkü "bir binayı oluşturan tuğlalar gibidir toplum; ekolojideki bozulma ekonomidekini, ekonomideki bozulma edebiyattakini, ondaki bozulma iktisattakini, ondaki bir diğerini etkiler" diyordu. Popüler dünyanın tüketen ve kolayca tükenen bir nesnesi olmaktan imtina ile korunmaya çalışan bir şairi ısrarla o düzenin içine çekmeye çalışanlar, onun hassasiyetini de göz önünde bulundursalar keşke… Geçip gitmiş şeylerle incitmeseler daha fazla. Belki de O, bunca söyleneni sözden bile saymıyor, ciddiye almıyordur. Ama şiirle ufacık da olsa bağ kurmuş, Sezai Karakoç şiirini sevmiş insanları rencide ettiğinden kuşkum yok.

Ademin tüm çocukları bilir ki kişi ölümlüdür, hikayeler biter. Ancak şiir ki okundukça kendini yeniden oluşturur ve insanlık durdukça oluşumu devam eder. Bu yüzden neyin, ne için, kim için yazıldığının peşine düşmek değildir iş. Yazıya kalıcılığını veren nedir, hangi kelime niye dışarda hangi kelime niye içerdedir ve insana dokunan yer neresidir? Tüm metinlerde olduğu gibi şiirde de sorunsallaştırılması gereken tam da budur. Popülerle at koşturmaz şair. Bilir ki geleceğe yürüyen söz yorulmaz. O, popüler kültürün sustuğu yer olabilir ancak ve hiç anlayamadığı. Keşke biz de kişisel tarihini şaire bırakıp susmamız gereken yeri bilsek ve onun gerçek bir saygıyı hakettiğini de..

"Sen kapalı çarşılar üstüne yağmur yağanı
Yağmurun iyi ve doğru yağmadığını onlara anlat "

Dünya Bülteni