En büyük korkum kötü yazmak

Edebiyat
Yılmaz Yılmaz’ın röportajı Reşit Güngör Kalkan, denemelerini bir araya getirdiği Güzün Son Konuğu adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği 2011 Deneme Ödülünü aldı. Aslında uzun zamandır deneme t...
EMOJİLE

Yılmaz Yılmaz’ın röportajı

Reşit Güngör Kalkan, denemelerini bir araya getirdiği Güzün Son Konuğu adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği 2011 Deneme Ödülünü aldı. Aslında uzun zamandır deneme türü üzerine yoğunlaşmış olsa da son iki yıldır daha bir göz önünde artık.

Bilindiği gibi Reşit Güngör Kalkan, Ben Şair İsmet Özel adlı biyografi kitabıyla edebiyat kamusunda ses getirdi. Eseri üzerine yazılar kaleme alındı hatta tartışmalar yaşandı. Yazar, kitabı üzerinde yapılan spekülasyonlardan uzak kalmayı tercih etse de birkaç yazı ile bunlara cevap vermeye çalıştı. Sonuçta ortaya koyduğu biyografi görmezden gelinecek türde bir çalışma değil.

Evet, biyografi kitabından sonra tekrar denemelerine yoğunlaştı. Geleneksel olandan modern olana kadar birçok mesele üzerine denemeler kaleme aldı. Kendini bir denemeci olarak tanımlayan Kalkan’la denemelerini ve denemeciliğini konuştuk.

Reşit Güngör Kalkan’ın yazı yolculuğunu kısaca anlatır mısınız? Ne zaman başladı yazmaya? Hangi duraklarda konakladı, nereden su içti?
Belirli bir tamlama herkes için geçerli olabilir, ancak benim yazı yolculuğum gerçekten ortaokul yıllarına dek uzanır. O yıllarda (halâ çıktığını biliyorum) Türkiye Çocuk dergisi diğer çocuk dergileri içerisinde benim vazgeçilmez favorimdi. Belirli aralıklarla şiirler yazıp gönderirdim. Bildiğimiz çocuk, kitap, anne, ağaç, aile, doğa, vb. temalı şiirlerdi bunlar. Derken 1988 yılında, aynı derginin açmış olduğu şiir yarışmasında üçüncülük ödülü kazandım. Yaşım henüz on dört. İçimde tam da o yıllarda bir şeyler, tanımlayamadığım renkler uçuşmaya başladı. Edebiyat sarsmaya, büküp kırmaya başladı beni. Kazandığım bu ödülün bakiyesi olan kitapları halâ saklarım kitaplığımda. Lise yıllarımda ise, sol düşüncenin edebiyat adına sunduğu biçimlerle çok yakından ilgilendim. Kaynağımı buldum diyordum. Dünyaya açılan, tamamen seküler bir hamlenin bana sunduğu –eğer varsa böyle bir şey- avantajı fazlasıyla kullandım. Yazı nedir, biçim nedir, üslup nasıl olmalıdır, vb. soruların ciddi manada peşine düştüm. Meselenin düşünce boyutu nasıl olsa bir şekilde anlatılabilirdi. Benim için önemli olan bu soruların cevabı idi. Bu noktada sol mecranın tanınan hemen bütün isimleri ile eserleri üzerinden mesafesiz bir ahbaplığım olmuştur. Bunu gerçekten ama gerçekten kendim için önemli bir şans sayarak edebiyat adına bir yol kat etmeye çaba gösterdim. George Politzer’i okurken de böyleydi bu, Leo Huberman’ı okurken de. Felsefenin çabasını önemsiyordum çünkü. Batı klasiklerini baş tacı ederken, bizim klasikleri daha bir dikkatle okuyordum. Üniversite yıllarımda ise kestirmeden söylemeliyim ki, İslâm’ın edebiyat üzerindeki röprodüksiyonu karşısında yeni bir dünyanın varlığını derinden keşfetme imkânı buldum. Necip Fazıl Kısakürek’ten bahsettiğim röprodüksiyonun aksiyon tarafını, Sezai Karakoç’tan romantikliğini, İsmet Özel’den ise realitesini öğrendim. Yine o yıllarda Nuri Pakdil’in sesi edebiyatçılığımda yeni bir avaz oldu benim için.

