Necip Fazıl Kısakürek nasıl şair oldu?

Edebiyat
Yaşar Yeşil’in haberi Necip Fazıl Kısakürek nasıl şair oldu?, Dostoyevski kime, “sana hakaret için geldim” dedi, Zübeyir Yetik bir sayfa yazıyı nasıl beş dakikada yazdı, Nuri Pakdil,...
EMOJİLE

Yaşar Yeşil’in haberi

Necip Fazıl Kısakürek nasıl şair oldu?, Dostoyevski kime, “sana hakaret için geldim” dedi, Zübeyir Yetik bir sayfa yazıyı nasıl beş dakikada yazdı, Nuri Pakdil, Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu nasıl yazı yazardı? İşte ayrıntılar:

Usta yazar Rasim Özdenören, “Yazı, İmge ve Gerçeklik” adlı eserinde; yazma eylemi, yazı-yazar ilişkisi, yazının imkânları ve anlam dünyasına ilişkin esaslı tespitlerde bulunur.

Özdenören’in, okuyucuya oldukça geniş perspektifler sunan bu son derece önemli kitabında, ünlü yazarların dünyasına ilişkin ilginç anekdotlar yer alıyor. Yazar, kitabında yer yer kendi yazma serüvenini anlatırken diğer yandan yakın dostları ve arkadaşlarının nasıl yazdıklarına ilişkin tanıklıklarını da dile getiriyor.

Rasim Özdenören ustamızdan; Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in nasıl şair olduğunu öğrendiğimiz gibi, aynı zamanda Akif İnan, Erdem Bayazıt, Zübeyir Yetik, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Nazif Gürdoğan, Alaaddin Özdenören ve Sezai Karakoç gibi isimlerin nasıl yazdıklarını da öğrenmiş oluyoruz.

İşte Özdenören ustanın, yazarların dünyasına ilişkin anekdotları ve tanıklıkları:

NECİP FAZIL NASIL ŞAİR OLDU?

Necip Fazıl Kısakürek, şairliğinin bahanesini şöyle anlatıyor: “Şairliğim on iki yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftır. Annem hastahanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir an gözlerimin içini tarayıp; ‘Senin şair olmanı ne kadar isterdim!’ dedi.

Annemin dileği bana, içimde beseleyip de on iki yaşına kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi… Gözlerim, hastahane penceresinin penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim: ‘Şair olacağım! Ve oldum.’”

Necip Fazıl’a izafeten anlatılan bir anekdot var. Üstad bir gün, aç kalmışken, bir pastanede, gazetesine yetiştirmesi gereken yazısını yazmaya çalışıyor. Önündeki kâğıda yazının başlığını yazmış: ‘Açlık!’ Tam o sırada bir arkadaşı çıkageliyor ve üstadı yemeğe davet ediyor. Üstad da davete icabet ediyor. Yemekten sonra yazısını yazmak üzere kâğıdını önüne koyduğunda, yazmakta zorlanıyor ve: “Bütün açlık ilhamımı mahvettin!” diye arkadaşına serzenişte bulunuyor.

AKİF İNAN’LA MİLLİ GAZETE’DE…

Akif İnan’la birlikte Milli Gazete’de ziyaretine gittiğimiz Zübeyir Yetik: “Bana beş dakika müsaade edin, yazımı yazayım, sonra birlikte oluruz” dedi. Ben, “Sana beş dakika müsaade, beş dakikayı bir saniye geçerse buradan ayrılırız” dedim. Zübeyir, odasına geçti ve hemen geri döndü, daktilonun şeridini değiştirmesi gerekiyormuş, dakikaları şerit değişiminden itibaren hesaba katmamızı istedi. “Peki” dedik. Kronometrelerimizi, dediği andan itibaren çalıştırmaya başladık.

Zübeyir, beş dakikanın dolmasına beş-on saniye kala, elinde bir daktilo sayfası yazılmış yazısıyla çıktı ve kâğıdı sallayarak: “İşte” dedi. Ben bu manzaradan heyecanlandım, çünkü hiçbir zaman bu kadar kısa sürede, böyle bir yazı çıkartabileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Zübeyir, “Bunlar gazetede yazısı, gazete yazısı kolay yazılır” diyordu. Daha sonra biz de günlük gazete yazısı yazmaya başladık. Ama hiçbir zaman, bu kolaylıkta Zübeyir’in ulaştığı başarıya ulaşmamız mümkün olmadı.

