“İslam muhafazakâr değil, inkılâpçıdır”

Edebiyat
Tuba Olğaç’ın haberi… Şiirleri, roman ve denemeleriyle tanıdığımız Metin Önal Mengüşoğlu,  “İslam, vahyin dili ve düşüncesi” hakkındaki görüşleriyle, en çok konuşulan ve en etkili müt...
EMOJİLE

Tuba Olğaç’ın haberi…

Şiirleri, roman ve denemeleriyle tanıdığımız Metin Önal Mengüşoğlu,  “İslam, vahyin dili ve düşüncesi” hakkındaki görüşleriyle, en çok konuşulan ve en etkili mütefekkirlerden biri…

Bir yazar, şair olmasının yanı sıra, aydın bir düşünce insanı. Pek çok şairden bu yönüyle tamamen ayrılıyor. Bugüne dek pek çok il gezip, insanlara vahyi, düşünmeyi anlattı, anlatmaya da devam ediyor. “Düşünmek Farzdır” eseriyle İslam toplumuna sesleniyor, “Bir Müslüman pek çok şeyini bir başkasına emanet edebilir ama aklını emanet edemez, düşünmek zorunluluktur, mecburiyettir, farzdır” diyor.

Tarih boyunca, düşünen insanlara yapılan muameleyi hatırladığımız zaman nahoş gerçeklerle baş başa kalıyoruz. Metin Önal Mengüşoğlu, bu bağlamda “Ben düşünürsem, sen düşünürsen, o padişah orada oturamaz” diyerek, düşünce ve iktidar arasındaki ilişkiye sahih bir ayna tutuyor.

Farz olarak nitelendirdiğiniz düşünme eyleminin tanımı ile başlamak istiyorum. Sizce düşünmek ne demektir?

Bütün boyutlarıyla bakmamız gerekirse, yeryüzündeki yaratıklar arasında, onların tamamından daha kerametli ve tam kıvamında yaratılmış bulunan beşer cinsini, insanlık basamaklarına çıkartan kalbi melekelerin eksiksiz biçimde işlevsel/ faal bulunması halidir düşünme.

Yaradılış itibariyle hepimiz, buna Allah Elçileri de dâhil beşer sıfatıyla yeryüzüne geliyoruz. Biyolojik, fizyolojik bakımdan hepimiz aynıyız. Beslenme ihtiyacı, sindirim, dolaşım sistemi, psikolojik yapımız yani unutan, yanılan, dili sürçen yanımız hep aynıdır.

Bu ahvale Allah elçileri de maruz kalmışlardır. Beşer cinsinin insanlık basamaklarında yükselmesi ne zaman başlar; ona bahşedilmiş bulunan düşünme melekesinin faaliyete geçmesiyle. Düşünme eylemi beşeri insan safına yükselttiği gibi, tabiatın öteki yaratıkları karşısında da egemen konuma taşır. Eğer düşünme melekelerini hiç açmamış ve kullanmamışsa kişi, o beşer olarak kalır ve onun varlığı vahşi tabiata dâhil olmaktan öteye geçemez. Demek ki düşünme beşer sıfatıyla yaratılmış bulunan bu mahlûku tabiatın bir parçası olmaktan kurtararak onu insanlaştıran ilk ve tek eylemimizdir.

Bir kere benim düşünme eylemine farz demem işin esprisidir. Çünkü eğer benim tanımımı benimsiyorsanız görülecektir ki bu eylem, farzın da çok ötesinde, asla vazgeçilemeyecek ve beşer cinsini bitkisel ve hayvansal vahşi hayattan insani ve medeni hayata taşıyan yegâne davranıştır.

Bir başka önemli husus, tarih boyunca düşünme meselesi üzerinde söz tüketen doğu ve batı filozof, şair, edip ve düşünce adamlarının ileri sürdükleri sayısız tanımlar arasında benim tanımımın temel dayanağı nedir, neresidir, ona da bakmamız gerekiyor. Ben kaynağımı İlahi Vahyin son metninden aldığımı iddia ediyorum. Ve evvela diyorum ki düşünme işleminin, insandaki entelektüel faaliyetlerin tümünün genel kumanda merkezi kalptir. Kalp ise vücuda kan pompalayan organ değil, beşer cinsine İlahi Ruh üflenerek onda teşekkül eden mekânsız bir cevherin adıdır.

Dünyamızın iki cephesinden söz edebiliriz. Birisi tanıklık ettiğimiz âlem öteki tanıklık edemediğimiz gaip âlemi. Tanıklık ettiğimiz âlemden bize bilgi aktaran genellikle kafamızda mevcut bulunan işitme, görme, tatma, dokunma, koklama duyularıdır. Bunlarla temin ettiğimiz bilgilere malumat demekteyiz.