Şiir de yazdınız. Peki, n’oldu da şiiri bıraktınız ya da şiir mi sizi bıraktı?
Elbette şiir de yazdım. Hatta ilk kitabım, 1998 yılında yayınlanan, ‘Hüzün Sendromu’ adını verdiğim bir şiir kitabı idi. Şiirin güncelin dili dışında birden fazla kaygısı var. Bu hıza yetişemeyeceğime kanaat getirdiğim anda havluyu attım. Evet, kötü şiirler yazıyordum ve şiirimin geri planında belirlediğim bir kaide bulunmuyordu. Yani ideolojinin dışında bir kilometre taşı olmamıştı benim için. Kötü bir kopya olmanın acısını ömür boyu taşımaktansa şiirle yolları ayırmak daha pratik bir kazanç sayılacaktı, öyle de yaptım; şiiri bıraktım. Şiirden talep ettiğim eskizler nedendir bilmem, hiçbir zaman içimde yankı bulmadı. Çok uğraştım şair olmak için ama mısralardan özür dilemesini de bilmek gerekir diyerek yollarımızı ayırmış olduk. Laf aramızda yayınlanan o şiir kitabımı da bizzat kendi ellerimle topladım ve o sayfa tamamen kapanmış oldu.

Sonra birden bir kitapla çıkageldiniz. İsmet Özel biyografisi yazdınız. Edebi kamuda genişçe yer tuttu, tartışıldı. Tartışmalara çok girmeden kitap sizce yerini buldu mu okur nezdinde?
Aslında birden çıkagelmedim. Tam tersine, 1997-1999 yılları arasında Vakit gazetesinde düzenli olarak yine denemeler kaleme aldım. Fakat edebiyat dünyasının ilginç bir tutumu var; kliklerin, çetelerin varlığı Anadolu’da yaşayan birçok önemli yazarı gölgede bırakıyor. Bunun acısını bir dönem derinden hissettim. Çünkü, altını çizerek söylüyorum, davet edilmediğim hiçbir yere yazı göndermedim ve fakat davet edildiğim yerlerde ise o yeri ilk terk eden asla ben olmadım. Bu süreçte 2000 yılında ilk deneme kitabım ‘Sürgün Aşk Düğünleri’ yayınlandı. Güzel yıllardı. 2004 yılında yine ikinci deneme kitabım ‘Aşk Kadar İsyan Sesli’ yayınlandı. 2006 yılında ise şimdilik son deneme kitabım ‘Gül Üstüne Aşk Olsun’ yayınlandı. 2007 yılında şehrim Gaziantep adına bir ilki gerçekleştirdim ve ‘Çanakkale’nin Gaziantepli Kahramanları’ yayınlandı. 2010 yılında ise bildiğiniz gibi İsmet Özel biyografisi yayınlandı. Belirttiğiniz üzere edebi kamuda geniş yankı buldu, tartışıldı. İsmet Özel biyografisine gelinceye kadar edebiyatın sürekli gövdesinde yazan bir kalem olduğum halde, kast sistemine dahil olmadığım ve de Anadolu’ya tavır alanlara misliyle mukabelede bulunduğum için bir şekilde ötelendim.  Hemen belirtmeliyim ki İsmet Özel kitabı dolayısıyla ismimin gündeme gelmiş olmasından son derece rahatsız olduğumu bilmenizi isterim. Zira yazarlığımı yücelten bu çalışmanın benim nazarımda denemeciliğimin önüne geçebileceğini hesap etmemiştim. Görüyorum ki Reşit Güngör Kalkan ismi sadece İsmet Özel çalışması dolayısıyla hatırlanır, anılır oldu. Oysa bu çalışma öncesinde ismim sanki hiç duyulmuş, işitilmiş değildi. Şimdi, kitap elbette yankısını buldu. Fazlasıyla olumlu eleştiriler aldım. Sivil bir yazar olduğum halde, akademisyenler nezdinde dahi övgüyü fazlasıyla hak ettiğini belirten isimler oldu. Hatta akademisyen kimliğiyle çalışmanın genel seyri, yöntemi, dili, tekniği hakkında yakından görüşmek isteyenler oldu. Bu kadar önemli ayrıntıları nasıl elde edebildiğim konusunda söyleşiler, röportajlar yapıldı. Demek ki attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmiş. 
  