Zübeyir’den bir anı daha. Akif İnan’ın odasında Yunus Emre’den söz açılır. Nuri Pakdil, Erdem Bayazıt, Akif İnan ve Zübeyir Yetik derler ki; hadi her birimiz yarım saat içinde Yunus üzerine bir yazı yazalım. Herkes bir yere çekilir. Yarım saat sonra yeniden Akif’in odasında buluşacaklardır. Yarım saat sonra odaya döndüklerinde, Yalnızca Zübeyir’in beş-on sayfalık bir yazı ile geldiği görülür. Ötekilerin kâğıdı boştur! Ben de zor yazanlar sınıfındayım.

‘BİR ÖĞÜN YEMEK İÇİN ORALARA GİDEMEM’

Benim adamım, Faulkner fazla gezgin biri değilmiş. O da benim gibi bir yerlere kıpırdamamakta ısrarlı davranırmış. Nobel ödülünü almak için ayak sürüdüğünü, sonradan kızının hatırı için Stokholm’e gittiğini biliyoruz.

John F.Kenedy başkan olunca, Nobel kazanmış Amerikalı yazarları ve bilim adamlarını bir ziyafete çağırınca katılmayı reddetmiş, gerekçesini de: “Bir öğün yemek için şimdi buradan kalkıp ta oralara gidemem doğrusu!” diye açıklamış.

Kendine ait odası olmayan ve bir yerlere kımıldamak istemeyen yazarlar olduğu gibi üşenmeden dünyanın bir ucundan öteki ucuna gitmeyi göze alanlar da var.

Yıllar önce, müteveffa Aziz Nesin’in, bir roman yazmak için Ada’da bir otele çekilmiş olduğunu okuduğumda hayret etmiştim. Ben o tarihte, kahve köşelerinde kendime izbe bir yer seçmekle meşgul bulunuyordum.

DOSTOYEVSKİ: SANA HAKARET İÇİN GELDİM!

Dostoyevski de kendine ait odası olmayanlardan. Bu yüzden zengin, asaletli, malikâne sahibi Turgenyev’e içerleyip dururmuş. Bir gün onun ziyaretine gitmiş. Uşaklar, hırpani kılıklı Dostoyevski’yi içeriye almak istememişler. O da: “Efendinize söyleyin, Dostoyevski ziyaretine geldi” demiş.

Uşaklarla gönderilen mesajı alan Turgenyev, büyük yazarı bizzat karşılamak için kapıya kadar teşrif etmiş. Turgenyev, Dostoyevski’nin bu ziyaretini kendisi için bir lütuf saydığı besbelli. Etrafta uşaklar, hizmetçiler, belki seyisler dolanırken, Dostoyevski, güler yüzle kendisine: “Seni ziyarete geldim, ama oturmak için değil; sana hakaret için geldim” demiş ve Turgenyev’in elini sıkmadan geri dönüp gitmiş. Bir rivayette, Turgenyev’in yüzüne: “Tuh!” dediği de söylenir.

SEZAİ KARAKOÇ KAHVEDE YAZARDI

Sezai Karakoç’un kahvede etrafındaki arkadaşlarıyla bir yandan çayını yudumlarken, bir yandan da yazısını yazdığını, 60’lı yıllarda bu tarzın nerdeyse onun alışkanlığı olduğunu söyleyebilirim.

Nuri Padil’i ise uzun yıllar bir arada bulunmamıza rağmen yazı yazarken hiç görmedim. Çünkü kitap okumak da, yazı yazmak da onun için özel bir ritüel sayılırdı. Kitap okumak için bile elbisesini giymekten başka kravatını da kuşanır, masanın başına öyle otururdu. Okumaya verdiği değerden ileri gelirdi bu.

Rahmetli Cahit Zarifoğlu ise nerde olsa orda yazardı. Onun ritüelleri, en azından yazma konusunda, sanıyorum  hiç olmadı. Akif İnan, Nazif Gürdoğan ve Alaaddin (Özdenören) de kendine mahsus odası ve ritüeli olmayanlardan.

Ama Necip Fazıl? O, kahvenin köşesinde bile yazsa, orayı kendine mahsus bir odaya dönüştürmenin üstesinden gelirdi. Onun, kahvede yazı yazdığını gören biri olarak söylüyorum bunu.

Onu, evinde yazı yazarken de gördüm. Buluşma saatimizden biraz önce gitmiştim evine. Beni salonda kabul etti, ama buluşma saatimiz gelinceye kadar: “Hoş geldin!” demedi. Tam buluşma saatinde, kalemi bıraktı ve o zaman: “Hoş geldin!” dedi. Kürsü biçiminde tertiplenmiş, yüksek bir masa kullanıyordu. Ve o salon da, sanıyorum kendine aitti.

on5yirmi5.com