Gaip âlemi hakkında bilgi edinme melekemiz düşünmedir. Düşünmeyi ise kalbimizle yaparız dedik. Kalbin ayrıca duygularımızın merkezi olduğu da bilinmektedir. Yani kalbin de bir işitme ve görme duygusu vardır. İşte kalbini işlevsel kılan insanın gaip ile alakalı edindiği bilgilerin toplamına da makulat demekteyiz. Biz müminler akledilebilir bir gaibe iman etmekteyizdir.

Bu sebepledir ki kimi Müslüman düşünürler “akıl imanın müteradifidir” demişlerdir. Yine “aklı olmayanın dini yoktur, akıl için yol birdir” gibi mütearifeler de hatırlanmalıdır. En son şunu söylemeliyim ki İlahi Vahyin son metni bence her altı ayetinden birisinde insanın düşünmesine dair konuşmaktadır.

“DÜŞÜNME EYLEMİMİZ EVVELA BİZİ TATMİN ETMELİDİR” 

Düşünme bir zihinsel süreç olarak bizi kendisine çağıran bir şeyle yakından alakalıdır. Ancak bunun dışa vurumu ya da bir bedene kavuşması en nihayetinde dil ile mümkündür. Size göre kendi kökleri ile bağını trajik bir biçimde koparmış Türkçe ile düşünmek ne ifade etmektir?

 Evet, neticede düşünme görünüşte teorik bir eylemdir. Ne var ki insan pekâlâ sesli düşünme de yapar. Ve düşünmenin temel aracı elbette kelimelerdir, dildir. Bu manada insanlığa gönderilen İlahi Metinler hep sözlü metinlerdi. Sözlü metinler esasen İlahi olanla beşeri olan arasındaki hukuk ile beraber, beşerin beşerle ve beşer topluluklarıyla hukuki/ sosyolojik muamele ve münasebetlerine tanzim maksadına matuftur.

Düşünmenin dile mahkûm yanı en ziyade burada karşımıza çıkar. Düşünme eylemi burada bitmez. İlahi Metin düşünmemiz bakımından bize başka sözsüz ayetlerinden de haberler getirmiştir. Biz evrendeki ayetlere işiterek, bakarak, dokunarak, tadarak, koklayarak ve de kalbimizin düşünme melekesini işleterek yaklaşır, anlar ve anlamlandırırız.

Sözlü ve sözsüz bütün ayetler üzerinde düşünme eylemimiz evvela bizi kendi içimizde tatmin etmelidir. İlahi Vahyin bizi çağırdığı imana ancak ve ancak bütün duyularımız açıkken, kalbin duygu ve düşünme melekeleri sonuna kadar faal iken erişebiliriz. Bizim iman telakkimizde bilinç, bilgi, basiret, feraset, tercih ve akletme bir arada bulunur.

Düşünmenin bir bedene kavuşması elbette en önemli ifade aracı olan dil ile mümkündür. Ancak dil her zaman kişinin harcı âlem biçimde tükettiği gündelik tanımları yüklenmiş bir araçsa çoğu kere yanıltıcı olabilir.

Bu bakımdan ben mümin insanlar üzerinden konuşacak olursam derim ki anamdan öğrendiğim dil bana gündelik hayatımda kolaylıklar sağlar. Lakin iki cihanda saadetimi temin edebilmem, bu iki cihanın da yegâne hüküm ve hikmet sahibi bulunan Rabbimin öğretisini kendime kılavuz/ yol gösterici kılmamla gerçekleşecektir. Onun kelimeleri, tanımları temel referansım olmalıdır. Bu bakımdan ana dilime eklemlemem gereken bir başka ifade şekli de İlahi Vahyin kavramlara yüklediği anlamlardır. Onlarsız bir çıkar yol bulmam mümkün değildir.

Geçmişten bugüne neredeyse bütün siyasi otoritelerin, iktidar yönetimlerinin çeşitli gerekçeler göstererek (bilhassa “güvenlik”) özgür düşünceye ket vurduklarını görüyoruz. İnsanlar için ortaya çıkan kurallar, yasalar ve geleneksel öğretiler, düşünmenin önünde büyük bir engel olarak dururken, size göre düşünceyi yeniden diriltmenin yolu nedir? Ya da daha sade bir ifadeyle “düşünmek ile iktidar arasındaki gerilimli ilişki” düşünmeyi ne kadar mümkün kılar?