Gelelim denemeciliğinize… Uzun zamandır, nasıl derler, insanın bamtelinden yakalayan denemeler yazıyorsunuz. Aslında bir yazın türü olarak deneme diyoruz ama sizin metinleriniz denemeden daha sıcak, daha cana yakın…
Daha samimi… Evet, edebiyatın hiçbir zaman kıyısında durmadım, tersine tam ortasında bulunduğumun bilinciyle yazdım denemelerimi. Hissederek, yaşayarak oluşturdum metinlerimi. Beslendiğim kaynakları iyiden iyiye tahlil etme imkânı bulduğum için kendimi bu açıdan fazlasıyla şanslı sayıyorum. Zira yazar olarak en büyük korkum gerçekten kötü bir yazıya imza atmış olmak. Bu korkuyu sürekli üzerimde taşıdığım için, otokontrolümü bir şekilde kendim oluşturmuş bulunuyorum. Çünkü yazdıklarım dolayısıyla her zaman samimi olduğumu bilmenizi isterim. Şu da var ki, denemenin edebiyatımızdaki yeri, konumu henüz belirlenebilmiş değil. Oysa denemeyi her zaman edebiyatın parlayan yıldızı olarak görmek istemişimdir. Bütün çabam da bu yöndedir.
 
Reşit Güngör Kalkan’ın derdi ne? Neden böyle içli, dertli, can acıtıcı yazıyor? Bizi üzmese olmaz mı?
Bu güzel bir gelişme. Benim açımdan böyle en azından. Çünkü denemeye çiçek-böcek yazısı gözüyle bakanların varlığı rahatsızlığımı ziyadesiyle arttırıyor. Eğer gerçekten yakaladığım damar birilerinin canını acıtıyorsa bundan büyük bir huzur duyacağımdan hiç şüpheniz olmasın. Özellikle ukalalık faslını kendilerine üstadlık makamının ilk basamağı sayanları gördükçe gırtlağına bastığım konu içerisinde meseleye münhasır güzel güzel dalgamı geçmesini kendime şiar edindim. Reşit Güngör Kalkan’ın derdi ve mücadelesi sadece kibirli ve ukala olanlar. Hadi biz buna edebiyatı kirletenler diyelim. İçsel olarak böyle. Oysa dış dünyanın hilafına derdim ise iyi bir insan ve temiz bir müslüman olmak. Ajitasyon gibi algılanmasın lütfen, edebiyatçının kirlisi aynı zamanda toplumu kirletenin de ta kendisidir. Kirli edebiyat, kirli düşünce ve kirli hayat, ukalalar ve kibirliler eliyle yürütülmektedir. 

Denemeleriniz rahatımızı kaçırıyor, konformist kafalarımıza tekme atıyor. Bizimle uğraşmayı bırakacak mısınız?
Rahatsız olmak, rahatsızlık duymak zaten rahatların işi olamaz. Edebiyatın ve yaşadığımız toplumun bu durumundan rahatsızlık duyduğum için rahat değilim. Kafa konforunun bu derece umursanmadan, bozulmasına izin verilmeden yaşandığı bir başka toplum var mıdır acaba? Bütün düşünceler için böyle bu. Herkes mutlu-mesut yaşayıp gidiyor. Muhalif tavırlar bir şekilde eritiliyor. İnanç bağlamında olsun, ideolojik bakışta olsun kimse birgün defterinin dürüleceğinin farkında değil. Unutulmuş bir medeniyetin bakiyesi olarak alabildiğine azgınlaşan kapitalizmin değirmenine su taşımamak için insanlarla uğraşmak, onları unuttukları her ne ise yeniden hatırlatmak adına sarsmak gerekiyor.       

on5yirmi5.com