Yeryüzünde nizam ve intizamı sağlamak bakımından insan toplulukları örgütlü biçimde yaşamayı seçerken, tarih boyunca büyük ölçüde, kendilerini yönetmek üzere seçtikleri kimseler tarafından aldatılmışlardır; burası doğru.

Kimi zaman da hiç seçme özgürlükleri bulunmayan ortamlara doğmuş orada köle, karavaş muamelesi görmüşlerdir. Elbette az süreli kimi yönetimlerde rahat nefes aldıkları da görülmemiş değildir. Otoriteyi bir kere eline geçiren yönetimler, kendi düşünceleri istikametinde toplumsal hayata yön vermek istemede başlangıçta haklıdırlar. Bunun aksini düşünmek çok da makul gözükmüyor.

Ancak beklenen ve özlenen odur ki yöneticiler ciddi bir istişare ortamı kurarak her ferdin fikrine değer versin ve bir ortak akılla yönetimi sürdürsünler. Olmuyor, bir kere otoriteyi ele geçirenlerin büyük çoğunluğu artık istişare hukukunu unutuyor ve kendileri gibi düşünmeyenleri ya uzak tutuyor, ya susturuyor, ya sürgün veya ölüme mahkûm ediyorlar. Şunu unutmamalıyız ki, Rabbimiz düşünme melekesini öyle mahrem bir cevherin içine gizlemiştir ki ona hiç kimse ama hiç kimse esasen doğrudan müdahalede bulunamaz. Bu bakımdan insanın düşünmesini engellemek mümkün değildir. Ancak düşünmeyi ifade etmeye gelince sorun çıkmaktadır.

Bir husus daha vardır, çok önemsiyorum onu ben. Tarihin derin ve köklü düşünürlerinin hemen tamamı iktidar sahiplerinin onları her alanda engellemeye çalıştığı tarihlerde üretime geçmiş, gizli açık düşüncelerini ifadenin bir yolunu bulmuşlardır. Hatta diyebiliriz ki insanlığın ürettiği en etkin düşünme modelleri iktidar sahiplerinin amansızca onları izlediği, yasaklamaya çalıştığı dönemlerde doğmuş ve yayılmıştır.

Ben derim ki düşünen insanlar bu ve benzeri korkuları aşmalıdırlar. Evet, çoğu kez iktidar sahipleri ile düşünen insanlar arasında ciddi gerilimler yaşanmış ve yaşanacaktır. Farklı fikir sahibi olan mümtaz ve münevver kimseler onları üretmekten ve ifade etmekten asla vazgeçmezler, vazgeçmemişlerdir. Onların cesaretlendirmesiyledir ki halefleri olan bizler hala düşünce üretmeyi sürdürmekteyiz.

“İSLAMIN MESAJI NETTİR, O MUHAFAZAKAR DEĞİL İNKILAPÇIDIR”

Gelenek ile İslam ilişkisine de değinmek istiyorum. Lâkin geçmişten Gelen “ek” bazen muhtaç olunan yeni düşüncenin ve fikirlerin ortaya çıkışını zorlaştırıyor. Hatta yer yer mezkûr “ek” İslâm’a eklemlenip, İslâmî kaidelerin yerine geçiyor. Gençler bu konuda sonuçsuz bir tartışma yaşıyorlar. Radikal bir şekilde olmasa dahi geleneği reddetmek, ya da tam tersi geleneğin bütününe sımsıkı sarılmak arasında bir çift kutupluluk durumu gözlemliyorum.  Sizce gelenek ya da literatüre “geleneksel birikim” olarak geçen fenomeni nereye koymalıyız, nasıl konumlandırmalıyız? Geleneksel birikimden nasıl istifade edebiliriz?

İlahi Vahyin terminolojisine müracaatın vakti geldi. Orada muhkem naslar arasında şunu görürüz. Denilir ki atalarının yolunda gitmekte ısrarlı olanlara “ya atalarınız yanılmışlarsa?” Yani Allah’ın dini ile ataların diri arasında kalan insanı böylece uyarır. İki din arasından hangisini seçmesi gerektiği hususunda asla zorlama yapmaz ama rehberlik yapar.

Demek ki İlahi Vahyin indiği tarihlerde de bu iki din mevcuttu. Elbette her toplumun bir geçmişi ve geleneği mevcuttur. Onu bütünüyle temellük etmenin açacağı tahribata İlahi Vahiy işaret eder. Bununla beraber aynı rehber insanları “emri bil maruf ve nehyi anil münker” diye bir ana caddeye de çağırır. Bu ne demektir?

Maruf olanı iş, gündelik meşguliyet etmeli, münker olandan da uzak durmalıdır. Maruf olan (örf de aynı köktendir) insan fıtratına aykırı düşmeyen aksine tam fıtrata uygun olan iş ve şey demektir.

O halde bunları nerede bulursak alacak, sahipleneceğiz. Nitekim hatırlanırsa Son Allah Elçisi aralarında yaşadığı toplumun maruf olan yani örf haline gelmiş davranış modellerine hiç dokunmadı ve onları hemen benimsedi. Yani müşrik bir toplumda dahi insan ortak aklının ve fıtratının benimsemiş bulunduğu önceden beri yinelenip gelinen iş ve davranışlar asla ötelenmedi.

Burada şöyle bir ayrım yapma zarureti vardır. Toplumların öteden beri gelen davranış ve işlerine “ek”lenmiş bulunan her şey değil, onlar arasından maruf bulunanlar, elbette hem de hemen benimsenecektir. Münker olanlar ise yani insan fıtratının görür görmez ittiği, ötelediği, asla benimsemediği iş ve davranışlardan da uzak durulacaktır. Mesele bu kadar basittir.

Bırakınız kendi toplumumuzun gelen’ine “ek”lenmiş bulunanı, yeryüzünde yaşayan bütün toplumların yaşayarak kültürlerine ekledikleri her örf, fıtrata yatkın olan iş ve davranış, bizim yitik malımız gibi sahiplenmemiz gereken birikimlerdir.

Batı referansıyla düşünmeye alışmış zihinlerin septik mantığı modernite ile gelenek arasında bir çatışma çıkartarak müminleri aldatamaz. Evet, maalesef Müslüman dünyada bu ve benzeri propagandalara aldanarak onlar gibi düşünenler çoktur. İslam’ın inkılâpçı ruhu yerine muhafazakâr bir mantaliteyi seçenler bu aldananların başında gelmektedirler. Ve Müslümanları da “gelenekçi” olarak nitelemekten çekinmemektedirler. Hâlbuki İslam’ın bu husustaki mesajı son derece nettir. Ve o asla muhafazakâr değil tam aksine inkılâpçıdır.

“MÜSLÜMANLAR BATI HEGEMONYASINA TESLİM OLMUŞ GÖRÜNMEKTEDİR”

Düşüncenin temellendirilmesi, hatta bizzat düşünmenin kendisi hususunda yazarlarımızın, entelektüellerimizin kahir ekseriyette Batı menşeli mütefekkirlere yer verdiğini, İslâmî şahsiyetlere yer vermekten imtina ettiklerini görüyoruz. Sizce bu basit bir mukallitliğin mahsulü mü yoksa entelektüel dünyamızın ihtiyacına ve krizlerimizin izahına cevap veren adresin Batı olmasıyla mı alakalı?

Son birkaç yüzyıldan bu yana siyasal hâkimiyetini yitirmiş bulunan Müslüman topluluklar hem siyasi hem de kültürel anlamda batı hegemonyasına teslim olmuş görünmektedirler. Yalnız bu da değil maalesef son bin yıllık Müslümanlık tarihinde geçmiş topluluklarımızın siyaset sahasında gösterdikleri başarı ve gelişmeler ilim ve sanat alanında asla görülmemiştir.

Hatta fütuhattan başını kaldıramayan Müslüman ahali kendi memleketlerindeki ziraat, zenaat, ticaret ve sanat gibi uğraşları hep gayrı Müslim unsurlara bırakmışlardır.

Gelenekte ise İslâmi ilimler gibi saçma bir ayrımı gözeterek tefsir, fıkıh, tarih, hadis, tasavvuf gibi branşlar icat edilmiş ve bunların ötesine geçilememiştir. Kendisine son derece yanlış bir biçimde Hüccet’ül İslâm gibi bir unvan takılan İmam Gazali’nin felsefeyi kötüleyen metinleri de hesaba katılınca tehlikeli bir noktaya ulaşılmıştır.

Geçmişte Müslüman üstatların ürettiği ne varsa onlar adeta İslam’a katılmış ve nas muamelesi görerek kemikleşmiştir. Giderek mezhep adı altında mektepleştirilip halka sunulmuştur. Halk Allah’ın Kelamı ve Resulün Sireti yerine ve onların önüne bu beşeri öğretileri geçirmiştir.

Oysa neticede geçmişteki ve gelenekteki düşünce üreticileri de sizin bizim gibi insanlardı. Onlar kendi çağlarının sorunları üzerine bir takım formüller bulmuşlardı. Ve iyi de etmişlerdi. Her birisi bizden önceki kuşakların hür mütefekkirleriydi. Saygıyla hatırlarız onları. Ne var ki onlar adamsa biz de adamız diyebilecek cesarette Müslümanlara ihtiyaç vardır bugün.

Soralım bakalım, Son Peygamber düşünen bir insan değil miydi? Onun içtihatları yok muydu? İlk dört Halife her biri bir diğerinden farklı düşünen, farklı uygulamaları bulunan önderler değiller miydi? Ya Numan bin Sabit, Muhammed b. İdris, İmam Malik, Cafer Sadık hiç düşünmezler miydi? Böyle bir şey mümkün müdür? O halde bizim sorunlarımızı batılı düşünürler mi çözecek yoksa içimizden şimdi ve burada çıkacak olan sahih düşünce adamları mı?

Geleneğinde “taklidi iman caizdir” gibi bir saçma ve asla mümkün olmayacak bir ibareyi hala barındıran ve hala din tahsili yaptırılan mekteplerinde bu saçmalıkları okutan toplum arasından nasıl yeni ve orijinal düşünce insanları çıkacaktır? Evvela bu sual cevaplandırılmalıdır.

Aslında bu konuda tarihî bir süreklilik yaşıyoruz bence. Son dönem Osmanlı’da sorulan “Batı’dan neyi almalı, neyi yerinde bırakmalıyız?” sorusunun farklı tefsirleri ile devam ediyoruz. Belki de bu soru ya da bu soruya verilecek cevap bizim kaderimiz. Bir Müslüman düşünce insanı ya da düşünce insanı olmak isteyen bir Müslüman, hangi tür okumaları yapmalı? “Oku” emrini biliyoruz ama nereden başlayacağımızı bilmiyoruz. Siz neler söylersiniz?

Hiçbir meseleyi önceden ve kişinin elinde olmaksızın belirlenmiş galip ya da mağlup zihnin sınırlarına mahkûm olarak değerlendirmeye kalkışmamalıdır.  Osmanlı çökerken mağlubiyet psikolojisi altında dönemin düşünenleri muhtelif kanaatler ileri sürmüşlerdir. Can havliyle ortaya konulan fikirlerin isabet ihtimali zayıftır. Bugün daha serinkanlı düşünme imkânı vardır. Söz gelimi o dönemlerde “garp ilmi” veya “müspet ilim”  gibi adlandırmalar olmuştur. Şimdi düşünelim eğer bir mesele ilim sahasına giriyorsa bunun garbı şarkı olabilir mi? Veya mademki müspet ilim denilmektedir o halde bir de menfi ilim var mıdır?

Hiçbir ilim ve teknolojik gelişme, keşif ve bulgu tek başına batının ya da doğunun malı asla olamaz, değildir. İnsanlığın ortak aklı bu ve benzeri gelişmelere mührünü basmıştır. Bu bakımdan kim neyi isterse alır, kullanmadan önce gerekirse kendi toplumsal, ekonomik, kültürel ve hatta siyasal bünyesine göre ayarlayarak tedavüle sokar. Müslümanlar bilirler ki doğu da batı da Allah’ındır. Onlar daima maruf olanın, hikmetin peşindedirler. Buldukları yerde alır ve benimserler. İşin aslı budur.

Gelelim neyi okuyacağımıza. Evvela şunu net bir biçimde görmelidir. Bazıları yuvarlak biçimde durmadan şöyle geveleyip dururlar: “Kur’an ‘oku’ diyor” derler. Hayır; Kur’an ‘oku’ filan demiyor. O, “seni halkeden Allah adına oku” diyor. Bir ikincisi okuma Türkçede daraltılmış bir kelimedir. Okumanın esasen üç türü vardır. Birinci türü kişinin bizzat kendi kalbini, vicdanını okumasıdır. İkincisi evrendeki sözsüz ayetleri okumadır. Üçüncüsü de yazılı bir metni gözle bakıp dille okumadır.

Soru eğer yazılı metinler üzerinde bir okumaya yönelikse şurası bilinmelidir ki burada itikadi ve fikri bir sınırlama yerine ahlaki sınırlamaya özen gösterilmelidir. Mehmed Akif üstat “edepsizliğin başladığı yerde edebiyat biter” derken böyle bir uyarı yapmıştır. Okumanın sıralaması içten dışarıya doğru yapılmalı, kişi evvele kendi cevherindeki yetenekleri keşfetmelidir. Ardından da yoğunluklu biçimde kendi yetenekleri istikametinde olmak kaydıyla önünde okunmak üzere açılmış bütün ayetlere nazar atfetmelidir. Yazılı metinler hususunda ise bir edep ve kalite kriteri uygulayarak bütün dünyayı okumayı göze almalıdır. Vesselam. 

On5yirmi5.com